Ev yakan kitap / Erdinç Gültekin
EV YAKAN KİTAP Karısı öldükten sonra kapısı bayramlarda bile çalınmaz olan gümrükten emekli Semih Bey, şiir yazma hevesine kapıldı. Evet, belki yaşamında bir şiir kitabına hiç dokunmamıştı. Ama zor şey değildi şiir. İlkokulu bitiren herkes yazabilirdi. Önemli olan güzel şiirler yazmaktı. Kendisi de heceyi, uyağı iyi beceriyordu. Hem neydi ki şiir, iç dökme gereksinimi değil miydi? Biraz ilham, biraz Süryani Şarabı, bir de kalem-kâğıt yetiyordu yazmasına. Semih Bey, bunlar kitaplaşmalı dedi günün birinde. Sordu soruşturdu, sürüsüne bereket kıytırık yayınevlerinden birinin kapısını çaldı. Kurşun kalemle yazılmış dosyasını, gözlüklü yayıncıya içi huzursuz bıraktı. Adam, biz size döneceğiz dedi. Keyfi kaçmıştı Semih Bey'in. Onca zamanın ürünü dosyayı yarım saat önce tanıştığı bir adama bırakmıştı. Bir kopyası da yoktu şiirlerinin. Ya çalınırlarsa ya başka birinin adıyla kitaplaşırlarsa... Çok sürmedi kaygısı. 16 saat sonra telefonu çaldı Semih Bey'in. Yayıncı kendisini bekliyordu. Yol boyu gülümsedi Semih Bey. Bu gülümseme yayıncının istediği parayı duyuncaya kadar sürdü. Ama çok değil mi bu para diye ağzının içinde itiraz edecek oldu. Yayınevi sahibi, hükümetin kâğıt fabrikalarını sattığını, kâğıdı İsveç'ten, Rusya'dan aldıklarını, Euro'nun hep tırmanışta olduğunu anlattı da anlattı. Ve ekledi: Üstelik sizin editörlüğünüzü de biz yapacağız. Bu devirde kurşun kalemle dosya kabul eden yayınevi kalmadı. Peki, dedi Semih Bey, ikna olmuştu, paranın yarısı hemen, yarısı da kitaplar teslim edilirken verilecekti. Kitap bin adet basılacaktı. Yalnız, dedi gözlüklü yayıncı gözlüğünü düzelterek: Ben bu kitaba yayınevinin adını basmayacağım, sadece matbaanın adı gözükecek. Niye, diye sordu Semih Bey kuşkulu. İlk kitaplarda genelde yayınevimizin adı geçmez diye bir yanıt aldı. Yayıncının verdiği kâğıdı okuyup imzalarken içinde pis, bulanık bir rüzgârın şiddetini arttırarak estiğini duydu. Kitabı altı ayda beş kişiye satabildi Semih Bey. İlk günler kendini önemli, güçlü hatta özel bir insan sandı. Kitabı eline aldığında ilk çocuğunu kucağına aldığı günkü duygulara benzer kıpırtılar duydu yüreğinde. Kısa zaman sonra anladı, 64 sayfalık kitabının sünnet davetiyesi kadar değeri yoktu milletin gözünde. Kutuların içinde öyle kalacaktı. Aman demişti sonunda, kitabını kurcalayanların yüzünde gördüğü o örtülmeye çalışan alayı görmesindi de varsın kitaplar kutularda beyaz eşya gibi dursundu. Şu dakika önemli olan içini burkan bu duygudan kurtulmaktı. Kurtulamıyordu. Anlayamıyordu da. Arkadaş, akraba bildikleri, kahvedekiler, mahallenin esnafı, ne olurdu üç kuruş verip bir adet alsalardı... Hele o bakkal... Yıllardır müşterisiydi, gazeteliğin altına birkaç tane bırakayım demişti de olumsuz yanıt almıştı. Yüzü yanmış, yerin dibine girmişti. Kızı bile sürpriz diye sunduğu kitabını soğuk bir yüzle karşılamıştı. Ay baba hayatında kaç kitap okudun ki kitap çıkarma cesaretini kendinde buldun. Evet, kelimesi kelimesine bunları söylemişti. Evi arabayı Mehmetçik Vakfına bağışlayacağım. Kahveyi değiştireceğim. O bakkalın önünden geçmeyeceğim. Memuriyetten arkadaşlar eğer ararlarsa telefonu açmayacağım. Rahmetlinin akrabalarını ya da kendi akrabalarımı yolda görürsem yüzlerine bakmadan geçeceğim yanlarından. Komşuları da sildim defterden. Düğüne, müğüne de çağrılınca gitmeyeceğim. Bu ve benzeri yakınmalarla salonu gidip geliyordu Semih Bey. İçkiyi arttırmıştı. Gecede iki şişe litrelik şarap anca yetiyordu. Sigarayı da çoğaltmıştı. O kadar içmesine karşın şiir yazamıyordu artık. Hevesi kaçmıştı. Şiirin Allah belasını versindi. Bir gece kutuların karşısına geçti. Bari beş yüz adet bastırsaydım diye mırıldandı. Dört kutudan ağzı açık olana tekme attı. Nedense yayıncıya küfür etti. Bu kitaplardan kurtulmalı dedi. Sabahları elime beş-on tane alayım. Hem yürüyüş yapmış olurum hem de bunları parklara, sıralara bırakırım. Böylece üç-beş ayda kurtulurum bu kutulardan. Cumartesi sabahı biraz huzurlu uyandı. Hazırlandı. Otobüse, vapura, metroya da bırakabilirdi bu baş belalarını. Koca şehir diye düşündü. Evden çıktığında saat on bire geliyordu. Havuzlu parkın önündeki sıralardan birine iki adet bıraktı. Biraz uzaklaştı. Acaba birinin dikkatini çekecek miydi, biri sahiplenecek miydi kitabını? Yoksa evde kutuda durduğu gibi aylarca duracak mıydı orada? Yahu, durmaya gelmişti benim şiirlerim dünyaya? Bunu düşünüyordu ki, bisikletli iki erkek çocuk fren yaptı sıranın önünde. Çocuklardan biri Semih Bey'in torunuydu. İndiler bisikletlerinden. Torunu yüzünde koca bir gülümseme kitabın dedesine ait olduğunu söyledi arkadaşına. Semih Bey kötü bir seziyle biraz daha ötelere gitti. Torunu sayfalarını karıştırdığı kitaptan aradığı, bulduğu, özellikle seçtiği şiirleri elini kolunu sallayarak okumaya, arkadaşı ise kasıklarını tuta tuta gülmeye başladı. Semih Bey'in midesi bulandı, kulakları gerçekten uğulduyordu. Elindeki kitapları yanındaki çöpe attı. İvedi adımlarla uzaklaştı. Evine vardığında ter içindeydi. Ayakkabısını çıkardı ama ceketini çıkarmadı. Odadaki kutulardan ağzı açık olanı kucakladı. Banyoya girdi. Eski tip küvete tepeleme döktü kitapları, yaydı. Cebinden çakmağını çıkardı. Kitapları bir bir tutuşturmaya başladı. Susamıştı. Suyunu alıp balkona çıktı. Bir sigara yaktı. Hiçbir şey düşünmüyordu. Bir sigara daha yaktı. Sonra bir tane daha. Düşünmemek, düşünememek ne güzel diye düşündü. Acaba bu düşünceden bir şiir çıkar mıydı yoksa düşünerek şiir yazılmaz mıydı diye düşünmeye başlamıştı ki, burnuna gelen koku, banyonun küçüklüğünü, alevin yayılma gücünü haber veriyordu. Aklı çıktı yerinden. Ne yaptım ulan ben diyerek girdi salona. Salon duman içindeydi. Dumanın kaynağına yürüdü. Banyonun küçük dolapları ateşini banyonun kapısına ikram ediyordu. Su bulmak için mutfağa geçti. Semih Bey. Telaşı artınca elinde bir şişe su, defterden sildiği komşularından yardım istemek için dışarı attı kendini. Gercekedebiyat.com
YORUMLAR