Son Dakika



 

 BİRKAÇ ALBAY VE BİR TUĞGENERAL.... VE NATO PLANI “PROMETEUS”    

1960’lı yılların ortalarındayız. Türkiye uzun yıllardır ilk kez kısa bir nisbi istikrar dönemine girmişken Yunanistan yeni bir krizin sancılarını yaşıyor. İki komşu ülkenin birlikte huzura kavuşmaları olanaksız gibi. Kıbrıs ise krizlerin katalizörü vazifesini görüyor. Osmanlı devletinden kopartılan Yunanistan ile mirascısı olan Türkiye adeta bu adaya zincirlenmişler, ve bu zincirin gerginliğine bağlı olarak kah savruluyor, kah demokrasi yolunun bittiği duvarlara tosluyorlar. Yunanistan her ne kadar batı dünyasının desteğini alıyorsa da, Avrupa faktörü 1980 sonrasındaki kadar güçlü değil. Soğuk Savaş hesapları çok daha ağır basıyor.

1964 yılının Şubat ayında iktidara gelen Merkez Birliği’nin lideri George Papandreu oğlu Andreas’ı hükümete alarak ekonomik işlerin sorumluluğunu veriyor. Solculara yakınlığı ile tanınan Andreas’ın atanması kendi partisinde sıkıntı, sağcı çevrelerde ise telaş yaratıyor. Ertesi yıl onbeş solcu subayın karıştığı ve Aspida komplosu olarak bilinen olay ile ilişkisi olduğunun ileri sürülmesi sıkıntıyı artıyor. Savcılık, milletvekili olan Andreas’ın dokunulmazlığının kaldırılmasını istiyor.  Bu sırada bir başka sorun sessiz sedasız varlığını hissetiriyor. 1964’de tahta çıkan II. Konstantin’in ordu ile arası babası Paul ile olduğu kadar iyi değil. Ordunun kontrolü kimde olacak; başbakanda mı, kralda mı? Yunanlılar boşuna uğraşıyor. Ordunun kontrolü NATO’nun ve dolayısıyla CIA’nın elinde olacaktır. 1965 yılında Atina’daki CIA istasyon şefi John Maury, Kral Konstantin ile ilişkiye geçerek Yunan hükümetinin düşürülmesi için komplolara başlıyor. Papandreu hükümeti de Temmuz 1965’de istifa etmek zorunda bırakılıyor.

Papandreu’nun düşürülmesindeki temel etkenin Kıbrıs ve Soğuk Savaş meseleleriyle ilgili olduğu haklı olarak ileri sürülmüştür. Öncelikle, Papandreu Kıbrıs konusunda Türklerle uzlaşma aramayı daha başından reddetmekte ve gerilim politikasını sürdürerek NATO’nun güneydoğu kanadını zayıflatmaktaydı. İkinci olarak, Papandreu Moskova’dan gelen bir daveti kabul etmiş, ve Türkiye ile yaklaşan savaşta Sovyet yardımını kabul edeceğini söylemişti. Bunun hemen arkasında Amerikalı diplomatların ve NATO görevlilerinin açıklama istemeye geldiklerini eklemeye gerek yoktur.

İstifayı izleyen iki yıl boyunca, kralın bölmeye çalıştığı Merkez Birliği’nin sağ ve sol kanatlarının öne çıkardığı liderlerden hiçbirisi destek bulamadı. Ekonomik sıkıntılar ve enflasyon geniş kesimlerin her ne pahasına olursa olsun istikrara kavuşmak istediği bir ortam yarattı. Ayrıca Kıbrıs ve Ege sorunları nedeniyle yakında Türkiye ile savaşa girileceğine muhakkak gözüyle bakılıyordu. (Yunanistan o yıllarda her yaz subayların büyük bir kısmını bir Türk çıkarmasına karşı adaların savunması için Ege’de görevlendiriyordu). Sovyet donanmasının Akdeniz’e inmekte olduğu ve Sovyet danışmanların Mısır ordusunu eğittiği bu yıllarda bir Türk-Yunan savaşı ABD için kimsenin aklından bile geçmemesi gereken bir şeydi.

1966 Haziran’ında geçici hükümet seçimlerin 25 Mayıs 1967 tarihinde yapılmasını kararlaştırdı. Kral Papandreu’nun rakibi olan Kannellopoulos’un meclisin toplantısız feshi isteğini benimsedi. Bu her ne kadar Andreas Papandreu’nun dokunulmazlığının uzatılmasını engellemek için yapılmış bir girişim ise de, kralın politikaya daha fazla karışabileceği konusundaki endişeleri artırdı. Seçim yaklaşırken Merkez Birliği’nin kesin gözüyle bakılan zaferinden korkan aşırı sağcı çevreler krizi tırmandırdılar. 23 Nisan tarihinde Selanik’te yapılacak gösteri ile komünistlerin ayaklanma başlatacakları şayiaları yayılmaya başlandı. Nihayet 21 Nisan sabahı Atina sokaklarına çıkan tanklar birkaç saat içerisinde Yunanlıların hayatını basitleştiriverdi. Anayasa askıya alınmış, her türlü politik faaliyet yasaklanmıştı.

Darbe o kadar etkin ve hızlı bir şekilde yapıldı ki, ne bir direniş oldu ne de kan döküldü. İki albay ve bir tuğgeneral, NATO’nun iç karışıklıklar durumunda devreye girmek üzere hazırladığı Prometheus Planı’nı hayata geçirmişlerdi. Tabii devletin tüm kademeleri ile tüm kıdemli generallerin bu işin dışında kalması çok şaşırtıcı idi. Bugünden geriye bakıldığında bunun için tek bir mantıklı açıklama bulabiliyoruz: NATO patentli darbe aynı zamanda -ve dolayısıyla- CIA onaylı idi. Nitekim sonradan öğrenildiğine göre, daha 27 Ocak 1967 tarihli bir CIA raporunda Papadapoulos’un adı darbe lideri olarak geçiyor, Şubat ortalarında Beyaz Saray’da yapılan bir toplantıda ise yakında Cunta’nın geleceği fakat buna karşı bir şey yapılmayacağı ifade ediliyordu.

Cunta lideri George Papadopoulos’un sadece 1952’den beri CIA bordrosunda olmakla kalmayıp, İkinci Dünya Savaşı sırasında da Nazi’lerin eğittiği bir güvenlik taburunda görev yaptığı biliniyor. Bu birlikler başta komünistler olmak üzere tüm direnişçileri katletmek için kurulmuştu. CIA tüm doğu Avrupa’da olduğu gibi, Yunanistan’da da öncelikle Nazi’lerin eğittiği anti-komünist subaylar ile çalışıyordu. Diğer cuntacılar Albay Nicolas Makarezos ile Tuğgeneral Stylanos Pattakos da ABD’ye yakınlıkları ile bilinen subaylardı. Muhtemel Merkez Birliği’nin kendilerini tasfiye ederek yerlerine güvendikleri subayları atamasından da endişelenen cuntacılar böylece harekatı çabuklaştırarak seçimlerin önünü kesmiş oldular. Bunun bedeli ise Kıbrıs’ta geri adım atmaları oldu. Öyle ki darbeden beş ay sonra Kıbrıs krizi tekrar ısınıp da Türkiye’de seferberlik ilan edilince Cunta ABD baskısıyla Kıbrıs’taki Yunan askerlerini geriye çekmeye ikna edildi. NATO’nun güneydoğu kanadı -en azından görünüşte- sağlam kalacaktı.

Akıntıya Karşı: Yunan Albaylar Cuntası ve Kıbrıs

Yunan Kralı Konstantin ilk başlarda darbeye karşı çıkmadı ama aylar geçtikçe Avrupa’nın CIA ajanı olan ilk başbakanı ile çalışmanın prestijini yok ettiğini gördü. Kıbrıs’ta Kasım 1967 krizi biter bitmez bir darbe girişiminde bulundu. 13 Aralık günü kuzeye giderek o bölgedeki birlikleri yanına çekmeye çalıştı. Kimse ardından gelmedi. 24 saat içerisinde Roma’ya giderek sürgün hayatına başladı. Bu konuyu geçerken bunun biraz garip görünen bir darbe teşebbüsü olduğunu eklemeden geçmeyelim. Sadece küçük bir mahalli radyodan duyurulması ve hemen hiç destek görmemesi bunun daha baştan akim kalması planlanmış bir girişim olabileceğini düşündürtmektedir.

