Yazınsal Aşırma / Prof. Dr. Kubilay Aktulum
(...) Yazarlar arasında adları “aşırmacı yazar” arasında en çok anılanlar Laurence Sterne, Diderot ve Voltaire olmuştur. Özgünlük arayışında olduğunu açıkça dile getiren, buna karşın aşırmaya başvuran Rousseau’nun adını da bu listeye eklemek gerekir.
(...)
Aşırmanın düşünme, özgün bir yapıt ortaya çıkarma yolu olarak benimsendiği andan başlayarak, başkalarının yapıtlarını kullanmayla yetinmek kimi zaman benimsenen normal bir yol olarak görülmesine karşın, tek düşünme biçimi olarak daha önce söylenmiş olana yaslanmak patolojik bir durum sunar. Schneider’in söylediğine bakılırsa. “Kopyacı yazar” biçiminde tanımlanan aşırmacı, durmadan başka modellere, usta yazarlara yaslanandır. Aşırmacı okuyan, ancak okuduğunu anlamayan, acelesi olan, bir an önce ün kazanma düşü kuran kişidir. Yaşamı alıntılar, başkalarının sözcükleri üzerine kuruludur. Sözünü edeceğimiz roman kahramanlarından kimileri yaşamlarının alıntılar üzerine kurulu olduğunu açıça dile getirirler. Hep yazmak ister, ancak önce düşünce, ardından yazma güçlüğü çekerler.
Aşırma kavramının henüz yüz kızartıcı bir suç olarak görülmediği XVIII. yüzyılda Laurence Sterne Tristram Shandy’de, Chambers’in 1728 yılında yazdığı l’Encyclopédie’den, Burton’un Anatomy of Melancholy’sinden aşırdığı çok sayıda unsura yer verir. Chambers ve Burton’dan kaynak belirtmeden pek çok unsur alıntılamışsa da, Sterne’in yapıtını da yağmalayan yazar sayısının oldukça fazla olduğunu belirtmek gerekir. Yapıtın öyküsü, türü, kişileri, sözdizimi, sözcükleri, tonu, hatta noktalama işaretleri bile başka yazarlarca kopyalanmıştır. Onun noktalama işaretlerini kullanma biçimini taklit eden yazarlardan birisi Poésie Ininterrompue’de Paul Eluard olmuştur. Eluard noktaları art arda dizme biçimini Sterne’e borçludur. Dünya Nimetleri’nin sonunda Gide aynı yola başvurur.
XIX. yüzyılda daha pek çok yazarın bu yola başvurdukları görülür. Geçimlerini çeşitli dergi ve gazetelere, yayınevlerine yazılar yazarak sürdürmek zorunda olan, yazdıkları metinlere olabildiğince bir gerçeklik havası katmaya uğraşan (çünkü bu yüzyılda gerçekliğe temel bir eğilim vardır), her ayrıntının bir gerçeklik etkisi yaratması uğraşında olan Zola, Balzac, Chateaubriand, Dostoyevski gibi yazarlar zengin içerikli yapıtlar ortaya koyabilmişler; ancak çeşitli kaynaklardan yüzlerce sayfa alıntıya olduğu gibi, kaynak belirtmeden yer vermişlerdir. Olayların geçtiği yerleri ayrıntılarıyla betimleme, bir tür tarihsel belge yazma uğraşında olan Zola’dan başka Balzac yüzlerce sayfa yazıyı kopyalamaktan geri durmamıştır. Dostoyevski esinlendiği çeşitli olayları kopyalamış, Balzac l’Envers de l’histoire contemporaine’i yazarken Combray Aquet de Férolles davasıyla ilgili olarak savcı Chapais Marivaux’nun konuşmasını sözcüğü sözcüğüne metnine geçirmiş, Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti’nde la Vie de Vidocq’tan pek çok kesiti aşırmış, Béatrix’de ise Gautier’nin Portraits Con-temporains’inden kesitleri aynı biçimde kullanmıştır.
Aşırma yoluna giden bir başka yazar Maldoror’un Şarkıları adlı yapıtında Lautréamont olmuştur. Lautréamont, Vol-taire’den, Vauvenargues’dan, Pascal’dan alıntıladığı kesitleri sözde “düzeltmek”, “yanlış anlamın yerine doğrusunu” koymak amacıyla yenidenyazar!
(...)
Kimi yazarlar gerçekten de etkilendikleri başka yazarları ortadan kaldırma, adlarını unutma yoluna gitmişlerdir. Céline’in yapıtlarını büyük bir hayranlıkla okumuş olan Sartre, onun kendi üzerinde yarattığı etkiyi bastırmış, adını unutmak istemiştir. Sartre gibi kimi başka yazarlar okudukları yazarların etkilerini yoksaysalar da, yapıtlarında onları tümüyle gizlemeyi başaramamışlardır. Sartre, severek okuduğu Yahudi düşmanı Céline’in yapıtlarını belleğinden silmek istemesine karşın, Jacques Lecarme’ın belirttiği gibi,[1] bunu tümüyle başaramamıştır. Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk adlı romanını okuduktan sonra Sartre, Bulantı’da “canlı ve konuşma diline yakın bir yazı” yöntemi kullanır. L’Eglise’in bir tümcesine tanımlık biçiminde yer vermesine karşın Sartre, bu romanı hiç okumadığını ileri sürer; yer verdiği tanımlık ikinci elden kendisine aktarılmıştır. Sartre sürekli olarak Céline’in kendisi ve yapıtı üzerindeki etkisini yadsısa da yapıtında Céline’in romanlarındaki izleklerin izlerine yoğun olarak rastlanır, onun kimi izleklerini yapıtlarında yineler. Lecarme, Sartre’ın Bulantı’sı ile Céline’in l’Eglise’inde kimi yapılanmaların, kimi durumların benzeştiklerini belirtir. Akıl Çağı’nda ise “yapışkan, kusmuk, sızıntı izleklerinin iki farklı yazıda ortak bir tiksinti estetiği”[2] altında bir araya geldiğini söyler. Aynı sözcükler aynı şiddet düşüncesini anlatır.
Céline
Yazarlar çoğu zaman okudukları, birlikte oldukları önceki dönem yazarları olduğu kadar çağdaş yazarlardan da etkilenmekten kendilerini tümüyle kurtaramazlar. Flaubert’in yapmaya çalıştığı gibi bir yazar geleneksel yazma yöntemlerinden, yazınsal okullardan, düşünce akımlarından kendilerini kurtarmayı başarabildikleri anda özgünlüğü (özgürlüğü) yakalar. Bununla birlikte kendi özgünlüğü için gerekli kimi unsurları bu bağlamda –gelenek, yazınsal okul, düşünce akımı– bulur. İyi tanıdığı yazarlardan tümüyle koptuğu gibi, onlarla az çok çatışmalı ilişkiler kurar. Ancak bir yazarın biçemi tek başına, kendiliğinden oluşmaz, öteki biçemlerin ışığında, öteki biçemler ortadan kalktıktan sonra oluşur.
Yazar bir bakıma gerçekleştirdiği dönüştürme işleminin ardından modelini ortadan kaldırır, ancak aynı zamanda bir yazardan ötekine bir sürerliliği de sağlamış olur. Öteki yazarı öldüren yazar, yeni bir yazar olur. Eski bir biçemi hiçe sayarak yeni biçemler ortaya çıkar. Özgün bir yazar olmak, alıntı unsurları kendince dönüştürmek ve yeni bir düzen içerisine sokmak, kısacası yeni bir biçem yaratmaktır. Yeni anlam alanları bu biçimde yaratılır. Ancak bir biçem tümüyle bir yazarın öncellerinden kopmasıyla ortaya çıkmaz. Çoğunlukla önceki dönem yazarlarının yapıtlarından alınan unsurların yeni bir birleşim düzeni içerisine sokulmasıyla yaratılır. Sonuçta her düşünce bir dizi göndergeye bağlanır. Başka yapıtlardan kaynaklarını tüketmeyen yapıt yoktur. Potansiyel Yazın yazarları manifestolarında aşırmaya yer vermeseler de onun yazının istenmeyen, ancak kaçınılmaz bir davetlisi olduğunu söylemeden edemezler. Aşırma gerçekten de günümüzde yazarlar arasında o denli tabu bir konu durumuna getirilmiştir ki kimi yazarlar, göreceğimiz gibi, onu romanlarında temel bir izlek olarak ele almaktan geri durmamışlardır.
Yapıtlarında aşırmayı bir izlek olarak kullanan yazar sayısı oldukça fazladır. Burada yalnızca birkaçına değinmekle yeti-neceğiz. Yazınsal bir motif olmaktan öte, aşırma yazarların, dolaylı olarak, saplantılarını, bu yöntem karşısındaki tutum-larını, düşüncelerini açığa vurdukları bir yol olur. Aşırma izleğini odak yapan, bir aşırmacının içinde bulunduğu ruhsal durumu betimleyen, hem aşırma yapanın hem de etki, etkilenme kaygısıyla yazma güçlüğü çeken yazarların, yazar adaylarının ruh durumları konu edinen çok sayıda roman bulunmaktadır.
Aşırmacı başkalarının sözcüklerine bağımlı duruma gelmiş kişidir. Durmadan başka, ünlü yazarlara özenen, onlar gibi olmayı düşleyen, kendisi de ünlü bir yazar olma düşünü gerçekleştiremeyince başkalarının yapıtlarına yaslanan, onlardan aşırma yapandır. Varolduğunu ileri süren, başka “ben”lerin yerini alan “ben”, yalan bir yaşam sürer. Aşırmacı bu tür bir yaşam sürdüğünün de ayrımındadır. Başkalarının yapıtlarıyla, başka yapıtlardan alıntıladıklarıyla oynar, ancak sürekli olarak hilesinin açığa çıkacağı kaygısını duyar. “Bir hastalıktır aşırma”,[3] kimliğin, kendi kimliğinin yok olmasıdır, hem ötekinin ve yapıtının hem de kendinin ölüme gönderilmesidir. Değineceğimiz yapıtlarda aşırmacının özetlediğimiz bu özelliklerini rastlarız durmadan.
Henri Troyat aşırmayı Le Mort saisit le vif adlı romanının konusu yapar. Troyat bir başkasına bağlanmanın trajik so-nucunu konu edinir. Jacques Sorbier, ölen lise arkadaşı Georges Gallard’ın karısı Suzanne ile evlenir. Ölümünden üç yıl sonra Suzanne para ve ün kazanmak amacıyla, aslında usta bir yazar olan, ancak yazdıklarını yayımlamak istemeyen eski eşinin yazdığı bir romanı yayımlaması için Jacques’a verir. Jacques’dan Galard’ın yerine kendi adını yazmasını ister, çünkü roman onun adıyla yayımlanırsa, anne ve babasının yazarlık haklarını almak isteyeceklerini ileri sürer. Jacques önce bir aşırmacı olmak istemez, Suzanne bunu bir törel sorun değil, ticari bir iş olarak görmesini söyleyip Jacques’ı kitabı kendi adıyla yayımlamasına razı eder: “Bir şey, bir aşırmacı olmak istemiyorum. Başkasının yapıtını istemiyorum.”[4] Jacques, Georges’un yazdıklarını hiç değilse kopyalayarak bu hilenin verdiği sıkıntıyı azaltmayı düşünür. Galard’ın kitabında birkaç nitelemeyi ve eylemi değiştirmekle yetinir. Romanı La Colère başlığıyla yayımlar. Ancak sürekli olarak başkasının yapıtını aşırmanın yarattığı kaygıyı duyar; böyle bir hileye başvurmanın yarattığı tehlikenin bilincindedir. Önceleri yaptığı aşırmada bir sakınca görmez. Oysa başkasının yapıtına kendi adını yazarak bir başkası olmuştur.
Yayınevi sahibi Prieur kitabı olağanüstü bulur; kitap yayımlanır. Ancak Jacques’ın yaptığı aşırma onda bir saplantı durumuna gelir. Gerçek bir yazar olamadığının ayrımına varır, hep gerçek yazarlara özenir ve onları kıskanır. Aşırmacılık yapmak ona acı ve utanç verir. Yaşamı bir yalan görünümüne bürünmüştür birdenbire: “Tüm yaşamlar yalan üzerine kurulmuştur, yalanla beslenir, yalanla canlı tutulur. Birisi hiçbir zaman sahip olmadığı soylu bir ünvana, bir başkası kendisinde olmayan bir yeteneğe, bir üçüncüsü ise sadece düşünde sahip olduğu bir kadına sahip olmakla övünür. Bu gizli hileler onların yaşam nedenleri ve gücü olur. Yaşamlarına onları ötekilerden ayıran şiir katar. (…) Ben de onlar gibi yalanla yükseldim, ün kazandım. Bir başkasının kitabına adımı yazdım. (…) Yalan duyumsanır bir gerçekliğe dönüştü. (…) Yalan ikinci bir ger-çeklik durumuna geldi. (…) Bu kitap benim kitabım oldu, Galard hiç varolmadı.”[5]
Kitap yayımlandıktan sonra büyük başarı elde eder: Maupassant ödülüne aday gösterilir ve ödülü kazanır. Ün ve para hem Jacques’ı hem de Suzanne’ı büyüler. Bununla birlikte Jacques okuru aldattığı, onun parasını çaldığı için utanç duyar. Kitaba yazdığı tek parağrafı gururla okur; okurlar belki de tek bu parağraf için kitabı beğenmişlerdir.
İlk kitabın başarısının ardından kendisinden yeni bir kitap yazması beklenir. Ancak Jacques beklenen romanı bir türlü yazamaz; yazdığı Nuit Noire başlıklı romanı ise oldukça kötü bulunur ve yayımlanmaz. Yalanı, sahte ünü onu mutlu etmez. Her şey alıntıdır onun için, bundan utanç duyar. Eski kimliğine dönmeyi ister.
Bir gün genç bir kadın kendisiyle görüşmek için evine gelir. Galard’ın eski bir hastasıdır gelen, Jacques’a ona anlat-tıklarını neden romanının konusu yaptığını sorar. Başına gelenleri neden kitabında kullandığını, kimin kendisinden ona söz ettiğini sorar. Gelen, Nicole Domini adında birisidir, adresi kitaptakinin aynısıdır. Jacques maskesinin düşeceğinden kaygı duymaya başlar. Yalnızca bir başkasının kitabını değil, onun geçmişini, yaşamını, her şeyini çalmıştır. Yaptığı hırsızlığı katlanılmaz bulur.
(...)
Tek itirafı romanının kahramanı, yaşamını çaldığı Nicole’e yapar. Artık yalan içinde yaşayamayacağına inanır. Suzanne, Nicole’e âşık olan Jacques’dan ayrılmamak için Galard’ın mektuplarını vermeye sonunda razı olur. Jacques önce reddetse de para kazanmak ve yeniden ünlenmek için mektupları kendi adıyla yayımlamayı düşünür. Ancak Galard’ın hayali her yerdedir. Nicole ve Suzanne onu sürekli gözünün önüne getirmektedirler. Sonunda hem Nicole’den hem Suzanne’dan ayrılıp eski işine döner. Yaşadığı bunalımlı günlerini anlattığı günlüğünü Suzanne’a bırakır.
Troyat aşırmayı törel bir sorun olarak ele alır. Aşırma bir suçtur, yarar getirmez. Aşırmacının ünü sahte bir ündür, yalandır. Okur ve yayınevi sahibi yeteneğin ne olduğunu bilir. Coignet, Maupassant ödülünü kazanamamasına karşın yazdığı oyunu seyircilerin, hatta Jacques’ı aşırmaya iten Suzanne’ın bile büyük bir coşkuyla alkışlaması, ürün vermeyi sürdürmesi, buna karşın Jacques’ın bir türlü ses getirecek yeni bir roman yazamaması bunu kanıtlar. Gerçek yazarlıkta hile olası değildir. Jacques’ın yazdığı ikinci romanın, kendi romanının başarısız olmasıyla taşlar yerine oturur, gerçek yazarın kim olduğu yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar; vasat yazar (Jacques) ise gözden düşer.
Tahsin Yücel
Troyat’nın yalan üzerine kurulu romanının bir değişkesi, yine yalan üzerine kurulu Tahsin Yücel’in Yalan başlıklı romanıdır. Kolejdeki yakın dostu Yunus’un dil konusundaki bir kuramını kendisine mal eden, onun kuramıyla Uluslararası Dilbilim Günleri’ndeki konuşmasıyla adını duyuran Yusuf Aksu, ülkenin en ünlü dilbilimcisi ve bilim adamı olarak bilinir. Çevresine kapalı, bildikleri ansiklopedilerden öğrendiklerinden öteye geçmeyen, en ünlü ozanların, yazarların adlarından haberi olmayan, ya arkadaşının ağzından işittiği tümceleri yineleyen ya da ansiklopedilerde, bir televizyon programında aklında kalan tümceleri aktaran olağanüstü belleğe sahip birisidir. Yakın dostu on yedi yaşında öldükten sonra hep onun söylediklerini yineler, onun dil konusundaki düşüncelerini kendi düşünceleriymiş gibi aktarır: “Yusuf Aksu’nun kimliği büyük ölçüde unutulan arkadaşının kimliğiyle karıştırıldı.” “Ak kâğıt üstüne kara kalemle yazılmış gibi, belleğinde, daha da iyisi, gözlerinin önünde, Yunus’un tümceleri belirdi.” “Yunus’un sözlerinin gerisi de sözcük sözcük gözlerinin önün-deydi.”; “Yunus’un bir tümcesi daha geldi diline.”; “Yunus’un yıllar önce Türkçe öğretmenine verdiği yanıtı yineledi.”[7]
Yusuf Aksu ünlenir, “köşe yazılarında uzun süre boy gösterir.” Bayram Beyaz ona şunları söyler: “Tüm bilim dün-yası biliyor ki siz büyük bir dilcisiniz.” Bayram Beyaz’la sohbetleri sırasında da Yunus’un tümcelerini yinelemekten geri durmaz. Yusuf Aksu’nun yalanından kimi zaman rahatsızlık duyduğu olur; o da Yunus’tan yaptığı aşırmayı itiraf etmeyi aklından geçirir: “Konuğuna büyük dostu Yunus’u anlatmayı, tüm düşüncelerinin ondan geldiğini, kendisinin, bu yaşında bile, ondan öğrendiklerini yinelemekle kaldığını açıklamayı düşündü, ama (…) açılmayı ertelemeye karar verdi.”[8] Yusuf Aksu le Mort saisit le vif’in kahramanı Jacques gibi yaptığı aşırmadan, yalanından utanç duyar.
Yusuf Aksu, dostu Yunus’un “Evrensel Dilbilim” yazma tasarısını gerçekleştiremez, kendisinden beklenen kitabı bir türlü yazamaz: “Evrensel Dilbilim’in parçaları (…) bir türlü birbirine bağlanmıyordu.”[9] Kitabı olmayan, dostunun kura-mını yineleyerek ünlenen bir dilbilimci olarak bilinir. Ancak Yusuf Aksu, Jacques gibi yalancı rolü oynamaktan bıkmıştır. İnsanların bu korkunç hastalığı dediği şeyden kendini kurtarmak usuna gelir: “Yaptığının bir başka yönü daha geldi usuna: Bu işin içinde bir yalan, başkasının sözünü kendi sözü gibi göstererek başkalarını aldatmaya yönelik bir yalan bulunduğu.” (Aynı sıkıntıyı Jacques da çeker.) Yalanını açığa vurur: “Bunca zaman, istemeden, kendimi de, sizleri de aldattım.”[10] Yunus sadece dilbilim konusundaki kuramının değil, tüm yaşamının bir yalan olduğunu düşünmeye başlar. Sonunda Beşinci Murat’a artık çekinmeden gizini söyler: “Benimki bir çocukluk düşüydü yalnızca, bir arkadaşımla birlikte kurduğum bir düş, daha doğrusu benim değil, arkadaşımın çocukluk düşüydü.”; “Gerçek adını bile bilmediği bu genç adama yıllar yılı hiç kimseye vermediği bir gizi verdiğini ayrımsayarak şaşırdı.”[11] Kuramı yanında kimliği de kuşkuludur Yusuf Aksu’nun. O kimliğinin de bir çalıntı olduğunu düşünür: “Benim yalnız kuramım değil, kimliğim de kuşkulu, daha doğrusu, çalıntı.”; “Evet, böyle, çalıntı…”[12] Yusuf Aksu sürekli olarak ya ansiklopedilerden ezberlediği tümcelerle ya da Yunus Aksu’nun aklında kalan tümcelerini yineleyerek konuştuğundan gerçekte kim olduğunun ayrımına bile varamamıştır. “Kimim ben?” diye sorar.[13] Yusuf Aksu “olmak” (être) ve “görünmek” (paraître) arasındaki ayrımı en trajik biçimde yaşayan birisi olmuştur; tüm yaşamı görünmek eyleminde geçmiştir. “Benimki yalnızca görünmek.”, “Yani gerçekten öyle olmak ve gerçekten öyleymiş gibi görünmek.”[14] Bu trajedi şu tüm-celerde açıklıkla özetlenir: “Böylece, kanı da içinde olmak üzere, Yunus Aksu’nun olan ne varsa, hepsi Yusuf Aksu’nun oluyor, Yunus Aksu’nun varlığında eriyerek neredeyse tümden yok oluyordu.”[15] Yusuf Aksu son sözlerinde bir kez daha yalanını dile getirir: “Evrensel Dilbilim’i ben yazmadım.”[16] Aşırmanın ölmek olduğunu söyleyen Schneider’in düşüncesi, Yusuf Aksu’nun ve Jacques’ın dramında özetlenir.
Pascal Bruckner les Voleurs de beauté’de (Güzellik Hır-sızları) aşırmaya değinen bir başka yazardır. Benjamin Tholon’un tek bir tutkusu vardır: Kitaplar. Kitapları insanlara yeğlediğini açıkça dile getirir. Kuramsal düzlemde Benjamin kitaplar konusunda yapılan klasik ve modern tanımlamalara bağlı kalır. “Kitaplar önceden yazılmıştır.”[17] (La Bruyère’in “Her şey önceden söylenmiştir” tümcesini anıştırır bu tümce). Yetenekli yazarların yapıtları karşısında kendini küçülmüş hisseder. O da yazınsal ün peşindedir, ancak “ne söyleyecek bir şeyi ne yeteneği vardır.”[18] Benjamin sınavlarda sayısız kopyalar çekerek aldığı lisans diplomasının ardından oturduğu mahallede başkaları için aşk mektupları yazarak para kazanır; yazdığı mektuplarda “özgünlük” ve “yenilik” bir zorunluluk olduğundan bu iş için gerekli olan çarpıcı tümceleri okuduğu yazarların yapıtlarından alır. “Yalanlarına” bir yazardan aldığı bir “iltifat”ı, bir başkasının “iltifat”ını, bir başka yazardan bir “özlü söz”ü; Baudelaire’den bir dizeyi ya da Proust’un bir tümcesini karıştırmakta bir sakınca görmez. Çevresinde o denli ünlenir ki bir yayınevi sahibi ona “Victor Hugo’nun sahtesini yazmayı” önerir. Victor Hugo “tarzında”[19] yazarak en titiz Hugo uzmanlarını bile yanıltacak sahte bir yapıt yazmayı tasarlar. Ancak işe koyulduktan kısa bir süre sonra birisi onları ele verir, polis kapılarına dayanır.
“Kendine özgü bir biçemi”[20] olmayan Benjamin, bir gün zengin birisinin evindeki kitapları sıraya koyma işine girişir. Bir ay gece gündüz çalışmasına karşın “D” harfine bile ulaşamaz. Bu sırada aklına bir fikir gelir: “Mademki kütüphaneler dipsiz mezarlıklardır, neden onları insanların hizmetine sunmayalım ki? Neden ölüleri canlandırmayalım, neden artık hiç kimsenin başvurmadığı bu güzel kutsal kalıntıları yağmalamayalım ki?”[21] Başkalarının yapıtlarını yağmalamayı aklından geçiren, tümüyle alıntılarla kurulu bir roman yazmayı tasarlayan Benjamin, bu yola başvurmasının nedenini ve yöntemini şu biçimde özetler: “Mademki her şey yazıldı, yeniden başlamak, yeni düşünceler aramak neye yarar?”, “Yeniden kopyalamak, birleştirip karıştırmak, kısacası, alıp kendisi için kullanmak yeter.”[22] Benjamin yöntemini de uzun uzun özetler: Her yazardan kimi sahneleri, eğretilemeleri defterine not etmek. Hilesinin farkına varılmaması için küçük, kısa şeyleri aşırır, belirlediği bir başka ilke şudur: “Ayrıca kesin bir ilkeye uyuyordum: Sadece ölü yazarlardan aşırma yapmak.”, “Sıradan bir yazın adamının kuşkusunu uyandırabilecek iyi bilinen formüllerden de sakınıyordum.”[23]
Aşırmacının ölçülü olması gerektiği düşüncesinde olan Benjamin, başka metinlerden aldığı/aşırdığı tümcelerle metnini örer, onları süsler, bütünü uyumlu duruma getirir. Başkalarının tümcelerini kendi tümceleri içerisine katarak kimi zaman yeni etkiler yaratmayı da başarır. Bu titiz “kaynaştırma” işleminin ardından aşırdığı yapıtları tümüyle gizlediğinin verdiği rahatlığı duyar. “Hangi çılgın polis bu palempsest içerisinde iç içe sokulmuş yüzlerce parçayı bulup çıkaracak ve yıllarını, hatta tüm bir yaşamı alıntılarımın kökenini evrensel yazının içerisinde arayıp bulacak?”
