Son Dakika



Asya Çağı ya da Avrasya Çağının ve uygarlığının odağını, kalbini Orta Asya oluşturuyor. Başka deyişle Turan coğrafyası, Turan kültürü.

Tek başına Çin, Hint, Mezopotamya, İran, Anadolu uygarlıklarından, bu uygarlıkların damgasını taşıyan çağlardan söz edilebilir. Fakat bir Asya Çağı’ndan ve çağdaş, toplumcu, paylaşmacı bir Asya uygarlığından söz edebilmek için bütün onları birbirine bağlayan, birleştiren bir ruhsal, kültürel köprüye, uygarlık sentezine ihtiyaç vardır.

Bu köprü İpek Yolu’dur.

Söz konusu ticari-ekonomik ve kültürel köprünün üzerinde yükseldiği uygarlık da Türk ya da Turan kimliğinin damgasını taşıyan Orta Asya Uygarlığıdır.

Bu kültürün mitolojik simgesi ise, Farslarda Simurg, Araplarda Zümruduanka, Ruslarda Ateş Kuşu adlarını alan, Huma Kuşu ya da Umay Ana'dır.


Türklerin efsanevi/mitolojik Huma (Cennet) Kuşu

Çağdaş, aydınlanmacı, akılcı yeni değerler, bu kültürel birikime, simge ve değerlere aşılanarak yükselecektir çağdaş Asya uygarlığı.

Yunan-Roma uygarlıklarının devamı olarak Batı kapitalizminin, inceltilmiş ve sistemleştirilmiş köleci, özel mülkiyetçi kültürel biçim olarak insanlığı daha “ileri” bir noktaya taşıdığı bir gerçektir. Ancak, toplam olarak bakıldığında, Asya'nın uygarlık ve kültür birikimini, çok kaba ve sınırlı ölçüde devralabilmiş ve Asya'nın birçok maddi-manevi insani kazanımını budamış, ruhuna ve özgünlüğüne yabancılaştırmıştır; yani onları ruhsuz metalara dönüştürmüştür. Bu nedenle Batı, bilim ve teknolojide, maddi refahta insanlığa olağanüstü imkanlar sağlamakla birlikte, evrensel insani, ahlaki değerlerde, insan ruhunda büyük tahribatlara ve kirlenmelere yol açmıştır.

Özetle, uygarlığın Batı'da aldığı son biçimi kapitalist emperyalizmle, insanlık, emeğine, içsel ve dışsal doğasına tamamen yabancılaşmıştır.

Çin'in önderlik ettiği İpek Yolu'nu yeniden canlandırmayı amaçlayan “Bir kuşak, bir yol” projesi ile gündeme gelen yeni bir uygarlık, yeni bir dünya yaratma söyleminde ise tarihsel, kültürel bir birlik vurgusu yapılsa da ortak bir kültür deyince neyin kastedildiği pek açık değildir.

Türk, Çin, Rus, Hint, İran ulusal kültürlerinden söz edebiliriz. Hepsi de binlerce yıllık ortak ve derin Asya kültürünün parçaları, bileşenleri. Bu ortak, derin ve zengin Asya kültürünün mitolojik, töresel, kamusal-yönetimsel, dinsel, estetik kültürel kodları nelerdir? Bu kültürel kodları, olabildiğince çağdaş bir içerik ve biçimle, eskiyip ölenleri, çürüyenleri ve işlevsizleşenleri ayıklayarak, yaşayan ve yaşaması gerekenleri öne çıkararak, nasıl güncelleştirebiliriz?

Evet, İpek Yolu odaklı, çok boyutlu ruh ve gönül dünyasında ortak bir kültürel frekans, duyarlılık ve yaşam biçimi demek olan eşitlikçi ve paylaşımcı bir dünya yaratmak istiyorsak bunların genetik köklerini ortaya çıkarmamız gerekiyor. Böylece çağdaş Asya/Avrasya merkezli bir kültürel Rönesans bir kültür sanat atılımı gerçekleştirmek mümkündür. Kökler deyince kuşkusuz, bütün halkların, kültürlerin bilinçaltını oluşturan mitolojik tarih öncesinden başlayarak günümüze kadar üretilen kurucu nitelikteki değerler gündeme gelir.

Bu yazıyla ancak genel bir değinme ve giriş niteliğinde bazı şeyler söyleyebileceğiz. Önce, ana hatlarıyla Doğu ve Batı kültürlerindeki temel farklılıkları belirlememiz gerekiyor.

 


KÖLECİ-BİREYCİ-DIŞLAYICI BATI KÜLTÜRÜ ve DEVLETÇİ-KAMUCU-PAYLAŞMACI ASYA KÜLTÜRÜ

Nasıl ki, Yunan-Roma kaynaklı Batı uygarlığının, Batı felsefesinin ve kültürünün köklerini Mısır ve Finike uygarlıkları ve Yahudi mitolojisi (Eski Ahit-Tevrat; Yeni Ahit-İncil) oluşturuyorsa, Asya/Avrasya uygarlığının, felsefi-kültürel köklerini de Çin-Türk-Fars-Hint-Rus mitolojisi ve kültürleri oluşturmaktadır.

Şu ilk temel belirlemeyi yapmak, Doğu merkezli ve Batı merkezli uygarlıkların felsefi-kültürel ayırt edici dinamiklerini ve değerlerini, aynı zamanda aralarındaki farklılıkları anlamak açısından önemli bir başlangıç olacaktır.

