Vay lüfer vay! / Ahmet Rasim
Ahmet Rasim'in Şehir Mektupları İstanbul'un günlük yaşamı hakkında önemli bilgiler içeriyor. Lüfer hakkındaki bu yazı İstanbul kültürünün de bir dökümü.
“Vay lüfer vay!” diye koca balık pazarını inim inim inleten balıkçılar meğer ateş - püskürdüklerinden bağırıyorlarmış. Lüfer sözünü duyup da bir parça olsun dönüp bakmayacak İstanbullu farz edemem. Bu leziz balığı sevenlerden biri de ben olduğum için hafifçe sokularak, “Arkadaş! Kaça veriyorsun” der demez elindeki zıpkını çavalyeye saplı duran kıvırcık, pala bıyık, iyice şehlâ, kırçıl, yırtık dudakları küfre hazır, maydanoz lüleli, bir eli böğründe asılı, madrabaz, onlara mahsus olan fiyakalı bir dikizden sonra, “Yirmiye!!!” şaşırtıcı cevabını verdi. Arkadaşı beni mandepsiye getirmek için, “Vay lüfer va...yü” diye bir nâra attıktan sonra yanaşarak, “Al efendi al! Sonudur...” tabiriyle beni koltukladı, ama ben o koltuğa gelemedim. Pazarlık başladı: O yemin eder, balığın gözüne and içer, ben indiririm. Her ne hal ise otuz kuruşu vererek iki buçuk okka kadar aldık. Eve gönderdik. Uşak lüferleri götürürken üç dört sene önce balık avlamaya olan merakımı düşündüm. O iri lüferleri nazarımda küçülte küçülte çinekop, sarıkanat, koruk lüferi, lüfer, kofana diye söyleniyordum. Serde balıkçılık var a, yüz balıklarını yunustan tutturarak falyanos, orkinos, kılıç diye saydım. Dip balıklarına intikal ederek poçita, altıparmak, torik, palamut, kestane palamudunu hatırlarken lakerdayı da unutmadım. Hain trakonyanın* muzipliği zihinden çıkar mı? Levrek, ispendik, kefal, ilarya, donos, sidikli ilarya (çocuklar için medâra müdafaa olur diye yazdım) polanerya, has kefal, uskumru, koloridya, kolyoz, lipari, larbunya, tekir, izmarit, istrongilos, kancor, kıraça, istavrit, kahpe gümüş, kalkan, pisi, kırlangıç, gelincik, İskorpit, mezyid, kaya, dişli kaya, hurma kayası, kömürcü kayası, minekop, ispari, karagöz, saraos, çurçur, lapina, kikla, horosbina, zargana, mercan: dahi birer birer göz önünden geçti. Ö ne heves idi? Kâh saçma ile sahilde dolaşır, kâh adi olta, yüklü, seğirtmeli yemli, zokita, çapari, airya ile uğraştıktan fazla dalyanda, alamanalarda, ığrıpda, manyatda, kılıç ağında, kanyalı ve torikte, pisi, uskumru, istrongilos çevirmesinde çökertme, kirne patırdılarında uğraşırdım. Livarda balık saklamak, sepetle yeme çıkmak, tonozda araştırmak, seğirtme ile sürtmek, kepçe ile yakalamak) kakıç kullanmak, çamçakla kayığı temizlemek, zokaları civalamak, mazgal etmek, mesinaları tecrübe etmek, katların bozukluğunu düzeltmek, kulaç ile iskandil etmek, sabahlara kadar ayazda durmak, üşümek, uykusuz kalmak hep benim işimdi. Şimdi o üç dört seneden beri böyle aylardan mahrum kalan, lüfere hasret çeken benim gibi bir adama akşam yemeğini beklemek biraz güçcedir. “Vay lufer vay!” O gün nereye gittim ise bu sada kulağımdan çıkmadı. Saat on bir buçukta eve gelerek vay lüfer vay'ın hızıyla, “Balık geldi mi” diye sorduk. “Aşçıbaşıdadır” dediler. Ellerimi birkaç ovuşturduktan sonra yukarıya çıktım. Aman lüferızgarada cayır cayır nar gibi kızarır