Benjamin aşırma yaptığı yazarların ünlü yazarlar olduğunu, onlardan aşırdıkları unsurların ise kendisini ünlü yapa-cağını umar. Aşırma onun yazma biçimi, yaşam tarzı olmuştur: “Aşırma, doktor, yalnızca benim yazma biçimim değil, yaşamımın rengidir de. Ben bütünüyle alıntı biriyim (…)”, “Birisi olmasının tek biçimi budur” ona göre.[24] Benjamin başkalarının metinlerinden aşırdığı parçalarla bir roman yazmak düşü kurarken kendi katkısının sözcükleri yeni bir düzen içerisine sokmak olduğunu düşünür: “Kendimce ben de yara-tıyordum çünkü başkalarının sözcüklerini farklı bir biçimde düzenleyerek onlara yeni bir anlam veriyordum. Ancak yazdığım satırların her biri yağmalanan yazarların kanıyla sulanmıştı.”[25] Benjamin’in yazdığı les Larmes de Satan başlıklı kitap ödül kazanır. Eleştirmenlerin kitap konusundaki düşün-celeri olumludur. Ayrışık unsurları o denli iyi birleştirir ki hiçbir eleştirmen bir aldatmacadan kuşkulanmaz. Benjamin “yazın-sal güldürü sahnesine” böyle girer.[26]
Ancak bir gün tanımadığı birisinin, yaptığı aşırmaları tek tek sıralayan Hélène’in mektubunu alınca allak bullak olur. “Size ne 1895 yılında Cenevre’de yayımlanan Pierre d’Arcy’nin Oiseaux enchanteurs başlıklı romanı üzerine kurulu dolantıdan ne de bütünü benzeşik kılma çabanıza karşı görece bir tutarsızlık örneği olan biçeminizden söz edeceğim. Buna karşın yazınızı doldurduğunuz değişik alıntılar ilgimi çekti, gerçekten de dünya yazınının ortak mirasından tüketmişsiniz; ben Proust’tan, Zola’dan, Théophile Gautier’den, Sofokles’ten, Tanizaki’den, Mishima’dan, Moravia’dan, Goethe’den aşırdığınız tümce parçalarının listesini çıkardım, neyse geçelim. Yazdığınız 250.000 sözcükten en fazla 1000 tanesi sizin, bunlar da genellikle bağlaçlar ve zarflar…”[27]
Bu titiz okur karşısında kaygıya kapılan Benjamin kendini çoktan mahkemeye çıkmış, elde ettiği başarının uçup gittiği bir durumda düşünür.
Pascal Bruckner’in kitabı Troyat’nınki gibi baştan sona aşırma üzerine kurulu bir roman değildir. Ancak bir aşırmanın ve aşırmacının geçtiği aşamalar bu romanda da özetle yer alır. Benjamin Tholon kimliğini yitirmiştir, bir hayaletin (aşırılan kişidir bu) yakasına yapıştığını düşünür. Kendisinin bütünüyle bir alıntı olduğunu o da dile getirir.
Jean-Jacques Fiecher’in Tiré à Part’ı aşırma sorununu temel bir izlek durumuna getiren bir başka ilgi çekici romandır. Aşırmanın kimi temel sorunlarını bu romanda yeniden buluruz.
(...)
Bununla birlikte bir yazar yapıtlarının şu ya da bu yazarın yazdıklarından esinlendiği, onlardan yola çıktığı kaygısını sıklıkla duyabilmektedir; kimi zaman da kendi yazma yeteneği konusunda kuşkuya kapılıp kendisini bir aşırmacı olarak görmeye değin vardırır işi. Aşırma onda bir saplantı durumuna gelir. Jacques Chessex’in l’Imitation adlı romanında Jacques-Adoplhe’un, Benjamin Constant’a hayranlık duyan bu yazar adayının durumu budur: “Benim sizinle olan benzerliğimi düşünüyordum, bazen nasıl davranacağım konusunda beni yönlendiriyor ve yaşamama engel oluyordunuz (…) Bu çekim gücünün kaynağı neydi?”[41]
Borges’in bir öyküsünde Pierre Ménard aşırma saplantısından kurtulmak için ilginç yollardan birisine başvurur: Cervantes’in Don Quixote’unun bir bölümünü sözcüğü sözcüğüne yenidenyazmaya karar verir. Ülküleştirilmiş bir yeniden-yazmadır onunki, o denli ülküleştirilmiştir ki Ménard, Cervan-tes’in kendi döneminde kullandığı yöntemleri kullanarak aynı yapıta ulaşmayı ister. Aynı dil, aynı din, aynı deneyimlerden geçmek uğraşındadır: “Aklına gelen ilk yöntem oldukça basitti. İspanyolcayı iyice öğren, Katolik dinini yeniden benimse, Türklerin ve Arapların hilaline karşı savaş, Avrupa’nın 1602 ile 1918 arasındaki tarihini unut, Miguel de Cervantes ol.”[42]