Kökeninde, köleci nitelikteki Mısır ve onun devamı -ama Sümer ve Anadolu'dan da etkilenen- Fenike-Kartaca, sonra Yunan, Roma gibi köleci deniz uygarlıkları, onların felsefi, dinsel biçimi olan Yahudi-Hıristiyan mitolojisi, Batı kültürünün ve düşüncesinin temellerini oluşturuyor.

Bu köleci kültürün felsefi özünü, karşıtların sonsuza kadar birbirini dışladığı Düalizm (ikicilik) oluşturur. (1)

Kara uygarlıklarına dayanan Asya/Doğu düşüncesi ve kültüründe ise karşıtların birbirini dışlaması söz konusu değildir; gece ve gündüz, yaz ve kış, aydınlık ve karanlık, iyi ve kötü, yaşam ve ölüm birbirini izleyen ve birbirini tamamlayan ve belli koşullarda birbirine dönüşen, birbiri ile yer değiştiren, göreceli nitelik taşıyan karşıtlardır. Karşıtlar bir bütünlük, bir'lik, teklik oluşturur, biri öbürünün varlık nedenidir, biri olmadan öbürü olmaz.

Düalist (ikici) felsefi düşünce, toplumsal ve sınıfsal olarak köle ve efendi karşıtlığında ve bu sınıfların tamamen birbirini dışlayan ve yabancı konumlanmasında temellenir. Kadın da bu kültürde köle statüsündedir. Bu uygarlıkların dillerindeki -Hint-Avrupa ve Hami-Sami dillerinde- var olan sözcüklerin genel olarak dişi ve erkek olarak ayrılması önemli bir göstergedir. Ayrıca Roma uygarlığında, “Roma tipi evlilik” olarak bilinen, kadınların kocalarına kölece biat ettiği, “sığınma” anlamına gelen famuli (familya: aile), bir kölelik kurumu olarak ortaya çıkmıştır. Evlilikte kadının kayıtsız şartsız, tek taraflı, kocasının her emrine uymayı kabul etmesi, köleci uygulamanın örnekleridir. Bu köleci yapıda “Aile babası, çocuklar üzerinde yaşam ve ölüm gücüne sahiptir.” İslam öncesi Arap kültürünün merkezi Mekke'de kadına karşı son derece aşağılayıcı uygulamalar, kadının alınıp satılması da köleci kültürün yansımalarıdır.(2)

Köleci kültürün dinsel yansıması da doğal olarak aynı düalist dışlayıcılığı ve düşmanlığı içerir. Bütün orta doğu dinlerinde Tanrının korkutucu, cezalandırıcı, yıkıcı, yok edici nitelikleri bunun bir yansımasıdır. Kısacası köle sahibi efendi sınıfı, zaman içinde haksızlığa ve baskıya dayanan egemenliğini dinsel bir ideoloji olarak inceltip karmaşıklaştırdıkça tanrısal bir noktaya yükselmiştir; onun egemenliği, otoritesi, hakları ve ayrıcalıkları da Tanrısal niteliklere dönüşmüştür.

Evrensel üç büyük dinin köleci Ortadoğu'dan (Batı Asya'dan) çıkması, özellikle de aynı kültürün bir parçası Yahudi mitolojisinin ürünü olması rastlantı olamaz. Örneğin, sayısı 124 bin olarak ifade edilen bütün paygamberlerin hepsinin de Yahudi kralları olması ilginç ve tuhaf değil mi? Bu büyük tarihsel ve dinsel-felsefi olgu, Marks'ın da vurguladığı gibi, köleliğin çaresizliğinden kaynaklanan, kurtuluşu öbür dünyada arayan derin bir yanılsamanın ürünüdür.

Asya'da ise bu düzeyde ve uzun süreli, sistemli bir köleleşme ve yabancılaşma yaşanmamıştır. Bu nedenle Yahudi tanrılarının inançsızlara (kendi tanrılarına inanmayanlara) karşı intikamcı, acımasız, şiddetle cezalandırıcı nitelikleri Asya halklarının tanrılarında pek görülmez.

Şamanizm, Taoizm, Hinduizm ve Budizm gibi Asya kültür ve dinsel inançlarının, insan-tanrı-evren ilişkisine dayanan çok önemli derin, evrensel bir içeriği vardır.

Bu felsefi içeriğin Türk Anadolu'da ve İran'da aldığı en özgün biçim tasavvuf düşüncesidir.

Genel olarak mistik/gizemli bir nitelik taşıyan, Tanrı-evren-insan ilişkilerini ele alan bu felsefe, kaynaklandığı ve beslendiği doğacı diyalektik, Asya mitoloji ve kültürlerinin birçok bakımdan oldukça gelişkin bir sentezini oluşturur.

Özellikle Anadolu'da, Hacı Bektaş, Yunus Emre ve Mevlana'nın düşünceleri, en başta insan olmak üzere, doğadaki bütün canlıları, bütün varlıkları Tanrının bir parçası, tezahürü ve ete-kemiğe bürünmüş hali olarak görür.

Tanrı ya da doğayla insanın ilişkisini, 'tek'teki 'çok'un, 'çok'taki 'tek'in birliği olarak gören düşünce Asyai kültürün temelini oluşturur. Bu düşüncenin İslamda en yetkin temsilcileri; “Enel hak”-ben tanrıyım, tanrı bendedir (dolayısıyla tanrı sendedir, Tanrı ondadır, Tanrı bütün insanlardadır) diyen Hallacı Mansur ile aynı düşünceyi “Vahdeti Vücut” (bütün varlıkların Tanrıda birliği) ya da Tanrının bütün varlıklarda cisimleşmesi olarak daha üst düzeyde kuramlaştıran İbni Arabi'dir.

Özetle, Asya felsefesi ve kültüründe, Yunus ve birçok Anadolu bilgesinde görüldüğü gibi, Tanrı dışsal -dayatan, korkutan, yasaklayan- bir kavram değil, içsel, gönülden ulaşılan, hoşgörülü, sevilen, eleştirilen, yer yer isyan edilen bir kavramdır. Aslında Tanrı da, cennet de, cehennem de içimizdedir. “Cehennem dediğin dal odun yoktur / Herkes ateşini kendi götürür” diyen Hacı Bektaş bu felsefeyi şu dörtlükle çok daha mükemmel ifade ediyor: Hararet nardadır sacda değildir / Keramet baştadır tacda değildir / Her ne arar isen kendinde ara / Kudüste Mekkede Hacda değildir.” 


HÜMANİZMİN HOŞGÖRÜNÜN VİCDANIN ASYASI

Doğu'da insanın hatalarından, günahlarından arınması içsel bir yolculukla ve yaratıcıyla içten bir diyalogla, içini dökme ya da özeleştiriyle gerçekleşir.

Batı'da ise, ta köleci Roma'dan kalma kilise kurumunun temsilcisi papaza günah çıkarmak suretiyle bu “arınma”yı yaşar. Günümüzde Batı-Hıristiyan kültüründe bu tür dışsal, zorlama arınma ritüelleri belli ölçüde aşılmışsa bunun da nedeni, Doğu kültüründen büyük etkilenmeler sonucudur.

Türk, Çin, Hint ve Fars/İran kültürlerinin belirlediği Doğu/Asya uygarlıklarında, yer yer köleci uygulamalar yaşansa da, toplumsal ve kültürel olarak sistemleşmiş bir köleciliğe rastlanmaz. Marksist literatürde feodalizm olarak genellenebilen ancak ağırlıklı olarak kamucu-devletçi yönetim ve ekonomi biçimleriyle bir çok farklı örneklerini gördüğümüz toplumsal-kültürel bir dünyadır Asya.

Bu nedenle, Asya merkezli uygarlık ve kültürlerin (Dugin bunlara “Kara Uygarlıkları” diyor) hiç birinde kadın, genel olarak feodal-ataerkil bir baskıyı yaşamakla birlikte, hiç bir zaman köle ve cinsel olarak bile aşağılanan, dışlanan bir konumda olmamıştır.

Örneğin, kadının tamamen dışlandığı köleci bir kültürün en tipik göstergesi olan eşcinsellik Doğu toplumlarında pek görülmez. Bu, tamamen köleci Akdeniz uygarlıklarına özgü bir olaydır. (İslam uygarlığındaki, Bağdat, Şam, İstanbul merkezli eşcinsellik ve oğlancılık da kesinlikle bu köleci kültürün bir ürünüdür.)

Kölecilik ve korsanlığa dayanan, Yahudi-Hıristiyan dinsel ideolojileri ile sentezlenmiş Batı'da, insanı da -özellikle kadını- içine alan özel mülkiyetçi ve bireyci kültür, Doğu'da Gök Tanrıya bağlı “despotik devlet”çi ve kamucu-eşitlikçi kültürle sınırlanmış, etkisizleştirilmiştir. Hegel'in ve daha sonra Marks'ın vurguladığı gibi, Doğu'da ve “Çin'de saltık eşitliğin despotik imparatorluğu vardır.” Roma ise, Hegel'e göre, “haydut çobanlardan ve her tür ayak takımının bir araya gelmesiyle oluşmuştur.” Buna, Finike, Kartaca ve Yunan kaynaklı tüccar sınıfının deniz korsanlığını da eklemek gerekiyor.(3)

Avrupa'da Hümanizm, 13. yüzyıldan itibaren, esas olarak da 16. ve 17. yüzyıllarda gelişirken, Çin'de bu, devletleşme ve göksel imparatorluk geleneklerine bağlı olarak daha MÖ. 4. ve 6. yüzyıllarda gündeme geliyordu.

Bu çağda Konfüçyüs'çü aristokrasiye karşı eşitliği savunan Mo Tzu, bütün insanların doğal olarak “iyi” olduğunu ileri sürer. Mencius, “Bütün insanlar [başkalarının acı çekmesini görmeye] tahammül edemeyecek bir zihne sahiptir. (...) Acıma duygusu, insanseverliğin kaynağıdır. Haya ve nefret duygusu, doğruluğun kaynağıdır. Doğru ve yanlış duygusu hikmetin kaynağıdır” demektedir.(4)

Mencius'un hümanist felsefesine karşın Batı'da, barbarlık çağının komünal-eşitlikçi kültüründen gelen toplumcu ve paylaşmacı özü köleci korsanlıktan gelen özel mülkiyetçi bireyci-bencillik yönünde sınırsızca tahrip eden bir kültür egemen olmuştur.

