Bayan Marie Paris Recillas Pişmiş her zamanki gibi erkenden uyandı. Güneş henüz doğmamıştı. Elini yüzünü yıkadıktan sonra pencereden üniversite binasına ve kampusa bir göz attı. Kimseler yoktu. Kendisi gibi bir bilim insanı (matematikçi) olan kocası Felix ölüp kendisi de emekli olunca uzun yıllar çalıştığı bu üniversite ‘hocaların hocası’ unvanını verdiği Bayan Paris Pişmiş’e hizmetlerinin karşılığı olarak üniversite kampüsünde küçük bir daire tahsis etmişti. Yemeklerini de yemekhaneden gönderiyorlardı. Yaşlı bir kadındı, dışarı zorlukla çıkıyordu. Buradan kampüsü, öğrencileri seyretmeyi seviyordu. Bir düşkünler evinde kalmaktan çok daha iyiydi böylesi. Arada bir onu seminerlere davet ediyorlardı, bazen de yetiştirdiği hocalardan biri gelip onun görüşünü alıyordu. Bunun dışında burada günler anılara dalmak, televizyonda belgesel seyretmek ve haberleri izlemekle geçiyordu.

Buzdolabını açıp kahvaltı hazırlamaya koyuldu. Eğitim hayatı boyunca birçok ülke dolaşmış, farklı kültürler, değişik mutfaklar tanımıştı. Bunlara da çoğunlukla uyum sağlamıştı. Ancak kahvaltı deyince Türk usulü kahvaltıdan vazgeçemiyordu. Beyaz peynir, zeytin, tereyağı ve reçel. Ancak çay bu ülkede (Meksika’da) pek bilinmediğinden onun yerini kahve almıştı. Küçükken, Üsküdar’daki evlerinde annesi çay demlediğinde evi saran mis gibi demli çay kokusunu hatırlıyordu. Bu koku gelince çocuklar okula yetişmek için yataktan fırlar, evi bir telaş sarardı. Babasına göre sıkı bir kahvaltı öğrenciler için vazgeçilmezdi. Sucuklu veya pastırmalı yumurta yemeleri için onları zorlar, çocuklar ise okulda ağızlarının kokacağını söyleyip bundan kaçınırlardı. 

Ablası yedi yaşında okula başladığında kendisi beş yaşındaydı. “Ben de okula gideceğim” diye kıyameti koparmıştı. Babası onunla baş edememiş sonunda okul müdürüne rica edip onun da kaydını yaptırmıştı. Paris hemen okumayı sökmüştü, matematik problemlerini çözmede ablasına yardım bile ediyordu. Müthiş bir belleği vardı. Bu, öğretmeninin hemen dikkatini çekmişti. Bir keresinde, okula gelen bir müfettişi etkilemek için öğretmen bir şiir okumuş sonra da Paris’e dönüp: “Bu şiiri tekrarlar mısın, kızım?” demişti. Paris hiç teklemeden, hatasız şiiri okuyuvermişti. Müfettişin gözleri şaşkınlıkla açılınca öğretmen: “Müfettiş Bey, Paris bu şiiri ilk defa duyuyor. İsterseniz siz de bir şiir okuyun, onu da derhal tekrar etsin,” deyince müfettiş allak bullak sınıftan çıkmıştı. Evet, diye düşündü. Gerçekten müthiş bir belleğim vardı. Hiçbir şey ondan kaçamıyordu. Üniversite hayatımda ve sonrasında en güçlü silahımdı o. 

Okulda arkadaşları onun PİŞMİŞ soyadıyla alay eder, onu kızdırırlardı. Bir keresinde bunu babasına söyleyip soyadlarını değiştirmesi için yalvardığında babası gülmüş ve şöyle demişti: “Marie, kızım, sen onlara aldırma, onlar bilmiyorlar. Bu soyadı bizim onurumuz. Dedem Abdülaziz’in Maliye Bakanıydı. Sultan yaptığı hizmetler ve başarılar için dedeme bu adı verdi. Olgunlaşmış, deneyimli kişi anlamına gelir bu söz. Sen üzülme, tam tersine soyadınla övün!”   

Kendi yağıyla kavrulan bir aileydi. Şimdi düşünüyordu da babasının onu ilk okuldan sonra Üsküdar Amerikan Kız Kolejine kaydettirmesi aileye hayli külfet getirmiş olmalıydı. Ama babası ona güveniyordu, ondaki cevheri fark etmişti. Paris de kolejden birincilikle mezun olarak bunun karşılığını vermişti.  

Ancak kolejden mezuniyeti yeni sorunlar doğurmuştu. Paris üniversiteye gitmek istiyor, babası ise buna şiddetle karşı çıkıyordu. “Ne demek üniversite?” diyordu. “Orada kadın erkek birlikte tahsil yapıyorlar. Yakışır mı böyle bir şey bizim aileye? Sen sanata yönel. Yeteneğin de var. Özel resim dersleri aldırayım sana. Kadınlara güzel sanatlar daha çok yakışır. Veya istersen piyano dersleri. Neymiş matematik? Bir kadının matematikçi olduğu nerede görülmüş?” 

Oysa kolej yıllarında bu derse âşık olduğunu, rüyalarında bile problem çözdüğünü babasına nasıl anlatabilirdi? Geometriye başlamak onda bir aydınlanma etkisi yaratmıştı. Geometride her şey açıktı; izlenecek yol belli ve bu yoldan sonuca ulaşmak çok zevkliydi. Kolejdeki matematik öğretmeni mezun olurken ona: “Paris,” demişti, “sende müthiş bir matematik yeteneği var. Buna ben bile hayranım. Bu bir Tanrı vergisi. Bunu değerlendirmen gerek.”  “Öğretmenim, bunun için nereye gitmeliyim?” diye sorunca da öğretmenin yanıtı kısa ve kesin olmuştu: “Tabii ki, Darülfünunun Fen Fakültesi Riyaziye Bölümüne,” demişti. Ama şimdi babası bir duvar gibi önünde duruyor, Nuh diyor peygamber demiyordu. 

Aylarca odasına kapanıp ağladı. Evde kimseyle konuşmuyor, yemek yemiyordu. İğne ipliğe dönmüştü. Bir aşk acısı yaşıyordu sanki! Şimdi düşünüyordu da ağır bir depresyon geçiriyordu belki de. Sonunda babası pes etmiş kızının riyaziye bölümüne kaydolmasına razı olmuştu. 

Gülümsedi. “Ah, canım babacığım. Beni bu kadar üzmeden kabul etseydin ne olurdu sanki?” diye mırıldandı. Kızın Türkiye’de ilk kadın matematikçi oldu. Okuldan birincilikle mezun olduğumda ne kadar gurur duymuştun…” 

Dikkat etti, yine kendi kendine konuşuyor, yüksek sesle düşünüyordu. “Eh, yaş oldu seksen sekiz,” dedi kendi kendine. “Yine iyi sayılırım. Görme ve işitme kaybı dışında sağlığım iyi. Hâlâ seminerlere katılıyorum. Az şey mi bu?” 

Babacığı annesi gibi çoktan toprak olmuştu. Neyse ki onlar ölene kadar ilişkiyi sürdürmüş, her yıl yaz aylarında İstanbul’a gitmeyi ihmal etmemişti.  

Fen Fakültesinin Matematik ve Astronomi Bölümüne başladığında hayat çizgisi artık belirmeye başlamıştı. Kendisinden başka bir kız öğrenci daha vardı. O zamana kadar öğrendiği İngilizce, Fransızca ve Almanca (Türkçe ve Ermenice dışında) ona yeni kapılar açacaktı. O yıllarda (1933) Darülfünun İstanbul Üniversitesi adını almıştı, Paris o yıl lisans diplomasını aldı. Nazi Almanya’sından kaçan bilim adamları İstanbul Üniversitesinde ders vermeye başlamışlardı. Paris ders veren Alman hocalara tercümanlık yapıyordu. Gökbilimci Freundlich’e asistanlık yapmaya ve ondan gökbilimi dersleri almaya başladı. Freundlich ona bir öneride bulundu. “Miss Paris, biliyorsunuz, galaksimizin döndüğünü Ian Oort 1928’de hesapladı. Fakat o formüllerine K terimini koyuyordu, bu terimin de sıfıra çok yakın olması gerekiyordu. Bazı yıldızlar değişik yönlere giderler ama ortalama bir dönme hızı bulunur. K teriminin sıfıra çok yakın olması gerekirken bu böyle olmuyor. Bazı parlak yıldızlarda K terimi +5, +6 hatta +7 oluyor. Bundan da galaksi sirküler olarak dönmüyor sonucu çıkıyor!  Size önerim doktora tezinizi bu konuda yapınız. Zor bir konu ama başaracağınıza inanıyorum.” 

Gerçekten zor bir konuydu. Doktora tezi ‘parlak’ bulunup kabul edilmiş, doktor unvanını elde etmişti ama profesör olduğu zaman bile bu konunun bazı yönleri hakkında derin düşüncelere daldığı olurdu!  

Bay Freundlich Bir gün ona: “Miss Paris, artık doktor oldunuz. Harvard üniversitesinde doktora sonrası araştırma yapmak ister misiniz? Orada dostlarım var. Size yardımcı olabilirim,” demişti. 

“Çok isterim hocam ama bilmem ki ailem ne der? Ben şimdiye kadar İstanbul’dan hiç ayrılmadım.” 

“Bir gün ailenizi ziyaret edeyim. Sanırım onları ikna edebilirim.” 

Üç gün sonra Üsküdar’daki evlerine gidip ailesiyle tanıştı. Onlara: “Kızınız büyük bir yetenek,” dedi. Buralarda harcanması yazık olur. Ben onu doktora sonrası çalışma için Harvard Üniversitesine gönderebilirim. Duymuş olmalısınız, bu üniversite dünyaca tanınmış bir bilim yuvasıdır.” 

Sonunda aile kabul etmiş böylece ona yeni dünyanın yolu gözükmüştü. Uzun bir gemi yolculuğundan sonra artık Amerika’daydı. 

Bir hafta önce kendisiyle röportaj yapmak isteyen bir Türk gazeteci kadına o günleri şöyle anlatmıştı.  

“Harvard Üniversitesinin Gözlemevinde çalışmaya başladım. Çok düşük bir maaş alıyordum, geçim sıkıntısı çekiyordum. Ama bu umurumda bile değildi; sevdiğim bir işi yapıyordum, ayrıca gökbilim alanında ünlü isimlerle birlikte çalışıyordum. Bu bir yıl bana çok şey kazandırdı. Artık Türkiye’ye dönmem gerekiyordu. İstanbul Üniversitesine beni işe alıp almayacaklarını soran bir yazı yazıldı. Gelen yanıtta bunun mümkün olmadığı yazılıydı. Nedenini tahmin etmiştim. Ben bir Ermeniydim!” 

Paris Hoca’nın bu sözü üzerine gazeteci Sinem Hanım ile birlikte olan Serhat Bey söze karıştı. Söyleşiye gelirken Sinem Hanım Büyükelçilikte görevli Serhat Bey ile birlikte geleceklerini, Serhat Bey’in kendisiyle tanışmak istediğini söylemişti Paris Hoca’ya. 

“Hocam,” diye saygılı bir tavırla araya girdi Serhat Bey. “Merak ettim. Türk vatandaşlığından çıktınız mı?” 

“Asla,” diye yanıtladı Paris Hoca. “Babamın vasiyeti var. Türk vatandaşlığından asla çıkmayacaksın, yoksa sana hakkımı helal etmem, demişti. Ancak eşim dolayısıyla bir de Meksika vatandaşlığı aldım. Çifte vatandaşlığım var yani. Atlantik’i aşmanın zorluğunu göze alarak her yıl mutlaka doğduğum topraklara, Türkiye’ye giderdim. Ama artık yaşlı bir kadınım. Buna mecalim yok.” 

Sonra kaldığı yerden sürdürdü anlattıklarını: “Tam o sırada İkinci Dünya Savaşı patladı. Babam mektubunda, 'Üniversitenin seni kabul etmemesinde bir hayır var belki de' diyordu. ‘Amerika daha güvenli. Bir süre daha kal orada.' Böylece Harvard çalışma süremi iki yıl daha uzattı. Gözlemevinde yıldız kümelerini inceliyordum. Bu arada Harvard’da Felix Recillas adında Meksikalı bir matematikçi ile tanıştım. Almanca öğrenmek istiyordu. Ona ders vermeye başladım. Birkaç ders vermiştim ki bana evlenme teklif etti! Yıl 1941. Evlenip Meksika’ya gittik. Orada Puebla eyaletinde yeni kurulan bir gözlemevinde çalışmaya başladım. Yıldız kümeleri üzerinde yoğunlaşmıştım. Güney yarımkürede yirmi yıldız kümesi keşfettim, bunların konumlarını belirledim, kataloglara kaydettim. Bu yıldız kümelerine benim adım verildi. Pişkin soyadımın ilk hecesi olan PIS rumuzuyla kayıtlara geçti bu yıldız kümeleri. PIS1, PIS2, PIS3… PIS23.” 

Burada Serhat Bey yine söze karıştı: “Adınız yıldızlara verilmiş, hocam. Ne kadar gurur duysanız yerinde.” 

Gülümsemişti. “Evet, Yıldızlara verdiler adımı. Yaşlı bir kadınım. Ölsem de yıldızlarda yaşayacağım artık.”  

“İki kızım oldu. Onlar da benim gibi gökbilimci oldular, torunum da öyle. Yani üç kuşak gökbilimci bir aileyiz. 1946 yılında yeniden araştırma ve hocalık için Amerika’ya gittim. Kara delikler ve kara madde üzerinde çalıştım. Bu arada dünyanın farklı ülkelerinde dersler verdim. Buna Türkiye ODTÜ ve EGE Üniversitesi de dahil. Antalya’da gözlemevinin kuruluşuna da hizmet ettim. En son Meksika’da Ulusal Özerk Üniversitesine bağlı Tacubaya gözlemevinde yönetici olarak görev yaptım, üniversitenin gökbilim bölümünü kurdum. Uluslararası Gökbilimciler Birliği Meksika Komitesi Başkanı seçildim. Atmış yıllık çalışma hayatım sonunda emekli oldum, üniversitenin bana ayırdığı bu dairede son günlerimi geçiriyorum. Bazen seminerlere katılıyorum, gençlere yol gösteriyorum. Bir bilim insanı emekli olamaz.” 

‘Meksika Gökbiliminin Anası, Üstat, Hocaların Hocası’ olarak adlandırılan Marie Paris Recillas Pişmiş’in hayat öyküsü işte böyleydi.  

Söyleşi bitince Gazeteci Sinem Hanım mutfağa girip beraberinde getirdiği çayı demlemeye, pastayı servis etmeye koyuldu. Bu arada Paris Hoca ile Serhat Bey arasında usulca bir sohbet başladı. 

“Değerli Hocam,” diye söze girdi Serhat Bey “ömrünüzü bilime, gökyüzüne adamışsınız. Bu her türlü övgüye değer.  Merak ettiğim bir şey var. Bu konuda herkes farklı bir şey söylüyor. Sizin düşüncenizi öğrenmek isterdim. Başka gezegenlerde hayat var mı? Bizler gibi zeki veya daha zeki yaratıklar olduğuna inanıyor musunuz?” 

Paris Hoca buna kısa ve net bir yanıt verdi: “Bu konuda yeterli veri yok. Evet veya hayır demek mümkün değil.” 

“Peki, sezgileriniz, inancınız size ne fısıldıyor bu konuda?” 

“Biz bilim insanları yalnızca verilere itibar ederiz, efendim. Matematik formüllere, laboratuvar deneyi sonuçlarına bakarız. Bu çevrede din, inanç ya da sezgiler bize eksi puan olarak döner, alnımıza yapışır! Kimse böyle bir şeye cüret edemez.” 

“Anlamıyorum,” dedi Serhat Bey “yıldızlar birer ateş topuysa, gezegenler büyük bir kaya parçasıysa bir insan hayatını bunlara neden adar? Toplu iğne kadar bir ışık parçasının dünyaya uzaklığını, ısısını, dönme hızını neden merak eder? Ayrıca bütün evrenin belirli yasalara göre çalıştığını, bunun matematik olarak formüle edildiğini söylüyorsunuz. Peki, bu yasaları koyan kim?” 

Gülümsedi. “Anlıyorum, Serhat Bey. Siz beni metafiziğe çekmek istiyorsunuz. Oradan da dine. Bu ilgimi çeken bir konu değil. Babam, annem, eşim Felix yıllar önce öldüler ve toprağa karıştılar. Onlardan hiçbir haber almadım. Rüyalarıma bile girmediler. Ben de ölünce cesedimi solucanlar, kurtçuklar yiyecek. Topraktan geldik, toprağa karışacağız. Bu konuda emin olduğum tek şey bu.”   

*** 

Serhat Bey yıllar sonra Paris Pişmiş’in 1988 yılında Mexico City’de öldüğünü bir yerde okuyunca bu kısa sohbeti hatırladı. Demek ki bu konuşmadan kısa bir süre sonra ölmüştü. Böyle parlak bir beynin nasıl olup da maddeye saplanıp kaldığına, onun ötesine geçemediğine hayret etti. Yazıda Paris Pişmiş’in cesedinin, vasiyeti üzerine, yakıldığı anlatılıyordu. Külleri de gökyüzüne, o çok sevdiği gökyüzüne savrulmuş…  

Sedat Erden 
Gercekedebiyat.com 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)