Cervantes ile tam bir özdeşleşme yolunu seçen Pierre Ménard, böylelikle yazınsal rastlantıya hiç yer bırakmayan bir belirlenimcilikle Cervantes’in yapıtına ulaşmayı dener. Yazılmış bir yapıtı önceden kullanılan yöntemlerden yola çıkarak yeniden yazmak, yazını böyle bir çerçeveden gözlemlemek tuhaf bir girişim olmak yanında, doğrudan aşırma sorununa bağlanır. Bununla birlikte bir XX. yüzyıl yazarı olan Ménard’ın böyle bir yazma yöntemi benimsemesi tümüyle aşırma olarak görülmemelidir. Don Quixote’un IX, XXXXVIII ve XXII. Bölümündeki bir parçayı sözcüğü sözcüğüne yazan Ménard kendini yapıtın gerçek yazarı olarak görür: “Don Quixote’den beri kabaca aklımda kalanlar, unutkanlıkla kayıtsızlığın da basite indirgenmesi sonucu, henüz yazılmamış bir kitabın kesinlikten uzak, oluşum öncesi biçimine eş tutulabilir.”[43] Pierre Ménard’ın amacı Cervantes’in yapıtını kopyalamak değil, kullanılan sözcükler açısından özdeş, ancak daha incelikli, daha zengin bir metin ortaya çıkarmaktır. Onun tüm çabası daha üstün bir yapıt ortaya koymaktır: “Nazik selefim rastlantıların yardımını geri çevirmemişti; ölümsüz eserini, kendini dille edebi yaratıcılığın temel akışına bırakarak, biraz da à la diable (baştan savma) oluşturmuştu. Ben tam anlamıyla, onun anlık esintilerle beslenen eserini, yeniden kurmak gibi bir görev üstlendim.”[44]
Ménard, Don Quixote’u yeniden yazarken okuru eğlendirmek, yazılmış bir eserin sahtesini yazmak uğraşında değildir. Başta da anımsattığımız gibi, bu yolla eski bir yapıtın zamansal ve uzamsal yer değiştirmesi sonucunda, XX. Yüzyılda, Fransa’da yeni bir felsefe, yaşam koşulları içerisinde tümüyle anlamsal olarak algılanma biçiminin değişeceğini –Umberto Eco’nun açık yapıt poetikası’nı anımsayalım– vurgulamaktır. Zamansal, süredizinsel bir sapma bile bir yapıtın yeni bir anlam alanı yarattığı savındadır Borges, Ménard aracılığıyla: “Menard’ın Don Quixote’sini Cervantes’inkiyle karşılaştırmak çok şeyi açığa çıkaracaktır. İkincisi şöyle yazmış örneğin (birinci kitap, dokuzuncu bölüm):
…gerçek ki anası tarihtir; zamanla yarışır, eylemlerimizin arşivi, geçmişe tanık, şimdiki zamana örnek olur, yol gösterir, geleceğin akıl hocasıdır.
17. yüzyılda (alaydan yetişme dâhi) Cervantes tarafından yazıldıkta, bu sıralama tarihe düzülmüş bir övgüden başka bir şey değildir. Oysa Menard şöyle der:
…gerçek ki anası tarihtir; zamanla yarışır, eylemlerimizin arşivi, geçmişe tanık, şimdiki zamana örnek olur, yol gösterir, geleceğin akıl hocasıdır.
“Tarih, gerçeğin anası; akıllara durgunluk verecek bir düşünce. William James’in çağdaşı olan Menard tarihin gerçekliğin bir irdelenmesi süreci değil, gerçeğin kökeni olduğunu söylüyor. Ona göre tarihsel gerçek, olup bitenler değildir; tarih, bizim olduğuna hükmettiğimiz olaylardır. Son cümleler –şimdiki zamana örnek olur, yol gösterir, geleceğin akıl hocasıdır– fütursuzca pragmatiktir.”[45] Aşırmayı reddeden, her şeyin önceden yazılmış olanların bir yenidenyazılmasından başka bir şey olmadığına inanan Borges’in tutumu aşırmaya bir tür meydan okumadır.
“Don Quixote’un yazarı Pierre Ménard” başlıklı öykünün kökeninin, Borges’in özyaşamöyküsünü yazan Monegal’e göre, Rémy de Gourmont’un Promenades littéraires’ine uzandığını da ekleyelim. Bu yapıtta yer alan, şair Louis Ménard’a ayrılmış bir yazıda “Yunan trajedilerinin kaybolmuş kimi oyunlarını yenidenyazmaya yeltenmiş ve (kaybolmuş bir yapıtı olan) Prométhée délivrée’nin (Gourmont’a göre) Eschyle’in gerçek Yunanca versiyonunu kullanmak yerine, okura kolaylık olsun diye Fransızca yenidenyazmayı denediğini” yazar.[46] Pierre Ménard’ın yaptığı işlemin benzerini Louis Ménard gerçekleştir-miştir. Borges de, Pierre Ménard gibi, klasik yazarları okumayı ve yenidenyazmayı sever. Gourmont Louis Ménard’la ilgili olarak şunları yazar: “Homeros’u okuyunca, Shakespeare’i düşünüyordu, Hélène’i Hamlet’in şaşkın gözleri önüne çıkarıyordu ve durmadan yakınan Desdémone’u Achille’in ayakları-nın önünde düşlüyordu.” Borges gerçek Louis Ménard’dan düşsel Pierre Ménard’a geçerken yaratıcılığını devreye sokmaktan geri durmaz: “Gourmont’un Ménard’ı küçük bir tohum oldu kuşkusuz, bu tohum çok sayıda başka yazar yardımıyla (Mallarmé, Valéry, Unamuno, belki Larreta da var ve tabii ki Carlyle ve De Quincey), Borges’in Ménard’ına dönüştü.”[47] Borges’in yazısının temel özelliği yanında, başka metinlerden alıntılanan unsurların yeni bir bağlamda dolaylı olarak dönüştürülüp yenidenyazılması yazınsal yaratı ve metinlerarasılık sürecini iyi özetler.
Modern kuramcıların gözüyle bakıldığında 1960’lı yıllarda Fransa’da ortaya çıkan metinlerarasılık kavramı, yazarı aşırma saplantısından kurtarır gibi görünür. Yazar öldükten sonra (Barthes’ın denemelerinden birisinin başlığı “Yazarın Ölümü”dür) öteki anonim yazarlar arasına katılır, aşırma sorunu da böylelikle çözülmüşe benzer.
Gerçekten de Baktin’le başlayan, her söylem başka söylemlere bir şeyler borçludur, söyleşim boyutundan yoksun sözce yoktur görüşü postyapısalcı kuramcıların paylaştıkları ortak bir görüş olmuştur. Postyapısalcılardan önce yazılarında durmadan söylemlerin çoksesliliği olgusunu somutlaştırmaya çalışan Baktin, özne üzerinde düşünce yürütme, bir yetke kurma uğraşında olmamıştır. Dil, ona göre, canlı bir örgendir, başka dillerle (söylemlerle) sürekli etkileşim içerisindedir.
Bu etkileşim dolayısıyla aşırmayı ortadan kaldırır, dilin canlılığı söylemi kapalı değil, açık bir unsur durumuna getirir. Bu durumda köken, özgünlük, gerçeklik türünden sorunlar ortadan kalkar. Söylemler belli bir tarihsel bağlamda, toplumsal, ekinsel, siyasal, ekonomik üretimin yasalarının yönlendirdiği ayrışık bir alan içerisinde dolaşırlar. Değer ve önem ayrımının gündemden çıktığı bu evrende tüm söylemler serbestçe dolaşıma girerler. Bu durumda aşırmadan söz edilemez; aşırmadan ancak bir yazarın yapıtında belli bir yazınsal söylem biçimi olarak söz edilebilir.
Teknolojinin, savaşın, sömürgeciliğin gündemde olduğu, anakaralararası alışverişlerin inanılmaz bir hızla arttığı günü-müzde aşırma iki uzlaşmaz gerçeklik biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Sözcükler, bir yazarın düşüncelerinin anlatım biçimleri üzerine dayanan ve yasal yollarla koruma altına alı-nan bir gerçeklik karşısında iletişim araçlarının son derece hızlı olduğu, ekonomik çıkarların öne çıktığı yenidünya düzeninde yazarın hakları türünden bir değerin artık eskimiş bulunduğu iki anlayış öne çıkmaktadır. Geriye yasağı çiğnemenin “törel” ve “etik” bir suç olduğu değerini benimsemekten başka bir yol kalmamaktadır. Bununla birlikte başından günümüze değin yazarlar böyle bir törel baskıdan kendilerini kurtarma yoluna gitme eğiliminde olmuşlardır. İleri sürdükleri nedenler özetle şöyledir:
1- Her şey söylenmiştir. Daha önce olası tüm biçimler altında söylenenleri yinelemekten başka bir şey yapmıyoruz. Aşırma öyleyse bir zorunluluk, gerekli bir işlemdir.
2- Bir metni unutulmaktan kurtaran kişiye hayranlık duyulur, onun bulduğu bir metni başkasının kendi iyesi yapmasına hakkı vardır.
3- Metinler insanlığın geniş ekinsel dağarının parçala-rıdır, herkes bu dağardan konusunu tüketebilir; çünkü bu da-ğar herkesin ortak malıdır.
4- Bir yazar bilinçdışı bir işlemden değil, yalnızca bilinçli bir işlemden sorumlu tutulabilir.
5- Bütün yazarlar başından günümüze gelinceye değin birbirlerinin metinlerini yağmalamışlardır, buna itiraz etmek yerine ayak uydurmak gerekir.
6- Yazar aşırdığı bir konuyu geliştiriyorsa aşırmaya hakkı vardır.
7- Dâhi bir yazarın sıradan bir yazara tanınmayan bir dizi ayrıcalıkları vardır, özellikle de nereden isterse oradan iste-diğini alma ayrıcalığına sahiptir; çünkü alıntı yaptığı yere izini bırakacaktır.
8- Birisinden bir şeyler aşırmak kadar daha sanatsal bir gönül okşama yoktur.
Bir yazarı bir başka yazardan aşırma yapmaya götüren bir diğer neden de yazarın öteki yazarla özdeşleşme arayışı yanında ötekinin yapıtı karşısındaki büyülenmedir. Balzac’ın Bilinmedik Başyapıt’ındaki Frenhofer’in yazgısı biraz da bu bakımdan aşırmacının yazgısına bağlanır. Romanda Balzac mutlak güzellik arayışına çıkan Frenhover’ın bu arayışını bir sonuca bağlayamadan hem yapıtını hem de kendisini yok etmesini konu edinir.
Frenhover yetenekli bir ressam sayılabilmesine, sanatsal bir güzelliğe ulaşmasına karşın yarattığı güzellikten bir türlü hoşnutluk duymaz. Tuval üzerinde ulaşmaya çalıştığı “bir resim değil, bir kadındır. Canlı, yaşayan bir kadın: ‘Her fırça vuruşunda bana gülümseyen o değil mi? Bir ruhu var onun, benim verdiğim bir ruhu. Üzerinde benimkinden başka gözler duracak olursa, kızarır.’”[48] Hiçbir göndergesi olmayan, bir başka örnekçeye yaslanmayan, yalnızca kendisi olan, kendi olanaklarından doğan salt, eşi benzeri olmayan bir güzelliğe, dolayısıyla yapıta ulaşmak düşleri kurar. Bununla birlikte, aykırı olarak, bu benzersiz yapıtı ortaya çıkarmak için malzemesini ünlü ressamlardan tüketmekte bir sakınca görmez: “Frenhover sanatının gizlerini geçmişin ustalarında arar: Mabuse’den kabartının gizini, yüzlere şu olağanüstü yaşamı verme gücünü almış, Titien’de uzun uzun renk ve ışık sanatını incelemiştir.”
YORUMLAR