mı! Kızarır kızarmaz zeytinyağı, limon, hardallı salça içine atılıp da istirahatı için bir müddet bırakıldıktan sonra salata yaprakları arasına gömülüp bu yemyeşil libasa pek ziyade uygun olan maydanozla üzeri örtülür mü? Hem efendim koca kayık tabağın içine yatırılan o iştah açan deniz mahsulünden yayılan hoş kokuya hiçbir yemeğin kokusu rekabet edemez. Özellikle on kişinin damak tadına çeşni katan o beyaz etin lezzeti hiçbir balığın lezzetine uymaz. O kurnaz lüfer, etinin ne kadar tatlı olduğunu bildiği için tutulurken ettiği naz, sonra yaptığı kurnazlık avcısını fevkalâde kışkırttığından insanın çiğ çiğ yiyeceği gelir. “Vay lüfer vay!” diye bağıran o balıkçı benim yerimde olaydı benimle beraber sofrada bulunaydı, herif alabildiğine aşçıya küfrederek, “Vay lüfer vay!” diye belki ağlardı, çünkü bizim balıkçılarımız balığı tanıdıkları gibi pişirmesini de bilirler. Bizim aşçıbaşı ise lüferi palamut zannederek parçalamış. Kızgın tavaya sokarak kupkuru çıkarıp sofraya yollamış. Aman efendim çıldırmak işten değil. İlk anda evden de palamut aldıklarına hükmederek sofradakilere, “Lüfer var iken palamut yenir mi” diye çıkıştım. Biçareler balık almadıklarını beyan edince gözlerim dört açılarak parça parça edilen mahlukun bizim lüferler olduğunu anladım. Şimdi aşçıyı dövmeli mi, dövmemeli mi? Ben o hiddetle mutfağa inerek biraz söylenmek için kapısını açtım, aşçıbaşı meşgul, herife tabağı göstererek, “Bu nedir?” deyince hiç tavrını bozmayarak: “Balık!” dedi. Artık kızmışım: “Bu ne balığı?” Aşçı yine o tavrıyla: “Bilmem!” “Sen ne bilirsin!” deyince hiddetimi o zaman anladı. Lâkaydlığını bırakarak, “Ben tava istiyorsunuz zannettim. Bileydim papaz yahnisi yapardım” diyerek bir özür diledi ki kabahatinden büyük olsa gerek. Fakat asıl kabahat bende imiş. Ben o balıkları bizim siyahi dadıya tevdi etmeliydim. Lüferin çıkması bize soğuk günlerin yaklaştığını ihtar eder. Sonbahar yürüyor. Kestaneciler bağırıyor; dondurmacıların, avcıların yerini sahlepciler aldı. Sabahleyin uyumak kabil değil. Sabaha iki saat kala sokaklar arasında ufak fenerleriyle, “Sahlep!” diye bağıran esnafta acaba biraz insaf yok mudur? Herif alabildiğine, “Sütlü!” dedi mi birinci hecenin keskinliği pencereleri oynatarak yüksek titretim şiddeti ile kulaklara çarpıyor. Kestaneciler ne ise! Onlar gündüzleri dolaşıyorlar. Eyvah! Unutuyordum. Bu kış gecelerinde “Leyâl-i tetebbu” bendini yazan muharrir için bozacı, mısır buğdaycı, simitçi gibi üç tane rahatsızlık veren daha var. Bakalım yazıp çizen kişi bu üçünün dehşet saçan velvelesinden nasıl âzâde kalarak “terbiye-i medeniye” bahislerini ileriye sürecek? Eğer evinin arka odasında oturursa belki bir şey yazabilir. Ben bile lüfere hasret çektiğim o uzun iştahlı gecede arka odaya çekilerek şu dokunaklı mektubu yazmakta güçlük çektim. * Ege ve Marmara'da nadiren rastlanan çok zehirli ve dikenli bir balık türü... (Ed. n.) (Şehir Mektupları, Say y. Günümüz Türkçesine uyarlıyan Korkut Tanrıkuter, İstanbul 2006, sayfa 45 – 55) Ahmet Rasim
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR