Wladimir’in Nazım Hikmet’i / Özgen Ergin
Kapak deseni: Umut Karaman (Karikatürcüler Derneği Nazım Hikmet Karikatür Albümü)
- Nazım Hikmet’in Kara Kıvırcık Saçları- Bin dokuz yüz seksen yedi yılıydı... İlkbaharın son günlerine hiç yakışmayan yağmurlu bir cumartesi gününü Köln’de bıraktım. Yaza etek indiren dişi mayıs ayının ikinci pazar günü, pırıl pırıl güneşli bir havada Moskova’ya uçakla inerken, merakla aşağıya bakıyordum. Çevresi geniş bir nehirle çevrili on milyon insanın yaşadığı kent yemyeşil görünüyordu. Moskova deyince hep karlı kışlı bir kent düşünürdüm. Kar, buz, donmuş göller, buzda kayan çocuklar, kalın paltolu, kürk kalpaklı insanlar, her taraf beyaza bürünmüş... Oysa, uçağın penceresinden çoğalarak yansıyan güneş neredeyse terletiyordu beni. Arkadaşım Wladimir Stehenski beni karşılamaya gelecekti. O zamanki Sovyet Yazarlar Birliği’nin Almanca Konuşan Ülkeler Bölümü Başkanı. Yetmiş yaşın üstünde, tam bir eski tüfek, babacan, şakacı, hep güleryüzlü, konuşurken insanın gözlerinin içine bakan çelik mavisi gözleri vardı. Gümrük denetiminde sıkı bir arama göze çarpıyordu. Gelirken, uçakta kafa çeken genç İtalyan işadamlarından birkaç tanesi, gümrükçüler tarafından ayıklandı. Porno kasetleri ve Playboy dergileri alınarak yükleri hafifletildi. Çantalarındaki değerli mallarına el konan İtalyanlar, tarifsiz kederler içinde Moskova’ ya iner inmez ayıklmış oldular. Benden önceki yolcuları izleyerek çıkış kapısına doğru ilerlerken, Wladimir’in iri yarı bedeninin heyecanla sallandığını gördüm. Uçak ancak on dakika geciktiği halde, sabırsızlığını devinimleriyle gösteriyordu. Her karşılaşmamızda olduğu gibi, bol pat-patlı bir kucaklaşma... Ruslar gibi üç kez değil, Türkler gibi iki kez, hoş geldin, hoş bulduk öpüşmeleri... “Havalar burada çok soğuktu, güneş getirdin” diye takılıyordu. Wladimir'in yanında genç bir kadının varlığı beni oldukça şaşırttı. Yaşı olsa olsa, yirmi beş gösteriyordu. Bu tatil gününde üç kızından birini, kibarlık olsun diye getirdiğini düşündüm. Genç kadının giysileri batı modasından oldukça uzak, ama çok zarifti. Kül rengi etek ceket, inci düğmeli beyaz bir gömlek giymiş, başında şık bir şapka vardı. Kahverengi saçları omuzlarında, çekik yeşil gözlü, ince uzun boylu, iki yanağındaki gamzeleriyle gülümseyen, çok çekici bir kadındı. İlk görüşte, iri yarı babasına hiç benzemeyişine sevindim. Wladimir, onu tanıştırırken: “Sana rehberlik edecek!. İşte Armina!” deyince, şaşkınlığımı belli etmemeye çalışarak Türkçe: “Merhaba.. Nasılsınız?" dedim. “Ne diyor...” der gibi Wladimir’e baktı. Sonra, bana: “Hallo,” dedi. Havaalanından Moskova’ya giderken, Wladimir parmağını yüzüme uzatıp “Programdaki tarihten bir gün önce geldin. Otelde ancak yarın yatabileceksin. Bugün bizde kalırsın. Her şey, yarın sabah başlar” dedi. Her şey, dediği neydi acaba? Resmi şoförlü, Zil marka kocaman siyah bir arabanın arka koltuğunda Moskova’ya doğru yol alırken, kendimi yanımda hiç konuşmadan oturan komşuma bakmaktan alıkoyamıyordum. Baharatlı