Son Dakika



Doğu'nun iki uç milleti, Türkler ve Ruslar'dır. Türklerin tersine Ruslar, özellikle 1854 Kırım Savaşı'ndan sonra Batı'yla ilişkilerini tartışmaya ve kendilerini merkeze alan düşünceleri öne çıkarmaya başladılar.

1844 Haziranında, 'Kont Orlov' takma adıyla gri peleriniyle Londra'da Woolwich rıhtımına inen Çar Nikolay, büyük umutlarla Britanya'ya gelmişti. Kraliçeye, birlikte Türk İmparatorluğu'nu paylaşma önerisinde bulunacak, Fransa saf dışı bırakılacaktı.

Oysa yalnızca, The Times'te Temmuz 1831'de yayınlanan "Türk ve Moskof barbarlarına karşı uygar Avrupa" başlıklı yazıyı okumuş olsaydı bu teklifi yap(a)mazdı: Batı onları, ağızlarıyla kuş tutsalar bile Doğu olarak görüyordu!

1831 Polonya bağımsızlık ilanını kanla bastırmasından sonra Batı'nın "Kazaklar geliyor" vaveylasını bile duymazdan gelen Nikolay, Petro'nun "Avrupa'nın içlerine girip sürekli karışıklık yaratılmalı" vasiyetinin dilden dile gezdiğini de görmezden gelmişti. (Petro vasiyetini yalnızca bizim için yazmamıştı!)

Neticede Batı'nın buna yanıtı, İngilizlerin öncülüğünde -üstelik Türkler ve Fransızlarla - 1854 yılında Kırım'da Ruslar'a tarihin en kanlı savaşlarından biri olarak döndü.

1856 Kırım bozgunundan sonra Ruslar, Çarından yazarına şairine kadar derin bir sarsıntı ve kırılmayla Batı denen bütünü sorgulamaya başladılar.

Çar Nikolay 35 yıllık içe kapanmayla, ülkeyi demiryolları telgraf gibi son teknoloji yatırımıyla donatırken, Dostoyevski gibi yazar ve şairler de Batı'yı sorgulamaya, Rus halkının ruhuna inerek onu tanıma ve onun Batı'ya olan kör inancını sarsmaya, kendine güveni sağlamaya çalıştılar. Sonuçta Ruslar Batı'dan aldıkları bilim ve sanattaki teknik bilgileri kendi toplumuna -kabaca da olsa- uyguladılar, 'kendisi' oldular ve bugünkü güçlü konumuna ulaştılar.

Türkler ise 1683 "Viya Bozgunu"yla tam tersi bir yol izlemiş, düşmanlarının yani Batı'nın kucağına düşmüştü. Cumhuriyet'in ilanından Atatürk'ün ölümüne dek olan süre hariç bugüne dek, inişli çıkışlı ilişkilerde bir türlü Batı merkezli dairenin dışına çıkmayı ve kendisi olmayı başaramadı.

Rusya'da olduğu gibi önce aydınlardan başlaması gereken Batı'yla olan ilişkiyi sorgulamak ne yazık ki gerçek anlamıyla tamamlanamadı. Sürekli gelgitler ve kararsızlıklar içindeki yazar, sanatçı ve aydınlarımızın bugün bile bir karara sahip olduğu söylenemez.

Bunun bilincindeki ender şairlerimizden Cemal Süreya'nın saptamasını kimse dikkate almadı, almıyor. Doğan Hızlan'la 1986 yılında TRT'de yaptığı bir söyleşide tamı tamına şunları söylemişti: "Benim şiirim, ülke edebiyatı, yani bizim edebiyatımızla Batı edebiyatının çelişkisi üzerinedir. Bu çelişkinin içinde buldum kendimi. Tamamlayıcısı olarak değil..."

 

İki bin beş yüz yıl önce Persler aracılığıyla batıya huruç eden Doğu, beş yüz yıl sonra İskender ve Roma İmparatorluğu'nca karşılık görmüş, Attila ve Cengiz Han bilmukabelede bulunmuş, beş yüz yıl önce ise Doğu'nun Türklerin temsil ettiği karşı hareketi Vatikan'ı tehdit etmiş, Viyana kapılarına kadar dayanmıştı. Doğu'nun Batı'ya doğru bu akışını yakın tarihte Ruslar ve Türkler üstlenmişti.

Rusların modern edebiyatı Batı'dan alıp başarıyla sentezlemesi, sosyalizmi bir Batı teorisi olmaktan çıkarıp pratikte denemesi çok önemli olaylardır. Lenin emperyalist aşama öncesi Batı ile sonrası Batı'yı ayırmış ve artık insanlık mücadelesinin Doğu'ya kaydığını tahlil etmiştir; haklı cıkmıştır. (Tek bir "Batı" ülkesinde sosyalizm deneyi yaşanmadı!) Batı buna gerçek gerici yüzünü göstererek Hitler ordularıyla karşılık vermeye çalışacak, Moskova'ya dek açık işgale girişip yakıp yıkacaklardır. Yanıt, Doğu'nun Berlin'e girişidir.

BATI'YLA İLİŞKİLER SORGULANIYOR MU? YOKSA KOPUŞ MU?

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dün yaptığı konuşma, Batı'yla olan ilişkilerimizde bizce yeni bir döneme girdiğimizin ilanıdır.  

"Türkiye’nin yaklaşık 200 yıldır demokrasi, insan hakları, hukuk devleti gibi Batı merkezli doğup gelişen ve fakat evrensel değerler hâline dönüşen bir çizginin takipçisi olduğu"nu söylemesiyle başlayan konuşmasında,  bu ilişkide "milletin, yaşanılan kayıplara ve acılara rağmen bu değerleri sonuna kadar korumayı yaşatmayı başardığı"nı vurgulayarak, "...Biz de Osmanlı’dan itibaren aşama aşama bu sistem içinde yerimizi almanın gayreti içinde olduk. Cumhuriyetin ilanıyla bu doğrultuda çok daha keskin ve geri dönüşü olmayan bir tercihte bulunduk. Gerçi biz bu tercihi yaptık ama Batı’nın bize hiçbir zaman aynı niyetle yaklaşmadığını da kabul etmek durumundayız.”

“Hangi reformu yaparsak yapalım, hangi adımı atarsak atalım, hangi değerlerimizden taviz verirsek verelim Batı bizi hiçbir zaman kendisi gibi görmedi” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, şunları söyledi: “Bu gerçeği Avrupa Birliği tam üyelik sürecinde bizzat yaşamış bir kişiyim. Avrupa Birliği ile olan görüşmelerin hep içindeydim. Ama Avrupa Birliği liderlerinin hep tutarsızlıklarıyla karşı karşıya olduk. Hiçbir zaman dürüst olmadılar. Hiçbir zaman sözlerinin arkasında durmadılar. Ülkemizin tam üyeliği için hangi şartları önümüze getirdilerse ‘tamam’ dedik, ne dedilerse yaptık, ne istedilerse taahhüt ettik. Fakat sonuçta ortaya çıktı ki Avrupa Birliği’nin bizi tam üye yapmaya en başından beri niyeti yokmuş. O güne kadar önümüze getirilen her şey oyalama taktiğinden ibaretmiş... Türkiye’ye karşı sergilediği ikiyüzlü tavır Avrupa Birliği’nin sonun da ilanı olmuştur. Artık dünyada hiç kimse bu birliğe bir değerler ve ilkeler manzumesi olarak bakmıyor... Daha acısı, Amerika’daki politikacıların Türkiye’yle ilgili faşist planlarını, niyetlerini, hesaplarını gizleme gereği dahi duymadan ifşa edebilmesidir.”

Bu laflar, 70'lerdeki sosyalist dergilerde yayınlanan analizlerden ya da Mihri Belli metinlerinden farklı değildir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin, duvarlara "Kahrolsun Emperyalizm!" yazarken vurduğu çocuk yaştaki gençlerin kanının hâlâ o duvarda izi varken bu aşamaya gelmesi, -her ne kadar Erdoğan kişiliğine güvensizliğe rağmen- devletin bir itirafı olarak önemlidir.

Batı'nın bir "proje"si olarak iktidara geldiklerinin itirafı da olan konuşma sonuçta Türkiye'nin geldiği bir geriye "kaçış"ı işaret ediyor. Buradan öteye köy yok; oyun bıktırıcı hale gelmiş durumdaydı. Bu kavrayışın ve dönüşün bir ikrah olma, bir bilinçsiz kaçış olmaması ve buna aydınlarımızın katkıda bulunmaları, tarihsel doğru yerine yerleştirmeleri arzumuzdur.

Türkiye Akdeniz'de tıpkı Preveze Deniz Savaşı öncesinde olduğu gibi bir "Haçlı İttifakı"yla sarılmış durumdadır. Irak, Suriye artık fiilen bölünmüş ve emperyalistlerin Türkiye'yi kuşatma planları tek tek hayata geçmektedir.

Hedef Türkiye'dir! Batı bizim bir Doğu olduğumuzu biz unutsak da asla unutmamaktadır!

Yazar, şair ve sanatçılar olarak aydın tavrımızı yeniden yüksek sesle ortaya koymalıyız. Batılı devrimler artık insanlığın malı olmuştur. Bugünkü Batı'nın bu değerleri kimseye yayma koklatma derdi yoktur; orada oyalanmamalıyız.

Sürekli Batı devrimlerinden söz ederek emperyalist Batı aklayıcısı olmak Türk aydınına yakışmaz yakışmıyor. Kapitalizmin emperyalist döneme girmesiyle artık Batıcılık akıl dışıdır. 

Fazıl Hüsnü Dağlarca buna tepki olarak 1958 yılında Batı Acısı'nı yayınladı. Nazım Hikmet de bu acıyı duyan şairlerimizdendi.

Ama öyle şairlerimiz var ki iki yüzyıllık acıdan sonra bile Batı’nın aklayıcısı durumundalar. Hem de "Aylan Bebek" orada dururken!

Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın dizeleriyle:

Notre-Dame kilisesi artık gerçeğin kalmamış (...)
Bir müze gibisin şimdiden
Yaşaman Mısır heykellerince uzak

Sol entelejensiya içindeki Batı muhiplerinin dışında, yeni bir sol/aydın damarı yaratmalıyız.

(Bu yılın başında yayınlanan Edebiyatta Doğu'ya Dönmek kitabımda bütün bunları tartışmış bu çağrıyı orada da yapmıştım.)

(Edebiyatta Doğu'ya Dönmek kitabını buradan edinebilirsiniz)

Ahmet Yıldız
Gerçek Edebiyat

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)