Bunun sonucu olarak, ütopik ve bilimsel sosyalistlerin geliştirdiği toplumcu bir etik/ahlak düşüncesine rağmen, günümüzde çok daha yıkıcı bir şekilde “insan insanın kurdu”dur diyen, insanların genel olarak iyi olduğunu reddeden felsefi düşünce ve davranış egemendir.

Türklerde ise hümanizmin kökleri, Hunlar ve Göktürkler gibi birçok kavmi birleştiren büyük imparatorluk geleneklerine kadar dayanmakla birlikte, felsefi olarak, Anadolu'da, Hacı Bektaş, Yunus ve Mevlana'nın çağına, 12. yüzyıla dayanmaktadır. Batı'da Hümanizm, ancak köleci toplumsal ve kültürel ilişkilerin aşılmasından sonra, gelişmeye başladı. Özellikle de feodal bölünmüşlüğe ve derebeyliğe karşı güç kazanan büyük merkezi imparatorluklar zemininde hayat buldu.

Asya'da, bütün kavimleri (insanlığı) kucaklama ve yönetme iddiasındaki Göksel İmparatorluklar geleneği, farklı kavimlerin, kültürlerin birlikte yaşamasının zeminini yaratmıştır. Ayrıca bilimin, sanatın ve siyasetin, yani devleti ve toplumu yönetme sanatının oldukça ilerlemiş olması, Hümanist düşüncenin çok daha erkenden gelişmesini sağlamıştır. Kuşkusuz köleci bir kültürün gelişmemesi önemli bir rol oynamıştır.

Sonuç olarak, söz konusu iki kültürel şekillenme, bugün insanlığın yazgısını belirleyecek, bireyci ve toplumcu iki farklı uygarlık biçimi etrafındaki sınıfsal nitelik taşıyan odaklanmaların da ayırt edici özelliklerini oluşturmaktadır.

İnsanlık ya Batı merkezli kapitalizmde ve onun özel mülkiyetçi, piyasacı ve bireyci kültüründe doğaya ve kendine yabancılaşmış olarak çözülüp, dağılıp gidecek. Ya da Doğu merkezli devletçi, eşitlikçi, paylaşmacı kültürü seçerek, insanın kendiyle ve doğayla barışık olduğu yeni bir uygarlığa yükselip ilerleyecektir.


ÇİNLİLERDE ve TÜRKLERDE ORTAK FELSEFİ KÖK             

Türklerin ve Çinlerin, belli farklılıklarla diğer Asya halklarının, ortak paylaştığı simge ve değerlere damgasını vuran temel bir mitolojik-kültürel sistemden sözedebiliriz. İki ana ilkeye indirgenmiş bu evrensel sistem, Çincede Yang ve Ying, Türkçede Yaruk ve Kararuk (Aydınlık ve Karanlık) olarak ifade edilir. Bu iki soyut ve ana ilkenin diyalektik ilişkisini, önce kaos olan evrenin gök ve yer olarak ikiye bölünmesi, bu bölünme ve çatışmalı bütünlük ekseninde insanın, doğayla ve toplumla tarihsel ve varoluşsal karşılıklı değişim, dönüşüm ve yaratım süreçleri olarak düşünebiliriz.

Çin felsefesinde bu ilkel doğacı diyalektik, yol, yöntem anlamına gelen Taocu felsefeyle açıklanmaktadır. Taocu felsefe dünyada her şeyin birbirine karşıt ama birbirini tamamlayan hem yang hem de ying'e sahip olduğunu savunur. Doğadaki her şeyin oluşum ve gelişimi karşıtların birbirine bağlı, birbirini tamamlayan mücadelesiyle gerçekleşir.

Yang-ying, bütün nesnelerin ve olayların sonsuza değin birbirleri ile mücadele ve karşılıklı dönüşüm içinde olduklarını anlatır. Aynı zamanda bu, doğada her şeyin görece ve değişken olduğu, belli koşullarda her şeyin karşıtına dönüştüğü anlamına gelir. Yaşam ve ölüm, erkeklik ve dişilik, akıl ve yürek, hareket ve durağanlık, konuşmak ve susmak, sonsuzluk ve geçicilik, doluluk ve boşluk yang-ying ikili birliklerine örneklerdir. Taoculuk, bu anlamda, birbirinden sonsuza kadar ayrı ve karşıt, birbirinden tamamen bağımsız ve yalıtılmış nesneler ve kavramlar sistemi üzerine kurulan matafizik Batı felsefesinden farklıdır.(5)

Batı merkezli metafizik düşünceye göre, Doğu toplumları, sonsuza kadar değişime kapalı, hareketsiz, durağan, kaderci toplumlardır. Batı ise, daima akılcı, yenilikçi, yaratıcı toplumlardır!

Bu ırkçı bakış açısı, bugün bile kapitalist Batı toplumlarında hâlâ etkili. Oysa Doğu toplumları, gerek düşünsel ve inançsal yapıları ve değerleri bakımından gerekse temsil ettikleri büyük uygarlık ve kültür birikimi bakımından, hiçbir zaman değişime kapalı ve durağan olmadılar. Durağanlıktaki değişimin, suskunluktaki yeni bir canlanmanın, yenilgideki zafer inancının enerjisini hep taşıdılar ve yeniden ürettiler.