karanfil kokusu, son derece iç gıcıklayıcıydı. Bir yandan Wladimir’e laf yetiştiriyor, bir yandan da arabanın penceresinden merakla dışarı bakıyordum. Yol boyunca, yeşilin yoğunluğu dışında, beni şaşkınlığa uğratacak hiç birşey yoktu. Moskova gibi bir kentin, ırmak, su kanalları, yemyeşil orman yığınlarıyla çevrili olduğunu, doğrusu pek kestirememiştim. Wladimir yolun sağ yanındaki bir anıtı gösterdi parmağıyla: “Bak, Almanlar işte tam buraya kadar gelmişlerdi. Ama teslim olmadık.” “Kaç kilometre kaldı Moskova’ya” diye merakla sordum. “On beş!” Şaşırıp kalıyorum. İkinci Dünya Savaşı’nda on beş kilometre kalana kadar gelmişler, daha ileri gidememişler. Buraya kadar savaşan Alman askerleri buralarda can vermişler, buralarda tutsak olmuşlar... Moskova’ya kararlaştırdığımız günden bir gün önce gelmiştim. Sanırım ilk gün Wladimir’de kalacaktım. Kente yaklaşırken, içimden geçenleri sezmişcesine, “Bu gün bizim evde kalırsın, bir gün için otelde yer bulamayız” dedi. Ben bu koca Wladimir’i nerede, nasıl tanımıştım? Seksenli yıllardan bu yana sık sık Almanya’ya gelen, yirmi beş yıl önce, “Nazım’ın Çilesi”, daha sonra, “Ben de Kendi Hâlimde Bedrettinem” adlı kitapların yazarı... Türkçe ve Almanca’ yı çok güzel konuşup yazan, Nazım Hikmet’in Moskova’daki en yakın arkadaşlarından biri olan, Türkolog Rady Fiş tanıştırmıştı bizi. Köln garında bir kafede buluştuğumuzda, yanında iri yarı Wladimir ve ufak tefek, çelimsiz Sergey vardı. Birincisi kahkahalarla pür neşe kadehleri bir biri ardına sıralarken, ikincisi bir biri üstüne sararak yaktığı sigarasını ciğerlerine çekerek, küt-küt öksürüyordu. İlk görüşte, Sergey çok hoşuma gitmişti. Konuşmayı açmak için: “Almanca biliyor musunuz?” diye sorduğumda, ince bir gülümsemeyle, Rus aksanlı bir Almancayla: “Eller yukarı!...” diye yanıtlamış, sonra eklemişti: “Başka tek sözcük Almanca bilmem...” Wladimir Köln’e her geldiğinde, onu garda karşılardım. Hep tek cümlelik bir kart alırdım. “Şu gün şu saatte, Köln’de olacağım, selam, sevgiler.” Hep trenle gelmiş, trenle gitmişti. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar’a karşı, Polonya’yı savunan Sovyet ordusunun öncü birliklerinde çarpışmış, daha sonra, Berlin’e ilk giren genç subaylardan biri olmuştu. Savaş bittikten sonra aynı kentte, Sovyet Askeri Ateşesi olarak görev yapmıştı. Söz açılınca: “Evin bir köşesinde, hepsi eski bir tahta kutuda, anmaya değmez” diye, önemsemediği kahramanlık madalyalarının sahibi, eski kurt Wladimir uçaktan müthiş korkar, “Savaşta bile Warşova’dan Berlin’e uçamadım, trenle gittim” der, çocuksu kahkahalarla gülerdi. Bu kez İrene ile birlikte gelmişlerdi. Hemen ertesi gün, evimizin bahçesinde ağırladık onları. İkisi de içkinin tadına vararak, hani nerdeyse, “Ooohh!” çekerek içiyordu. Wladimir, İrene ve ben, buza yatırdığım limon dilimleriyle süslediğim cinlerimizi içerken, eşim de bize şarapla eşlik ediyordu. Yaz habercisi parlak bir güneş içimizi ısıtmış, nefis bir yemekten sonra mahmurlaşmıştık. Karısı İrene konuşkan çok hoş bir kadındı. Kuzey kutbundaki madenlerle ilgilenen bir kurumun yöneticisiydi. Wladimir’le evlenirken İrene, babası yıllar önce öldüğü için, törene büyük şair Nazım Hikmet’in kolunda girmiş. Bu anısıyla tatlı tatlı övünürdü. Bir ara İrene, Wladimir’in bizleri tanımasının, onun için büyük bir şans, kendisi için de büyük bir mutluluk olduğunu söyleyerek bize iltifat etti. Bir an sonra, yanaklarını yakan mutluluk rüzgârı, ansızın solgun bir hüzne doğru yol aldı. Gözleri dalmış, suskunlaşmıştı. Yeni bir konu açmak için, neşeleneceği umuduyla: Wladimir’in, Nazım Hikmet’e Moskova’daki ilk yıllarında ona sekreterlik yaptığı dönemde çok güzel genç kızlar tanıdığını, ama eş adaylarından hepsini, Nazım Hikmet’in “Cık!” diyerek engellediğini anımsatıp, yalnızca onun için “Evet” dediğini, “İşte bu olur, bunu kaçırma, bununla evlen mutlu olursun” dediğini, daha sonra da nikah şahitliklerini yaptığını... Bütün bunları daha önce Wladimir’in bana anlattığını söyledim. İrene sözlerimden hiç etkilenmemişcesine, çelik mavisi gözlerini gözlerime dikerek, buz gibi bir sesle: “Nazım Hikmet’in erken ölümünden, yalnızca iki kişi sorumludur” dedikten sonra, başını bahçe çitinin arkasındaki çamlara çevirip uzaklara seslenircesine: “Karısı Vera ve Marat... İsmail Bilen” demişti. Köln’e ilk gelişinde Wladimir’i, çok yakın bir Kürt arkadaşımla birlikte Ren’in karşı kıyısındaki Galatalı Angelos’un tavernasına götürmüştüm. Köln’de Angelos gibi balık ızgara yapan, eski İstanbul Çiçek Pasajı mezeleri sunan başka biri yoktur. Angelos’la sarılıp öpüşmemiz, takışmamız mezelerin çeşitliliği, bir de üstelik Türk rakısı, Wladimir’i çok şaşırtmış, bir o kadar da mutlu etmişti. Gürültümüzden olacak, taverna her akşamdan daha erken boşalmış, Angelos ile emektar eşi de bizlere katılmıştı. Biz Ege türküleri, onlar Selanik rembetikosu söyleyerek kendimizden geçmiştik. Sabaha doğru Wladimir’i, gara en yakın olan Berlin Otel’e bırakmış, eve gidince, birkaç saat sonra işimin başında olmak zorunluluğu yüzünden, kahve üstüne kahve içerek hiç uyumamıştım. Onu, ertesi akşam uğurlayacaktım. Akşam dokuz için sözleştiğimiz halde, sabırsız Wladimir yedide telefon etti: “Biliyorsun, tren yirmi iki on birde kalkıyor, erken gel de ayrılık içkisi içelim,” dedi. Hemen arabaya atlayıp yarım saat sonra otele ulaştım. Birinci kattaki odasının kapısını çalacaktım ki, içerden sesler işittim. Almanca konuşuluyordu ama, ne söylendiği anlaşılmıyordu. Kapıyıa vurdum, girdim içeriye. Ansızın kesildi konuşmaları. Bir köşede, ufak tefek sarışın bir kadın, öteki köşede gözlüklü soluk yüzlü bir adam oturuyordu. Tek kişilik daracık yatakta da Wladimir. Oda, kıpırdayacak yer yok denecek denli küçücüktü. Wladimir, ayağa kalkarken ellerini iki yana açarak coşkuyla: “İşte barbar Türk geldi” diye sarıldı bana, yine aynı coşkuyla: “Tam zamanında geldin, daha başlamadık, hadi hemen başlayalım” dedi. Bir an unutmuşcasına: “Bu barbar Türk, bu Emma, bu da Hermann, yazardır” diye ellerini