Türk dilinin modern Türkiye’nin doğuşuna etkisi / Bernard Lewis
Uzun süre diğer dillerin hakimiyeti alında bulunmuş olmasına rağmen Türk dili başarıyla hayatta kalabilmiştir. Türkçe'nin dış etkilere dayanma, yer değiştirme ve hatta temas ettiği diğer dilleri yerinden etme kapasitesi araştırmacıların dikkatini çeker.
Türkiye'ye gelen bir ziyaretçi öncelikle Türklüğün birinci ve hiç şaşmayan işareti olan Türk diliyle karşılaşır. Uzun süre diğer dillerin hakimiyeti alında bulunmuş olmasına rağmen Türk dili başarıyla hayatta kalabilmiştir. Türkçe'nin dış etkilere dayanma, yer değiştirme ve hatta temas ettiği diğer dilleri yerinden etme kapasitesi araştırmacıların dikkatini çeker. Türk geleneğinin bir işareti olan Türkçe'yi, ziyaretçimiz belki otorite ve karar, dolayısıyla özgüven geleneğiyle bağdaştırabilir. Bu gelenek, Türklerin İslam dünyasında oynadıkları tarihsel rolden gelmektedir. Aslında dil, Osmanlı İmparatorluğu'nun çok kültürlülüğüne Türklerin yaptığı en temel, ya da en azından en kolay tespit edilebilen katkıdır. Bir zamanlar Arapça ile İslam inancında olduğu gibi, şimdi de Türkçe ve Sünni İslam inancı hakim sınıfa mensubiyette aranan gerekli niteliklerdi. Osmanlı Türkçesi'nde zengin ve incelikli ifade biçimleri oluşturulmuştu ve bu, ihtişamlı bir uygarlığa layık bir vasıtaydı. Osmanlılar hiçbir şekilde ırksal bir kibir ya da ayrıcalık taşımadılar ve saf Türk soyuna vurgu yapmadılar. Bu durum, Hilafetin erken dönemlerinde Arap olmayan İslamiyet'e sonradan geçmiş Müslümanların (yani Mevalinin) Arap efendileri tarafından daha aşağı bir seviyede görülmeleriyle kıyaslandığında bambaşka bir şeydi. İslamiyet ve Türk dili, Kürt ve Araplar kadar, Arnavut, Rum ve Slavlar için de gerçek kudrete ve toplumsal statüye giden kapıları açan anahtardı. Türkler bir süre çok az -örneğin Araplar ve İranlılardan- daha azimli bilinç sergilediler. İslam öncesindeki Türkler kesinlikle birer vahşi değildi, aksine onlar kendi devletleri, dinleri ve edebiyatları olan belli bir uygarlık seviyesine ulaşmış insanlardı. Bununla birlikte birkaç unsur dışında her şey unutuldu ve İslamiyet'in içinde yok oldu, ta ki on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda Avrupa'da yapılan akademik araştırmalar sayesinde kaybolanların kısmen de olsa yeniden günışığına çıkarılmasına kadar. Araplara has o eski zaman Arabistan'ının putperest kahramanlarından kalan hatıraların ya da İranlılara has o eski Pers hükümdarlarının çağlar öncesine ait zaferlerinden duyulan gururun veya yıpranmış da olsa o devasa firavun anıtlarının etrafında örülen silik ve puslu Mısır efsanelerinin benzerlerini Türklerde bulamıyoruz. Halk şiirinin ve Türklerin şeceresine dair üretilmiş efsanelerin birkaç örneğini saymazsak, İslam öncesi Türk geçmişinin tamamı hafızalardan silinmişti. Hatta öyle ki, onuncu yüzyılın İslamiyet'i henüz kabul etmiş Türk hanedanı olan Karahanlılar bile atalarının Türklüğünü unutarak kendilerine bir İran efsanesinden aldıkları “Âl-i Efrasiyab” (Efrasiyab Hanedanı) adını vermişlerdi. Hatta bir bakıma Türk ismi ve onun atıfta bulunduğu varlık bile İslami niteliktedir. İslam öncesi yazıtlarda Türk ismine rastlanmakla birlikte bununla, birbirine akraba step halklarından sadece biri kastedilmektedir. Bütün bir grubu kapsayacak şekilde genelleştirilmiş bir anlamda kullanımı ve belki de böylesi bir grubu tanımlayan kavram haline gelişi İslamiyet'ten sonra olmuş ve İslamiyet ile özdeşleşmiştir. Tarihsel Türk milleti ve kültürü, hatta bir ölçüde Türk dili, son bin yıl içinde var olduğu şekliyle tamamen İslamiyet'in içinde doğmuştur. Bugüne kadar Türk ifadesi, putperest Çuvaşlar veya Hıristiyan Gagavuzlar gibi Müslüman olmayanlar için veya İstanbullu Hıristiyanlar ve Museviler gibi bir Türk devletünde yaşayan gayrimüslimler için hiç kullanılmamıştır. Ama, açıkça dile getirilmemiş ve kendi bilincine varmamış olsa da, Osmanlı toplumu ve kültürü içinde yer alan gerçek Türk unsuru her halükarda çok büyük bir öneme sahiptir. On dördüncü yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlılar Anadolu'nun batısından doğusuna doğru topraklarını genişletirken birçok göçebe Türk grubuyla karşılaştıklarında bu zihniyet canlanmıştır. O sırada bu göçerler, aşiret organizasyonları ve el değmemiş gelenekleriyle henüz dört bir tarafa dağılmamış, parçalara ayrılmamış ve Batı Anadolu'da olduğu gibi yerel etkilere maruz kalmamışlardı. On beşinci yüzyılın ilk yarısında Türk milli bilinci diyebileceğimiz bir bilincin ortaya çıkışının pek çok işaretine rastlanır. Aynı zamanda bu dönem, Osmanlı sultanının eski Türk unvanı olan “Han”ı benimsediği, Osmanlıların soylarını dayandırdıkları Oğuz Türklerinin Kayı boyuna ait damganın Osmanlı sikkelerinde görüldüğü dönemdir. Osmanlı tarihçilerinin ve şairlerinin Oğuz destanını iyice geliştirerek Osmanlı yönetici sınıfını yarı efsanevi eski Türk medeniyetiyle ilişkilendirmeleri sonucunda bu destan, hanedanın kökenine ilişkin resmi bir tarihçeye dönüşmüştü. II. Murad'ın (1421-51) ve ardıllarının sarayında Türk şiiri gelişip zenginleşti, eski Türk medeniyetinin izleri üzerine yapılan araştırmalar ciddi biçimde itibar kazandı. Hatta Orta Asya Türkçesi ve edebiyatı bile bir süre işlendi ve on beşinci yüzyılın sonuna doğru bir edebi akım, çoktan Türk dili ve edebiyatının bir parçası olmuş Arapça ve Farsça kelime ve ifadeleri aşırı biçimde kullanmaksızın saf ve basit Türkçeyle yazma girişiminde bulundu. Bu hareket sınırlıydı ve birçok açıdan bir geçiş dönemini yansıtıyordu, ama Türkçe'nin ait olduğu yerin ve dolayısıyla bir halkın hayatında yer tutan dilin içerdiklerinin ve ona eşlik eden her şeyin konumunun tekrar teyit edilmesinde büyük bir öneme sahipti. Ayrıca çoktan Türk nüfusun önemli bir bölümü haline gelmiş olan göçebe Türk unsurlarının Osmanlı devleti içinde ilk kez ciddi biçimde ortaya çıkışları anlamına geldiği için de dikkat çekicidir. Asal olarak Türk göçer aşiretlerinin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki önemleri, etnik bir havuz olmalarına dayanır. Bunlar yönetici bir unsur değildiler ve ayrıca devletin ve yönetici grupların kimi zaman şüphe dolu kimi zaman hor gören tavırlarına da maruz kalıyorlardı. Ama yine de yönetici sınıfın dayandığı insan kaynağıydılar. Osmanlı toplumuna aşiret hareketlerinin dahil oluşu pek çok şekilde gerçekleşti. Bunlardan bir tanesi yerleşik hayata geçiş süreci sonucunda göçerlerin, gitgide artan miktarlarda Anadolu'nun farklı yerlerine yerleştirilmesiyle oldu. Böylece toprak köylüsü haline geldiler. Bu durum kısmen normal ekonomik süreçlerin işleyişinden kısmen maksatlı devlet politikalarından kaynaklanıyordu. İlk dönemlerden itibaren Osmanlı sultanları geniş toplulukların yerleşim kurmaları ve toprağı işlemeleri için bir bölgeden başka bölgeye sürgün etme yöntemine sıklıkla başvurdular. Bu