ÇU UYGARLIĞI ve EVRENSELCİLİK: ÇİFT BAŞLI EJDER (EVREN)

Yukarıda sözünü ettiğimiz Yang ve Yaruk ilkesi şu unsurlarla simgeleşmekte ya da görünüm kazanmaktadır: Güneşin zirvede göründüğü gün ortası, yaz mevsimi, ateş unsuru, kızıl renk, tek sayılar, hükümdarlık, erillik... Yang ve Yaruk ilkesinin simgeleri, güneş ve Türkçe Kızıl Saksağan, Çince Kızıl Kuş denen takımyıldızıdır. Kararıg ilkesinin en üst noktası ise, yerin dibinde, kuzey yönünde, gece ve kış mevsiminde, su unsurunda, kara renkte, çift sayılarda, dişilik kavramında kendini gösteriyordu. Kararıg ilkesinin simgeleri, ay ve Türkçede karayılan, Çincede kaplumbağa ve yılan adını taşıyan takımyıldızıdır.

                                                      Kayseri'de Çörten ve Hatun Han çeşmelerinde ejder başı

Türk ve Çin mitolojilerindeki ejder'in bir başka adı olan yılan, olumsuzu/düşmanı simgeleyen bir varlık değil, üretimin, bereketin, ölümün ve yeniden dirilişin (hem öldüren hem sağaltan), yani evrensel sonsuz döngünün simgesidir.

Anadolu kültüründe, ejderha ile evrilme ve evren arasındaki bu mitsel-düşünsel ilişki, Şeyh Nasurüddin Mahmut El Hoyi'nin (Nasrettin Hoca) “Ahi Evren” lakabında simgeleşir. Debbağların piri ve Ahiliğin kurucusu Ahi Evren, aynı zamanda Tıp bilgisine de sahiptir, yani tabiptir ve yılan zehrinin hem çok zararlı, hem çok yararlı ikili karakterini bilmektedir. Debbağhanesinin mahzeninde yılan beslemesi ve yılan zehrinden ilaç üretmesi nedeniyle Evren (ejder) lakabı verilmiştir kendisine. Bilindiği gibi Tıbbın simgesi, birbirine sarmalanmış çift başlı yılandır.(6)

Bir Gök Ejderi olan Evren, Chou'lar, Hunlar, Kök Türkler ve Uygurların inancına göre, gök kubbenin ve yağmurun simgesi olarak kabul edilen Gök Ejder (Kök Luu) takımyıldızını temsil etmektedir.


Antalya-Burdur yolu üzerindeki Susuz Han girişi

Gök Türk ve Uygur kağanları, dikili taşlar üzerinde çift başlı gök ejderi biçimindeki simgesel figürlerle gökten kut alırlardı.

Hunların merkezlerinin Ejder şehri olarak anılması da güç, kuvvet sembolü olarak ejderin Türklerde yüksek bir değere sahip olduğunu gösteriyordu.(7)

Orhun Abidelerinde, Kül-tegin anıt mezarında “Kil duvarlar üzerinde ejderha maskeleri bulunmaktadır. (...) Başın üzerinde beş dişli bir taç, onun üzerine ise kartala benzeyen bir kuş resmi tasvir edilmiştir.”(8)  

Burada, hem İslam öncesi Türk kültüründe ejderhanın, hem de “kartala benzeyen kuş”la tarif edilen Umay'ın kutsallığı görülmektedir.

Taocu diyalektik felsefenin en üst düzeyde simgesel ifadesi olan Ejder, Çin ve Türk kültürlerinin kökensel bağını sağlamaktadır. Kısacası Ejder (Evren), Taocu diyalektikte hem yıkıcı (kötülük kaynağı), hem de yapıcı gücü -yaratıcılığı, üretkenliği- temsil ediyor. Böylece yararlı ve zararlının, iyi ve kötünün, yaşamın ve ölümün birbirini içeren, birbirinin koşulu olan evrensel bütünlüğünü simgeliyor.

İslam öncesinde Türklerde kutsal kabul edilen bu efsanevi yaratık, İslamiyetle birlikte söz konusu olumlu özelliklerini yitirmiş ve kötülüğün simgesine dönüşmüştür. Kahramanlığın ölçütü de ejderhayı öldürmektir artık.

Ahlat mezarlığı

Diyebiliriz ki Akdeniz merkezli, Yunan, İbrani, İran uygarlıkların mitolojilerinde, daha sonra İslam tarihi ve kültüründe ejderhanın baş düşman olmasının, ona “Yecüc-Mecüc”ün eklenmesinin nesnel ekonomik-toplumsal temeli vardı. Kuşkusuz bu temeli, dünyanın merkezi İpek Yolu'na egemen olan “barbar” Türk ve Çin gücüne karşı ekonomik-siyasi bir savaş oluşturuyordu.

Türk mitolojisi ve kültürünün temel simgesel motiflerinden olan Hayat Ağacı'nın koruyucusu ve tamamlayıcısı, birbirine dolanmış (yang-ying ikilibirliği) çift başlı ejderha ya da yılandır. Bunun diğer versiyonları Hayat Ağacı'nın iki yanında yer alan çifte boğa -daha doğrusu boğa ve inek- ile Selçuklu, Osmanlı ve genellikle bütün Türk süsleme ve armalarında, halılarda yer alan Çift başlı kartal motifleridir. Kartal'ın yerini, daha efsanevi bir kuş olan, bazı yorumlara göre, genellikle kuş donunda gözüken Umay'ın bir görüntüsü olan Sungur kuşu almaktadır.

Evrenin bütün tezahürlerini gök ve yer-sub'un (yer-su) temsil ettiği birbirine karşıt ve birbirini tamamlayan iki evrensel “nefes”ten oluşmuş olarak kabul eden sistem, proto Türk ve Türklerin en eski ve öz kozmolojisidir. Doğu Asya tarihçisi Eberhard'ın çoğunluğunu Türk olarak değerlendirdiği Chou (Çu)'lar (MÖ. 1059-249), bu kozmolojiyi anavatanları olan İç Asya'dan getirmişlerdi.(9)

Çu'larla başlayan, Göksel dünya imparatorluğu olarak somutlaşan evrenselcilik Çin'de gelişirken, bir yandan da Çinlerin Hu dediği ve Çin'in kuzeyi ile batısında yaşayan Türkler, Çu uygarlığının diğer mirasçıları olarak aynı kozmolojiye dayanarak evrensel imparatorluk kuruyorlardı. Doğacı diyalektik dediğimiz Taoculuğun ilkeleri bütün Hu'larda yaygındı. “Kök-Türklerin Kağan soyu, Çinlilerin As-hi-na [Asena] dediği boy, IV.-V. yüzyıllarda tarih sahnesine ilk çıktığı zaman Yaşıl-ögüz (Hoang-ho) Irmağı'nın batısındaki Ding-liang'da, bir Taoist türbe olan dağın civarına yaşamaktaydı.”(10)


ZERDÜŞTİZM'DEKİ DÜALİZM ve TAOCU DİYALEKTİK

Türk mimarisinde sekizgen yapılar olarak kendini gösteren simgesellik, çok daha derin bir anlama sahiptir. Anadolu'daki Selçuklu döneminden kalma türbelerin ve mimari yapıların çoğu sekizgen üsluptadır. Orta Asya çadır kültürünün bir yansıması olan sekizgen üslup İran Zerdüşt mabetlerinde de görülmektedir.Göksel dünya imparatorluğu ideali, hiç bir kavme, halka ayrıcalık tanımayan hümanist bir içerik taşıdığı gibi, her iki kültürde de önemli bir simgeselliğe sahip beşli ve sekizli sistemlerle ortak bir kozmolojik düşünceyi benimsiyordu. Simgeselliğin büyük bir rol oynadığı Çin kültüründe merkezi bir yere sahip beşli sistem, dört yönü ve merkezi (Gök'ü) temsil ediyordu. Sekiz ise, dört yön ve aralarındaki diğer dört ara yönün toplamı idi.

Emel Esin'inin de vurguladığı gibi, yukarıda belirttiğimiz Çinlerin ve Türklerin dikotomik (ikilibirlik, diyalektik) kozmolojisi, İran Zerdüşt öğretisindeki birbirini tamamen dışlayan iki karşıt ilke üzerine kurulu ikici (düalist) görüşten büsbütün farklıdır. Zerdüşt düalizmi, iki ilkeyi birbirine ebedi düşman ve birini iyilik, diğerini kötülük simgesi sayıyordu. Zerdüşt ve Mani dinlerinde, Işık iyilik, karanlık kötülük simgesiydi; bunlar asla birbirini tamamlayan bir uzlaşma ve bütünlük oluşturmaz.

Muhtemelen köleci Akdeniz kültürü ile Asya kültürünün en çok karşılaştığı ve içiçe geçtiği Horasan bölgesinde ortaya çıkan Zerdüştlükteki düalizm, kuşkusuz Batı Asya köleci kültürünün bir uzantısıdır. Ancak, bu öğretinin içeriğinde yer alan paylaşmacı değerler, kadının erkekle daha eşit ve kesinlikle köle olmayan konumu, bütün insanları kapsayan akılcı-hümanist içerik, onun Asyai-Turani kültürle ortak özellikler taşıdığını gösterir.

 

BATI ASYA'DA UMAY'IN HALLERİ: HUMA KUŞU SİMURG ve ZÜMRÜDÜ ANKA

Türk, Çin, İran ve Rus ulusal kültürlerin ortak simgesel değerlerine baktığımızda ilk dikkat çeken olgu, aynı kutsal efsanevi kuş simgesinin farklı adlarda hepsinde de benzer işlevlerle yer almasıdır.

Türk mitolojisinde bu efsanevi varlık, Umay Anadır. Yaşamın ve ölümün, üremenin, çoğalmanın, bereketin, bilgeliğin, merhametin simgesi, dolayısıyla en başta çocukların ve doğumun koruyucu tanrıçası olarak Umay... O, Türklerin avcı-toplayıcılık ve anaerkil dönemlerden ataerkil ve uygarlık çağlarına, yerden göğe değişim ve dönüşümler geçirdi; değişik yüzler ve adlarla ortaya çıktı. Türklerin, Hunlarla başlayan büyük imparatorluklar kurma sürecine bağlı olarak, en büyük ve evrensel tanrının Gök Tanrı olmasıyla Umay da Yer Ana'dan Göksel bir konuma yükseldi. Böylece Türklerde en son yüzü ya da girdiği don, “devlet kuşu”, “talih kuşu” olarak da anılan Huma Kuşu oldu.

Umay, Farslarda Simurg, Arap-İslam kültüründe Zümrüdüanka olarak ortaya çıkmaktadır. Çin mitolojisinde genel olarak Anka olarak yer alan bu tanrısal simge Rus kültüründe “Ateş Kuşu” olarak ortaya çıkar. Hint mitolojisinde ise Garuda adını alan bu kuş, kartal başına ve pençelerine sahiptir.