sağa sola abartıyla çarpacakmışcasına devindirerek tanıştırdı. Yatağında yana çekilerek bana yer gösterdi. Wladimir’in konukları ile benim arama buzlu camdan bir perde gerilmişti sanki. İkisi de suskun, kuşkucu tedirgin gri gözlerini, benimle göz göze gelmemek için, odanın uzak noktalarında gezdirmeyi yeğlemişlerdi. Aradaki buzları eritmiş olmak, Wladimir’in coşkusunun eksilmesini önlelemek istercesine, ona takılmaya başladım: “Sen bana barbar diyorsun, ama asıl barbar sensin, çünkü biz Türkler, seninle çok yakın akrabayız.” Wladimir kahkahalarla güldü, çantasını açtı, çok şık pırıl dört tane, krom-nikel kadeh çıkarıp küçücük sehpaya yerleştirdi. Öteki çantasından, içinde yeşil defne yaprağı yüzen Polonya votkasını çıkarttı. Kapağını sabırsızca açarak kadehleri doldurdu, “Elbette akrabayız, hadi!” diyerek, votkayı diline değdirmeden boğazına boşalttı. Sonra, “Aaaeehh!" diyerek ağzını buruşturdu. Yeniden votka doldururken kısık kısık gülmeyi sürdürüyordu. Emma, yalnızca Wladimir’e bakarak, hırçınca: “Wlado! Sen onunla akraba değilsin. Olamazsın. Sen Russun” dedi. Wladimir gülerek: “Doğru söylüyor. Akrabayız. Neden olmayalım?” derken, elini omzuma koyuyor, kadehini kaldırıp başına dikiyordu. Emma, tipik bir Alman komünisti ciddiyetiyle: “Wlado! Sen bir Russun, onunla akraba değilsin. Sen Asya’lı değilsin, sen Moskova’lısın, orda doğmadın mı?” diyerek, neredeyse hesap soruyordu. İçten içe sinirleniyordum kadının densizliğine. Kötü bir şey söylemekten korktuğum için konuyu kapatmak istedim: “Biz akraba gibi iyi anlaşıyoruz. Akraba olsak ne çıkar, olmasak ne çıkar?” dedim. Wladimir, votka doldurma işlemini sürdürüyordu: “Akrabayız işte! Türkler ne kadar barbarsa biz de o kadar barbarız!” derken, gülen gözleri çizgi çizgi oluyordu. Emma, bana yan gözle bile bakmadan, bütün ciddiyetiyle: “Wlado, ben inanmıyorum! Neden gerçek bir Rus olduğunu söylemiyorsun?” Bu kadın şakadan anlamıyordu, dayanamayıp söze karıştım: “Maksim Gorki, her Rus’un yüzünü kazısanız, altından Tatar çıkar demişti!” Sonra ekledim: “Gorki de Tatar gözlüydü.” Wladimir, odayı dolduran bir kahkaha patlattı, elindeki krom nikel kadehi tak! diye küçük sehpaya oturttu. Emma’ya dikip gözlerini: “Eğlenmemize, birbirimize takılmamıza bile ırkçı gözle bakıyorsun. Bizim akraba olmamız seni neden bunca rahatsız etsin? Şimdi sana bir gerçeği söyleyim mi: Bizim Büyük Ekim Devrimi’ni kutlamamızdan sonraki en büyük bayramımız Tatar ve Türk Atlılarından Kurtuluş Bayramı’dır. Tatarlar ve Türkler yüzyıllar boyunca, her Rus köyünden birkaç kız kaçırmıştır, bizimkiler de onlardan. Şu sıra, yalnız Moskova’da bir milyon Tatar, iki milyon Türki halklarının yaşadığını biliyor muydun? Sonra, gerçek bir Rus ne demek? Saçma!” Son sözünü söylerken, Wladimir yüzündeki gülümsemesini genişletti. Bu sevimsiz kadını, ne denli hak etmiş olsa da incitmek istemiyordu. Emma’nın Hermann’ı, konuşmaya tek sözcükle bile katılmamıştı. Gözleri görünmeyen noktalarda geziniyor, kımıltısız bir sessizlikle