Yazar Murathan Çarboğa'nın ölüm nedeni şaşırttı İşte son paylaşımları ve konuşmaları
Yazar Murathan Çarboğa dostumuzun ölümü, yeni yılın 2020 gibi kötü olaylarla geçmemesi dileğimizi daha ilk günlerde geri çevirdi. Yazar ve şair Murathan Çarboğa'nın balkondan düşerek öldüğünü öğrendik. Kendi anlatımıyla: 1974 Dörtyol doğumluyum. Aslen Adanalıyım, fakat hayatımın büyük bir bölümü Hatay’da geçti. Çocukluğum, üniversite öğrenimim ve öğretmenlik hayatım… Hatay bir şekilde hayatımda hep belirleyici oldu. Dörtyol doğumluyum. On yaşıma kadar Dörtyol’da bahçeler içinde yaşadım. Babam Demirçelik fabrikasında çalışıyordu. 1984’te Adana’ya (memlekete) taşındık. Adana hayal kırıklığının, yoksulluğun, acının şehridir benim için. Adana hüzündür. Babamı kaybettiğim şehirdir. Edebiyat öğretmeniyim. Hasbelkader şiire ve edebiyata bulaşmışlığım var. Murat Çarboğa ile şiirdalı blogunda Özenç Esen'in yaptığı konuşmadan bazı bölümler şöyle: "Şiir her zaman ön planda, her zaman öncü; fakat ben çok yönlü bir edebiyat adamı olmak istiyorum. Edebi yeteneğim yalnızca şiirle sınırlı değil. Düz yazı türlerinde yazmayı da seviyorum. Edebi kapsamda akla gelen her türde yazmak niyetindeyim. Şiire kardeş kısa türlerde daha başarılıyım aslında: kısa öykü, deneme, mektup… Tuğla kalınlığında kitaplar üretmek anlamında olmasa da düzyazı dilime güvenir, kendimi üst seviyede görürüm. Sözcüklere hükmetme, özgün bir dil yaratma ve üslup oluşturma açısından kendimi şimdiyle sınırlandıran bir konuma yerleştirmem. Roman konusuna gelince, 2005 yılında bir roman yazma girişimim oldu, fakat yeterli görmeyip rafa kaldırdım bu çalışmayı. Roman yazmak zordur bir şair için, çünkü sözcük ekonomisini gözetir şair. Daraltır, damıtır, minimize eder. Roman ise ayrıntıların dilidir. Benim çıkmazım ise şu: şiir olsun, diğer kısa yazı türleri olsun, yazma aşaması bir oturumluktur bende. İmgeler, sesler, kokular, renkler, tatlar; belki bir mısra, bir görüntü günlerce dolanır zihnimde. İçimde dallanır, budaklanır ve çiçeklenir bu öz ve gün gelir olgunlaşan meyvenin daldan düşme zamanı gelir. Yaratı anı geldiğinde oturur ve bitiririm yazıyı. Günlerce uğraşacak bir sabır yoktur bende. Tüm bu açmazlara rağmen roman yazma niyetimden hala vazgeçmiş değilim. Son zamanlarda ise öyküye ağırlık vermiş durumdayım. (...) Küçük yaşta başlayan bir okuma serüveni, gençlik dönemlerinde yazıya dönüşen duyarlık… Yirmi altı yaşıma kadar yalnızca iyi bir okur olarak nitelendiririm kendimi. Ara sıra yazan iyi bir okur. O yaşa kadar Varlık dergisi de dâhil birkaç dergide ürün yayınlatmıştım, fakat hayatımın odağında değildi edebiyat. Yirmi altı yaşımda bu işle ciddi olarak ilgilenmeye karar verdim ve birkaç ay sonra ilk şiir ödülümü aldım. Hatırlamışken şunu da belirtmeden geçmeyeyim: Bana okumayı sevdiren yazar Aziz Nesin’dir. Babamın gençliğinde okuyup anlattığı romanlar dışında, kitapla pek alakası olmayan bir ailede yetiştim. Kader bu ya, bir Aziz Nesin kitabı çıkıverdi karşıma günün birinde. Evin bir köşesinde peyda oluverdi kitap. Nereden çıktı, kim getirdi bilen yok. Ön ve arka kapakları yoktu kitabın. Yalnızca her sayfanın üzerinde kitabın ismi yazılıydı: “Aferin”. Yazarının kim olduğunu bilmeden birçok kez okumuştum bu kitabı ve yıllar sonra öğrenmiştim yazarının Aziz Nesin olduğunu. Belki de okuduğum her kitapta Aferin’deki büyüyü aradım. Çocuğun dünyasında yeni bahçeler kuran o eşsiz büyüyü… (...) Şair yazar takımı yeterince birbirini okuyor mu? Sanmam. Birbirimizi okuma tahammülüne bile sahip değiliz. İki şiiir karalayan, ucundan hikâye kıvıran peygamberliğini ilan ediyor. Ustaları okumuyoruz. Oysa insanlığın yüklenip getirdiği devasa bir birikim var. Göz ardı edemeyeceğimiz bir sorumluluk yüklüyor yazara bu birikim. İnsan okudukça, taşlanan bir yalvaç kimliğinden sıyrılıp, alelade kalabalığın bir parçası olduğunu anlıyor şaşalayarak. Koskoca çölde bir kum zerresi olmak… Sanırım eksiğimiz bu… Eksiğimiz yokluğunu hiç de yadırgamadığımız erdem. (...) Daha önce de belirttiğim gibi belli bir olgunlaşma devresi vardır yaratılarımın. Zihnimde sürekli dönenen bir dünyayla dolaşırım günlerce. Konuşurken, düşünürken, okurken sürgit işleyen bir iklimle yaşarım. Eğer şiirse sancım, daha bir umutla bakarım hayata. Renkler, sesler, tüm eşya gözlerime başka bir kimlikle görünür. İnancın, mutluluğun ve tahammülün ezgisidir şiir. Gün gelir, yazma vaktidir derim ve harflerin cümbüşüne devrederim zihnimde mevsime kesen iklimi. Yazmak sancılı bir eylem… Bu nedenle yalnız olmayı yeğlerim yazarken. Bir de dinlediğim ezgiler vardır. Yazma aşamasında ya da yazıya başlamadan önce dinlemeyi sevdiğim ezgilerdir bunlar. Yann Tiersen’in yaratıları içimdeki dünyayla uyuşur hep. Ülkemdeki çoğu insanın yaşadığı acılardı. Yoksulluktan gayrı bir derdimiz yoktu. Eşim, “biraz daha hüzünlü bir çocukluk yaşasaymışsın, Nobel’i alırmışsın” der şakayla karışık. Çocukluğumu mutsuz geçmiş bir dönem olarak görmez. Yedi çocuklu bir ailenin tek erkek evladıyım. Adaklarla büyütüldüm. Sevgiden yana bir eksiklik duymadım. Beni derinden yaralayan olay babamın ölümü oldu. Gençtim, karamsardım, geleceğe olan inancımı kaybetme noktasına gelmiştim. “İshak Kuşunun Çağırdığı Çocuk” otobiyografik bir öyküdür. Dörtyol’daki mutlu çocuklukla Adana’daki hüzünlü gençliğin anlatımıdır birebir. Mutsuz çocukların çoğunlukta olduğu bir hayat süregelmiş insanlık tarihi boyunca. Benim acılarımın bu gerçek karşısında lafı bile olmaz. Biraz daha gelişmiş bir hassasiyet, biraz daha zor unutan bir Yazı öncesi, kafamda dönen iklimle dolaştığım sürece mutluluktur hissettiğim duygu. Güzel bir düzyazı (örneğin öykü) yazmışsam bittikten sonra da devam eder bu esriklik, fakat şiir hep hüzün bırakır ardında. Hüzne kesmiş bir koza bırakır geride ve kanatlanır şiir. Aykırı düşmenin yasıdır belki bu ya da kaybolan inceliklerin kalbimde kanatlanan telaşı. Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış, meselesi aslında. İstesem kitaplaşırdı dosyalarım. Ortalık “ver parayı, al koliyi” yayınevlerinden geçilmiyor; fakat ben bunu istemiyorum. Ben emeğimi, tutkumu ve çabamı önemsiyorum. Belki iddialı bir söylem olacak ve bu işin laf cambazlarını sinirlendirecek, ama söylemeden de geçemeyeceğim: Yokluğumun yadırganmıyorsa, bu işi zorlamanın bir anlamı yok. Yeteneğim yeterli gelmiyorsa zaten unutulup gideceğim. Hak ediyorsam eğer, er ya da geç ortaya çıkacaktır yaratılarım. Benim de değerimi bilen bir Max Brod çıkar umarım. Şimdilik dosyalarımı kitap kisvesinde yayınlatmak gibi bir çabam yok. İnternet üzerinden e-kitap olarak yayınlatmak daha anlamlı geliyor bana. Bu yöntemle birkaç kişilik de olsa bir okuyucu kitlesine ulaşabilirsem ne mutlu bana. Taşranın arafında unutulmayla hatırlanma arası bir konumda olmayı tercih ediyorum belki de. Herkesten, her şeyden uzakta edebi iklimi yaşamak tercihim. İlişkiler yoruyor beni. Kaprisler, aşık atmalar, nefretler, kompleksler… Kendiyle derdi olan bir adamım; oturup uzun uzun teori konuşacak, ahkâm kesecek tahammülüm yok. Yalnızca okumak ve yazmak istiyorum. Okunmasa da sorun değil. Yazmak, yazmak, yazmak… 1993 yılından beri Antakya’dayım. Güzel günlerim geçti bu şehirde, güzel dostlarım oldu. Her zaman söylediğim gibi ruhu olan bir şehir Antakya. Tarihin, inatçı bir hayal gibi gerçekle iç içe olduğu bir şehir. Antakya şiir demek benim için. İstanbul musiki, Adana hüzün, Antakya şiir; fakat son yıllarda eskidiğimi hissettim bu şehirde. Antakya aynı Antakya, ama ben kendimden kaçan bir insan oldum. Kalmakla kalmamak arası bir karar aşamasındayım. Gidersem de biliyorum, Antakya’daki güzellikleri ve hoşgörüyü hiçbir yerde bulamayacağım. Gerçek Edebiyat MURATHAN ÇARBOĞA KİMDİR?
YORUMLAR