Bilindiği gibi Simurg, İran mitolojisine göre Hazar Denizi'nin güneyi ve İran'ın kuzeyindeki yüksek Alburz dağlarında yaşayan olağanüstü büyük, yüzlerce yıl yaşayan ve öldükçe de küllerinden yeniden doğan, her şeyi bilen, çocukların ve çaresizlerin koruyucusu efsanevi bir kuştur. Simurg, Fars sanatında birçok kılıklara girebilen dev bir yaratık olarak resmedilmiştir. Hayat Ağacı olarak da bilinen Bilgi Ağacı’nda bir yuvası olduğundan söz edilir.

Simurg'un Fars edebiyatındaki en somut ve efsanevi imgesi “Zaloğlu Rüstem”le birlikte geçer. Firdevsi'nin büyük İran destanı Şahname'de başkahramanlardan biridir. Eserde Simurg dağa bırakılmış bir çocuğu sahiplenir, Alburz dağlarındaki yuvasına götürür ve orada büyütür. Sonra adı Zal (“kuşun oğlu”) olarak anılan bu çocuğun oğlu Rüstem (“Zaloğlı Rüstem”) İran tarihinin en ünlü pehlivanı ve kahramanı olarak destanlarda yer alır.

Arap efsanesinde ise aynı yaratık, bütün kuşların hükümdarı Zümrüdüanka olarak ve aynı nitelikleri ile karşımıza çıkar. “Anka” sözcüğü Farsçadır. Araplar bunu, her ne kadar Arap-İslam edebiyatında Mısır kaynaklı bir kuşa, Phoenix'e dayandırsa da, o da muhtemelen Avrasya kaynaklıdır, büyük olasılıkla İran veya Hint'ten alınmış olmalıdır. Son bin yılda İslamiyet üzerinden Arap edebiyatı ile dilimize ve kültürümüze Zümrüdüanka olarak girmiştir. Aynen Smurg gibi Kaf Dağı'nda, Hayat Ağacı da denen Bilgi Ağacı’nın dallarında yaşayan ve her şeyi bilen bir dev yaratıktır.

Zümrüdüanka'nın Doğu Akdeniz uygarlığı ve Arap efsanesi kaynaklı olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü aynı özellikleri taşıyan bu simgesel kuşlar, göksel tanrıya yakın yüksek bir dağ ve o dağda yer alan kutsal ağaç (orman) simgesi ile bir bütünlük oluşturmaktadır. Üçünün bir arada olduğu coğrafya Doğu Akdeniz ya da Arap coğrafyası olamaz. Olsa olsa Kafkaslar, Himalayalar, Tiyanşan ve Altaylardan Çin Denizine Orta ve İç Asya olabilir.

Bu konuda Nimet Yıldırım'ın değerlendirmeleri önemli ve öğreticidir. Ona göre, Firdevsi'nin Şahname'sindeki Simurg ve Rüstem'in kişiliği hiçbir şekilde, İran mitoloji ve kültürünün temel kaynağı olan, Zerdüşt metinleri Avesta edebiyatında yer almaz. Zal'ın babası Sam ailesi ve Rüstem'in serüvenleri ile ilgili Avesta'da hiç bir bilgi yoktur. Avesta dışında kalan diğer Pehlevice metinlerde de Rüstem ve Zal'dan söz edilmez. Gerçekte Şahname, Zerdüşt inanışı eksenli metinlere bağlı olmaktan daha çok Doğu İran'ın, yani Horasan ve Meveraünnehir'in, sözlü, klasik, geleneksel kültürel birikimini içeren söylencelere dayanmaktadır.(11)

Yıldırım'ın çok yerinde yorumuna göre, “Muhtemelen Rüstem, o dönemler, örneğin Sakalar gibi yabancı kavimlerin mitolojik kahramanları arasında yer almaktadır. Bu ve benzeri kavimlerin Doğu İran ve Sistan (Seistan) gibi bölgelere yerleşmeleri, İranlılarla karışarak birlikte yaşamaları sonucunda, efsaneleri İran efsanesine karışmış, İran kahramanlık destanlarında yeni bir kahraman tipi olarak yer almaya başlamış, diğer kahramanlar ise unutulmaya yüz tutmuştur.”(12)

Dolayısıyla Simurg'un kökeni İran'da değildir; iç Asya'dadır. Yani adı dışında bütün özellikleri, Türk mitolojisindeki Umay Ana'nın özellikleridir. Rüstem'le ilk akla gelen kahraman ise Altay Destanı'ndaki Maaday Kara'dır.(13)

TÜRK KÜLTÜRÜNDE “EJDER”İN “EVREN”SELLİĞİ

Türk kültürünün mitolojik, tarihsel köklerini incelerken, özellikle kutsal dağ kutsal ağaç/Hayat Ağacı, Huma Kuşu/Umay, Sungur Kuşu, Kartal, Ejder/yılan (Evren) gibi Türklerin kültürel değer ve inançlarını simgeleştiren ve bunları günümüze taşıyan doğa varlıkları ile karşılaşırız. İnsanın insanlaşma evriminin en yakın 100 bin yıllık sürecini düşündüğümüzde, onu bile çok az bildiğimiz tarihsel dönem en fazla 5-6 bin yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu çok sınırlı bilgiyle, özellikle ruhsal oluşumu açısında insanı ve toplumları her yönüyle açıklamak olanaksızdır. İnsan davranışlarının şifreleri, ilk örnekleri ya da kök hücreleri mitolojik çağlarda saklıdır. On binlerce yılı kapsayan bu dönem, insanlığın ya da toplumların, çok küçük bir bölümünü bilincin oluşturduğu, ruhsal, bilinçaltı dünyasıdır.

Toplumsal bilinçaltı dünyası günümüze, tabularla, törelerle, efsanelerle, çeşitli inanç biçimleriyle, nedeni açıklanamayan tepkisellikler, değer yargıları, sezgiler ve hayal gücüne yansıyan büyük düşünsel ve ruhsal enerji patlamaları biçiminde taşınmıştır.

İnsanlaşmanın temel hedefi bunları bilince yükseltmektir.

Kuşkusuz bu binlerce yıllık kültürel-insani enerji birikiminin çağdaş dışavurumlarının en belirgin biçimleri sanat ve edebiyattır. Sanat ve edebiyatımızın ulusal devrimci niteliğini yükseltirken ulusal kimliğimizin mitolojik köklerinden gelen simge, imge ve değerler hâlâ büyük ölçüde gizemini korumaktadır.

Ejder ya da evren imgesi ve simgesi bu birikimin en önemli ögelerindendir.

Türk mitolojisi ve kültürü üzerine, geçmişe göre çok daha zengin, yeni kaynaklara, yeni bilgilere dayanan ve Türklerin tarihte oynadıkları siyasal ve kültürel rolü, bütün Batı merkezli yalan ve çarpıtmalara rağmen gözler önüne seren bilimsel, gurur verici çalışmalar var önümüzde. Bunlardan biri de bu alanda önde gelen bilim insanı, Türkçülüğün önderlerinden Ahmet Ferit Tek'in kızı Emel Esin'indir. Onun, “Türk Kozmolojisine Giriş”, “Orta Asya'dan Osmanlı'ya Türk Sanatında İkonogratik Motifler” ve “Türklerde Maddi Kültürün Oluşumu” başlıklı üç ciltlik kapsamlı yapıtı, bu konuda en ciddi, en geniş ve güvenilir kaynaklardan biridir. Yazımızda özellikle Esin'in yapıtlarından temel kaynak alarak yararlanacağız.
 

EVRENSELCİ GÖKSEL MOTİFLER ve ÇİFT BAŞLI EJDER/EVREN

Emel Esin'in vurguladığı gibi, Türklerin ve Çinlerin ortak mitolojik-kültürel geçmişini, elimizdeki verilere dayanarak, MÖ. iki binli yıllarda oluşan ve kurucularının Türk kökenli olduğu vurgulanan Chou (Çu) uygarlığı ve kültüründen başlatabiliriz. Bu kültürün felsefi temelini, evrendeki her şeyin ve olayın, birbirini tamamlayan iki karşıt ilkenin, -Çinlerde Yang-Ying, Türklerde Yaruk-Kararıg (aydınlık-karanlık)- mücadelesi tarafından belirlendiğini ileri süren Taocu düşünce oluşturuyordu.

Başka deyişle, Marks ve Engels'in, tarihsellik boyutunu katarak en son ve evrensel niteliğini verdiği karşıtların birliği ve mücadelesine dayanan Diyalektik Maddecilik, daha ilkel ve kaba olmakla birlikte Taoculukta da, çatışan karşıtların bir bütünün parçaları olarak birbirlerini tamamlaması biçiminde ifade edilmekteydi.

Gerek İskitlerde, gerek Hunlarda ve Göktürklerde, yani İslam öncesi Türklerde egemen düşünce biçimi ve sanat üslubu bu doğacı/maddeci diyalektiğe dayanıyordu.

Yani diyebiliriz ki, doğacı Çin felsefesi olarak bilinen bu diyalektik düşüncenin, kökensel kaynakları esas olarak Çin'de değil, İç ve Orta Asya'da, Turan coğrafyasındadır. Ne var ki, en az iki bin beş yüz yıllık kesintisiz varlığını sürdüren ve böylece tarihsel ve düşünsel bilgi birikimini günümüze kadar taşıyan Çin uygarlığı, haklı olarak Taoculuğu daha sonra da geliştirerek bir Çin felsefesine dönüştürmüştür. Ancak kökeni ne olursa olsun Taoculuk Asya toplumlarının en yaygın düşünce biçimlerinden biridir.

Taocu felsefedeki karşıt-bütünselci (zıtların birliği) ilkelerin niteliklerini açarsak, Türk kültüründeki bazı kavram ve motifleri de daha iyi anlayabiliriz. Yukarıda sözünü ettiğimiz Yang ve Yaruk ilkesi şu unsurlarda simgeleşmekte ya da görünüm kazanmaktaydı: Güneşin zirvede göründüğü gün ortası, öğle saati, yaz mevsimi, ateş unsuru, kızıl renk, tek sayılar, hükümdarın kişiliği, erillik kavramı... Yang ve Yaruk ilkesinin astrolojik simgeleri, güneş ve Türkçe Kızıl Sagızgan (Saksağan), Çince Kızıl Kuş denen takımyıldızıdır. Gök ibadeti bu gibi simgelerle yapılırdı. Ying ve Kararıg ilkesinin en üst n

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)