oturuyordu. Wladimir çantasından bir mendil çıkardı, kadehleri kuruladıktan sonra, kutusuna yerleştirip el çantasına koydu. “Hadi kalkalım” dedi. Hermann valizlerin birini sapından tutarken, gülümsedi: “Wlado, yine her zamanki gibi, tam bir saat önce mutlaka garda olacaksın.” Wladimir valizin birini ayağıyla kapıya doğru sürerken: “Evet, tam bir saat önce. İşimi sağlama alırım. Ya tren bir saat önce gelirse” diyerek gürültüyle güldü. Ben de bir valiz yüklendim. Küçük el çantasını Emma almıştı. Karşıdan karşıya geçtiğimizde garın arka girişine ulaşmış olduk. Dakika başı geçen trenlerin uğultusunda uyuyabilmek için Wladimir gibi içmek gerektiğini düşündüm. Perona çıkarken, düşündüklerimi anlamışcasına: “Yirmi yıl önce garın içinde küçük bir otel vardı. Treni kaçırmak korkusuyla, orada yatardım” dedi. Yukarı çıktığımızda trenin gelmesine daha bir saat vardı. Sonunda Moskova Ekspresi geldi. El birliği ile ağır valizleri trene yükledik. Wladimir’le öpüşüp kucaklaştık. Yürümeye başlayan trenin penceresindeki dostumuza el sallayarak, uzaklaştıkça küçülen treni, gözden kayboluncaya kadar izledik. Aşağı indiğimizde, üçümüzün yolu da aynı yöne gitse bile, ayrılmamız gerektiğini düşünmüştük. Karşılıklı ellerimizi uzattık. Hermann, soğuk, kibirli, neredeyse kuşkulu bir merakla: “Wlado’yu ne zamandan beri tanıyorsunuz?” dedi. Hınç almanın tam sırasıydı, düşünüyormuş gibi gözlerimi kısıp hesapladım: “Aşağı yukarı, kırk sekiz-elli saat.” Gözlük camlarının ardındaki gri gözleri büyüdü: “Ama böyle, ikiniz bu kadar yakın derken…” sözünü kestim: “Dostluğu denemek için, aylarca beklemeye sabrım yok, hoşça kalın” dedim. Yedi-sekiz katlı, önleri geniş yeşil parklı toplu konutların olduğu bir semte geldik, birinin önünde, “İşte geldik” dedi Wladimir. Arabadan iner inmez, koca gövdesinden beklenmeyen bir çeviklikle, Ar-mina’ nın davranmasına fırsat vermeden kapısını açtı. İçinde rakamlar olan kutudaki düğmelerden yedi sekiz tanesine telefon eder gibi basınca, kapı açıldı. Bu evlerde resmi devlet görevlileri oturuyormuş. Kapılarda ad soyad değil, her oturanın bir şifre numarası varmış. O sayılar, yalnızca yakın dostlar tarafından bilinirmiş. Asansörle yukarı çıktık. O günlerde onlarda konuk olan kızı ile torunu karşıladı bizi. İrene, üç haftadır kuzeydeymiş, bir hafta sonra gelecekmiş. Torunu altı yedi yaşlarında, kısa sarı saçlı bir oğlan çocuğuydu. Çekinerek, biraz nazlı, elini uzattı. Elini bırakmadan, el çantamdan iki silindir kutu çıkardım. Birinin kapağını açarak ters çevirince, üç tane turuncu tenis topu taban halısına zıplayarak düştü. Koyu mavi gözleri büyüyüp ışıldadı, kırmızı dudakları aralandı, tavşan dişleri göründü. Wladimir’e, küçükken tenis toplarını ne denli çok sevdiğimi anlatacaktım ki, elinde dibi geniş bir şişe, üç küçük kadehle geldi. Armina’ya Rusça bir şeyler söyledi. Kadın hemen ayağa kalktı, ivecence: “Hoşça kalın” diyerek gitti. Wladimir içeriye doğru seslenince, kızı geldi. Şişenin içinde koyu yeşil bir kış armudu