Kraldan kurtulan Papadopoulos başbakanlığın yanısıra kral naipliğini de aldı. Ertesi yıl getirdiği anti-demokratik anayasa % 92 oy ile kabul edilirken naipliği Zoitakis’e devretti ama tüm güçler kendisinin ve gizli polis şefi İonnidis’in ellerinde toplanmıştı. Bu ikili iç ve dış muhalefetten yoksun, sonuna kadar baskıcı bir yönetim sergilediler. İşçi sendikaları kapatılarak beşten fazla kişinin toplanması yasaklandı. Basına sansür getiridi, Theodorakis’in şarkıları suç sayıldı, Melina Merkouri yurttaşlıktan çıkartıldı. Askeri mahkemeler kuruldu, işkenceler ayyuka çıktı ve Ege adaları iç savaş sırasında olduğu gibi yine sürgünlerle doldu. O yıllarda moda olan uzun saçlar ve kısa etekler de -bölgemizdeki diğer cuntaların ileride örnek alacağı şekilde- yasaklardan nasibini aldı. Genelde yapılan tüm değerlendirmeler cuntacıların modern dünya ile uyuşamayan kasaba muhafazakarı zihniyetine sahip oldukları şeklindedir. Bunlar herkesin kiliseye gittiği, karmaşık olmayan bir dünyada yaşamayı hayal ediyorlardı. Diğer yandan sabit fiyatlar, artan emekli maaşları, etkin bir bürokrasi istediler ama bu girişimleri enflasyon ve suistimallerin artmasıyla sonuçlandı. Silahlı kuvvetlerde ise geniş bir subay tasfiyesi yapıldı. Kalanlar ister istemez kaderlerini cuntacılar ile birleştirmiş oldular. Andreas Papandreu’ya gelince, Aspida komplosu ile ilişkisi nedeniyle tutuklandı ama yoğun uluslararası baskı nedeniyle sekiz ay sonra serbest bırakıldı. Küçük subaylar solculara işkence edebilir ama Papandreu gibilerine fazla saygısız davranamazlardı...

İlk tanıyan Türkiye'ydi: Yunanistan'da 52 yıl önce Albaylar Cuntası

1968 yılının edebiyata ve tarihe hatıra kalan olayı ise Alexander Panagoulis adlı bir gencin George Papadopoulos’u öldürme girişimiydi. Yakalanarak uzun yıllar işkence gören ve direnen Panagoulis’in hikayesi Oriana Fallaci tarafından “Bir İnsan” başlığı altında kitaplaştırıldı.

Cunta Hollanda ve İskandinav ülkeleri hariç Avrupa yönetimlerinden fazla tepki görmedi. Ancak işkenceler ve insan hakları ihlalleri nedeniyle Avrupa Konseyi’nden çekilmek zorunda kaldı. ABD ise çok kısa bir süre ağır silah sevkiyatına ara verdikten sonra devam etti. 1967 Altı Gün Savaşı’nda İsrail’e silah sevkiyatı hızla sürerken başka türlüsü zaten olamazdı. ABD 1970 yılında Cunta’yı resmen tanıdı ve Atina’ya büyükelçi gönderdi. Yunan asıllı ABD yurttaşları da Cunta’yı çok hararetli bir şekilde desteklemeyi sürdürdüler.

İlgi çekici bir başka nokta da işkenceci Basil Lambrou’nun nutuklarını dinleyen kurbanların anlatılarında bulunmaktadır. Lambrau ABD bayrağı renklerine boyanmış ve el sıkışan yardım sembolü işlenmiş masasının arkasından şöyle bağırırmış: “Dünyada sadece iki taraf var Amerika ve Rusya. Benim arkamda hükümet, onun arkasında NATO, onun arkasında da ABD var. Bize karşı savaşamazsınız. Biz Amerikalıyız.”

1970'LER

1970’lere gelindiğinde Cunta’nın desteği azalmakla birlikte sürüyordu. Papadopoulos Zoitakis’i naiplikten alarak bunu tekrar kendisi üstlendi. Elindeki gücü daha da artırarak diktatörler için tipik olan bir tarzda Savunma, Dışişleri ve Eğitim Bakanlıklarını da kendi eline aldı. Ne var ki bu arada Kıbrıs’ta işler istediği gibi gitmiyordu. Makarios Atina’nın onayı olmadan Çekoslavakya’dan silah alınca araları açıldı. Mısır’dan sonra bir de Libya’da Kaddafi’nin başa geçmesi üzerine NATO Kıbrıs’ta doğu bloku ile yakın ilişkilere göz yumamazdı. Daha önce 1963 Noel katliamı sırasında orada bulunmuş olan Grivas (ki 1941-1944 Alman işgali sırasında Nazilerle işbirliği içerisinde komünistleri öldürmüştü) tekrar Kıbrıs’a dönerek Makarios’u hizaya getirmeye çalıştı ama bu olay ilişkileri daha da gerginleştirmekten başka işe yaramadı. Grivas Türklerle anlaşma yapılmaması konusunda albaylardan çok daha katı bir tutum içerisindeydi ve tam Enosis (adanın Yunanistan’a ilhakı) dışında hiçbir şey duymak istemiyordu. Bunun üzerine Enosis için çalışan EOKA örgütünün içerisinden EOKA-B adlı ikinci bir örgüt oluşturuldu. Kıbrıs Ulusal Muhafızları içerisindeki Yunan subaylarının desteklediği EOKA-B’nin başına, cinayetten hüküm giymiş bir sabıkalı olan eski EOKA silahşörü Nikos Sampson getirildi. CIA’nın bu örgüte de günde altı bin dolar tahsisat verdiğina dair bazı kayıtlar bulunmaktadır. Ne var ki Kıbrıs’tan önce kriz Atina’da patladı.

1973 yılında donanma subaylarının bir darbe girişimi hızla bastırıldıktan sonra 29 Temmuz tarihli bir referandum ile kraliyet lağvedilmişti. Olayların hızlanması öğrenci hareketlerini artırdı. Hukuk Fakültesindeki olaylar büyüyerek Politeknik Üniversitesine sıçradı. 16/17 Kasım gecesi tankların tefakatindeki polis bu okuldaki bir oturma eylemini bastı ve en az 20 kişi hayatını kaybetti. Bu olay Cunta’nın sonunun başlangıcı oldu. Çoğu kişi Papadopoulos’un kontrolu yitirdiğini gördü. Muhalefet ise yaygınlaşmaya başlarken dış baskılar da yoğunlaştı. Bunun üzerine Gizli Polis şefi Demetrios Ioannidis 25 Kasım gecesi bir darbe düzenleyerek Papadopoulos’u tutukladı. Gerekçe Papadopoulos’un 21 Nisan “Devrimi”nin prensiplerinden sapmış olmasıydı. General Phaidon Gizikis Cumhurbaşkanı, Adamantios Androutsopulos ise Başbakan oldu ama gerçek güç İonnidis’in elindeydi. Tekrar sıkıyönetim ilan edildi ve muhalefet üzerine baskılar arttı. Şimdi sıra tekrar Kıbrıs’ta idi.

Ege kıta sahanlığında petrol bulunacağı şeklindeki -sonradan arkası gelmemiş- söylentilerin etkisiyle gerginleşen Türkiye ilişkilerini de hesaba katan Ionnidis Kıbrıs’ta cesur bir darbe ile hem Enosis’i sağlamak hem de iç muhalefeti susturmayı amaçladı. EOKA-B örgütü mensupları 15 Temmuz’da harekete geçerek Makarios’un sarayını ele geçirdiler. Başpiskopos’un çıkan çatışmada öldüğü bildirildi ama bu doğru değildi. Makarios saklanıyordu. Sampson Cumhurbaşkanı ilan edildi. Bundan beş gün sonra 20 Temmuz’da Türk ordusu adaya çıktı. Atina’da savaş çağrıları yükseldi ama Yunan silahlı kuvvetlerinin çaptan düştüğü, savaş için hiçbir hazırlığının olmadığı anlaşıldı. Tam bir fiyasko. Son kozunu oynamış olan Cunta artık yönetimde kalamazdı. 23 Temmuz akşamı Gizikis askeri ve sivil liderleri topladı. Çıkan karar sivil yönetime dönülecek tedbirleri almak üzere Paris’te sürgünde bulunan Konstantin Karamanlis’in çağrılması idi. 24 Temmuz günü Karamanlis döndü ve Yunanistan’ın tarihinde bir sayfa daha kapanmış oldu.

TEODORAKİS ve CUNTA

Yunanistan’ın tanınmış bestecisi Mikis Theodorakis darbe haberini duyar duymaz direniş çağrısı yapan ilk kişilerden birisiydi. Ancak yorgun Yunan halkı sesine karşılık vermedi.

Cunta Theodorakis’i tutukladı ve 13. numaralı Ordu emri ile müziği tüm ülkede yasaklandı. Theodorakis’in müziği kışkırtıcı ilan ediliyor, dinlenmesi suç sayılıyordu. Açlık grevleri, mahkemeler ve uluslararası kampanyalar birbirini izledi. Cunta onu susturamıyordu. Önce bir köyde ikamete mecbur edildi, sonra vereminin daha iyi tedavi edileceği bahanesiyle yeniden hapishane.

Mikis Theodorakis - Golden Collection (Instrumental) - YouTube

Nihayet başa çıkılamayan besteci ülkeden sürüldü. Fransa’ya gitti. Orada Melina Mercouri ve diğer muhalifler ile biraraya geldi. Ne var ki karısı ve iki çocuğunun Yunanistan’da rehin tutulması onun için bir baskı oluşturuyordu. Ancak sonunda her üçü de deniz yoluyla kaçarak Sicilya üzerinden Fransa’ya geldiler. Theodorakis bundan sonra direniş liderlerinden birisi olarak giderek öne çıktı. Sadece ülkesi değil, Şili ile de yakından ilgilendi. Bu ülkede Allende ve Neruda ile tanıştı. Gördüğü yakın ilgi üzerine Neruda’nın Canto General adlı eserinden bazı şiirlerin müzikleştirileceği bir konser projesi geliştirdiler. Ne var ki 1973 CIA darbesinden sonra bu barış konserinin planlandığı Santiago Stadyumu binlerce kişinin öldürüldüğü bir toplama ve işkence merkezi haline getirildi.

Mehmet Tanju Akad

GERCEKEDEBİYAT. COM

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)