zorunlu göçler zaman zaman cezalandırma maksadıyla, bazen de siyasi, ekonomik ve askeri amaçlar için yapılıyordu. Örneğin yeni fethedilmiş topraklara ya da yeterince ilgi görmeyen bölgelere nüfus kaydırıldı. Bütün bu hareketler içinde göçer unsurlar son derece önemli roller üstlendiler. Onların yerleştirilmesi sadece kırsal kesime dayalı da değildi. Hem resmi belgeler hem de edebi kaynaklar açıkça pek çok şehirde aşiretlere ayrılmış mahalleler bulunduğunu göstermektedir. Bu süreç kuşkunuz şehir ile köylüler ve aşiretler arasındaki sıkı ekonomik bağlar açısından kaçınılmazdı. Üstelik bu köylüler ve aşiretler çoğunlukla Türklerden oluşmaktaydı. Tabiri caizse, Türklerin şehirli ve kırsal nüfusa ve dolayısıyla da hakim elit gruba sızması Osmanlı toplumundaki Türk karakterini muhafaza edip pekiştirdi. Öyle ki bu yüzyılın devrimi bile şimdiden, bir ölçüde haklılık payı olan bir ifadeyle, kendisini kozmopolit İstanbul ve Rumeli uygarlığının karşısına yerleştiren Türk Anadolu'sunun doğuşu olarak tanımlanmıştır. Bir başka deyişle, başkentin ve ülkenin adının değiştirilmesiyle ifadesini bulan bu hareket Türklerin Osmanlılara karşı kazandığı bir zaferdi, Modem Türkiye'deki Türkçülüğe bilinçli dönüş çabası, devlet politikalarının gidişatını ve politik temelleri etkilediğinden dolayı siyasi açıdan da büyük önem taşır. Ne var ki bu çaba başka alanlara olan etkisi bakımından sınırlıdır. Eski Türk uygarlıkları İslamiyet ile birlikte baştan aşağıya ve eski Türk kültürünün gerçek anlamda yeniden dirilişini imkansız kılacak şekilde silinip yutulmuştu. Elbette tekrar canlandırma teşebbüsleri yok değildir. Örneğin en dikkate değer olanı ve en çok tartışılanı dil reformudur. Amaç Türkçe'nin bin yıllık İslam etkisi altında Arapça ve Farsça'dan geçen unsurlardan kurtarılması ve saf ve katıksız bir Türkçe'ye dönüşün sağlanmasıydı. Ayrıca bazı bilinçli, çok etkili folklorik malzemelerin uyarlanması da yapıldı. Fars-Arap aruz vezninin yerine hece ölçüsünün kullanımı ve modem orkestra ve opera eserlerinde Türk melodilerinin kullanım örneklerinde olduğu gibi. Ama modem Türk sanatı ve edebiyatı bu tür popüler ve eski kaynaklara dayanarak belli bir amaçla gelişen teşebbüslere kıyasla çok daha fazlasını Avrupa'ya borçludur. Türkiye'deki Türk özelliğinin gerçek önemini, toplumun kesintisiz biçimde hayatta kalmayı başarmış daha derin katmanlarında aramak gerekir. Şimdi bu katmanlar, beraberlerinde getirdikleri pek çok sonuçla su yüzüne çıkmaktadırlar. NOTLAR - Farsça kahramanlık şiirlerinde pek çok kez adı geçen Efrasiyab, İran efsanesine göre, Turan'ın hükümdarıydı. Bu tabir daha sonra keyfi olarak Türkler için de kullanıldı. - Bu yer değiştirmeler Ömer Lütfi Barkan'ın yayınladığı bir dizi önemli makalede ayrıntılı olarak incelenmiştir. Örnek olarak bakınız: “Les D&portations comme meâthode de peuplement et de colonisation dans İ'Empire otomun", Revue de Faculte des Sctence Economic, Universit6 İstanbul, xi (1949-50), 67131; Türkçesi için aynı sayı, sayfa.524-69. - Bak. Paul Wittek, “Türkentum und Islam. I, Arcbiv für Sozialwissenscbaf? und Soztalpolitik, lix (1928), 489-525; Osman Turan “Türkler ve İslamiyet”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, v (1945-6), 45785. Bernard Lewis
(Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 12-17. Arkadaş Yayınları, 2015. Çev. Babür Turna)
Gercekedebiyat.com

















YORUMLAR