vardı. Wladimir: “Bu içkiyi yalnızca Özbekler yapıyor, Taşkent’ten geldi” diyerek tanıtımını yaptı. Sonra kolumdan tutarak hazırlanmış odayı, duşu gösterdi. “Hemen duş yapabilirsin, tiyatroya gideceksiniz. Oyunun son akşamı, Armina bilet bulmaya gitti. Biletler bitmiştir ama, becerikli kızdır, üç-beş kuruş fazla öder, vazgeçen birinden satın alır gelir.” Duşa girdiğimde kendi kendime söyleniyordum. Rusça bilmeden oyundan ne anlayacaktım? Çok özlediğim Wladimir’le başbaşa konuşmak, kadeh parlatmak varken, nerden çıktı bu tiyatro dayatması. Kurulandıktan sonra çabucak giyindim, içeriye seslendim: “Kravat takmak zorunda mıyım?” Yanıt kısacıktı: “Hayır... iyi olur!” Armina soluk soluğa geldi. Wladimir’le sessizce konuştular. Üçümüz de Almanca bildiğimiz halde, kendi aralarında neden Rusça konuşurlar ki? Wladimir, babacan bir gülümsemeyle yaklaştı: “Armina nerdeyse ağlayacak. Bilet bulamamış. Ne yapalım, biz de oturup konuşarak hasret gideririz. Dur, önce onu evine göndereyim.” Sevinmiştim, o kafayla, oyun izleyemezdim. Az sonra, ikimiz birlikte küçük bir sofra kurduk. Torunu ile kızı başka bir odaya çekildiler. İlk birkaç kadehten sonra, yıllardır merak ettiğim konuyu açtım: “Anlat bakalım Wladimir, Nazım Hikmet’le nasıl tanıştın?” “Biliyordum bu akşam beni köşeye sıkıştıracağını. Anlatacağım.” 1951 yılıydı. Nâzım Hikmet’in hapiste olmasını kınamak için, Moskova’daki Sovyet Yazarlar Birliği’nde bir toplantı düzenledik. Yurdunda yıllarca hapiste yatmış o büyük insana, saygımızı, sevgimizi göstermeliydik. Bu kınama toplantısında, her şey eksiksiz olmalıydı. Kimi arkadaş açış konuşmasını hazırlıyor, kimi genç şairlerimiz, onun şiirlerini, sahnede okumaya hazırlanıyordu. Bir ressam arkadaşımız, duvara asılacak büyüklükte Nâzım Hikmet'in portresini yapmak istedi. Çok uygun bulup sevindik. Hemen, onun bir fotoğrafını aramaya koyulduk. Ne yazık ki küçük bir vesikalık fotoğrafını bile bulamıyorduk. En sonunda, gazete arşivlerini araştıran bir arkadaşımız, yıllar öncesinin eski soluk bir fotoğrafını bulup ressama vermiş. Hazırlıklarımızı bir-kaç gün içinde tamamladık. Toplantının düzenlenmesini ben yüklendiğim için, törene öğleden önce gittim. Her şey en iyi biçimdeydi. Masaların üstünde beyaz örtüler, toprak vazolarda kırmızı karanfiller, sahnede mikrofon, hiçbir eksiğimiz yoktu. Bu kınama toplantısını düzenlemek, benim gibi genç bir yazar için onur verici bir sınavdı. Duvara, Nâzım Hikmet’in kara kıvırcık saçlı, kara kaşlı, kara gözlü, pala bıyıklı, görkemli bir yağlı boya portresi asılmıştı. İyice yaklaşıp ünlü Türk şairine hayranlıkla baktım. Tarih kitaplarında okuduğumuz gibi kara kaşlı, kara gözlü, tam bir Türktü. İşte o toplantıyı yaptıktan, tam altı ay sonra, Nâzım Hikmet’in hapisten çıktığını, yine bilinen nedenler yüzünden küçük bir deniz motoruyla Karadeniz’e açıldığını, bir Romen gemisinin yardımıyla Romanya’ya ulaştığını, yakında buraya geleceğini duyduk. Sabırsız bir ilgiyle beklemeye başladık. Yazarlar Birliği, onu uçağın merdivenlerinde karşılama görevini bana vermişti. Uykusuz bir gece geçirdim. Müthiş onurlanıyor, coşkuyla seviniyordum. Eğer Nâzım Hikmet beni beğenirse, ona sekreterlik yapmam karar altına alınmış, üç odalı bir ev bile hazırlanmıştı. Hiç unutmam, o evi görünce yüzünü buruşturmuş: “Ben bu evde kalamam!” demişti. Beğenmediğini sanarak, kaygıyla nedenini sormuştum. Sesini yükselterek: “Savaş sonunda bunca ev kıtlığı varken, ben bu lükse dayanamam! Bana bir oda verin yeter!” demişti. Ona, sık sık konuk geleceğini, bir odasında benim çalışabileceğimi anlatarak, ancak bu evde rahat edeceğini düşündüğümüzü söylemiştim. Pencereden dışarı bakıyordu. “Kardeş, dışarı çıkalım. Gorki Caddesi’ne gitmek istiyorum” dedi. Dinlenmesi gerektiğini söyledim. “Hayır hayır, yorgun değilim” dedi. Yolda yürürken yüzünü buruşturuyor, topallıyordu. Sordum: “Romanya’dan ayrılmadan önce, aceleyle ayakkabının tekini bir numara küçük almışlar” dedi. Hemen onu bir ayakkabıcıya götürmek istedim. Yine direndi. “Ama, benim param yok!” dedi. Ona para ayrıldığını anlatmak zor oldu benim için. Uzun bir tartışmadan sonra bir çift ayakkabı aldık, ayakları rahat etti. Gorki Caddesi’nde yürürken, sanki ben yabancıymışım gibi, parkları, müzeleri, adlarıyla anarak bana gösteriyordu. Moskova’yı çok iyi tanıyordu... Bu ne unutkanlık! Karşılama törenini anlatacaktım sana. Yaşlandım artık... Havaalanına iki saat önce gittim. Ünlü şairler, yazarlar, sanatçılar, gazeteciler, fotoğrafçılar, öğrenciler, bekleme salonunu doldurmuştu. Bekleyenlerin yüzünde, belli bir sabırsızlık, belli bir sevinç okunuyordu. Elimdeki karşılama belgesiyle, uçağın ineceği piste kadar gittim. Onu merdivenin altında karşılayacaktım. O zamanlar zıpkın gibi delikanlıydım, uçağın merdivenine doğru koştum. İnen yolculara dikkatle bakıp Türk şairin, altı ay önce ezberlediğim, kara kıvırcık saçlı yüzünü arıyordum. Yolcular, iniyor iniyor, Nâzım Hikmet bir türlü görünmüyordu. Yolcuların çoğu uçağı terkettiği bir sırada, merdivenin dibinde çevresine bakınan, aynı bizim ressam arkadaşın yaptığı portreye benzeyen, açık kahve rengi saçlı, mavi gözlü Nâzım Hikmet’i gördüm. Büyük bir şaşkınlıkla, çabucak yanına yaklaştım. Beni yakınında görünce gülümsedi. Rusça, “Merhaba kardeş!” dedi. Beni kucakladı. Evet, iki arkadaş gibi kucaklaştık. Şaşkınlığım bir türlü geçmiyordu... Kahvelerimizi içtikten sonra, Wladimir ayağa kalktı. “Yorgunsun, sana yatağını göstereyim” dedi. Tıklım tıklım kitapla dolu çalışma odasındaki duvarda, Nazım Hikmet’in, “Wladimir’e Merhaba!” imzalı, büyük bir siyah-beyaz fotoğrafı asılıydı. Yatağa uzandım. Az sonra, elinde bir battaniye Wladimir içeri girdi. “Bugün senin Moskova’daki ilk günün. Burada geceler soğuk olur. Bu battaniye, Nazım’ın bize düğün armağanıdır. Türkiye’den getirtmişti. İyi uykular” dedi. Gözlerim açık. Karşımda mavi gözlü devin, fotoğrafı... İyi uykular büyük insan... (Ağustos-Eylül 1987- / 90-95 / Moskova-Köln) Özgen Ergin Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR