Son Dakika



 

Saçlarının bir tutamı, güneyden esen sıcak rüzgârda uçuşuyor. Okşuyor rüzgâr saçlarını, tarıyor. Yalnızca saçlarını değil, girebildiği her delikten, teninde dokunabildiği her yeri…

Taciz ve tecavüz değil bu. Bir annenin ya da bir sevgilinin acıları alıp götüren elinin dokunuşu gibi bir dokunuş…

İncitmekten çok uzak, özenli ve içten…

Rüzgâr önce sana dokunuyor, senden bir koku, yerden tozları avuçlayıp, oradan kalabalığa savuruyor.

Kalabalık öfkeli değil artık. Dinmiş, bitmiş, sönmüş öfkesi…

Rüzgâr pişmanlık, suçluluk, acımaya benzer bir duygu kırıntısı arıyor yüzlerinde. Öfkeyle dolanıyor üzerlerinde. Bulamayınca yeniden hırsla, dinmek bilmez bir öfkeyle saldırıyor, insanlığa olan inancını yüzlerinde ve üstlerinde dolandıkça yitiriyor.

Daha çok şaşkınlık bu!

Yalnızca bunu görüyor.

“Bu mu? Hepsi bu kadar mı? Ne oldu yani şimdi?”

Sorusu yanıtsız kalıyor. Tutunamayıp, uzaklara sürükleniyor. Dolanacağı çöller var önünde, kendisine yeni masallar anlatacak vahalar, öfkesini dindireceği kum tepeleri… Aradığı yanıtları ardıllarına bırakıyor. Yolları kesişirse, bir gün anlatmasını isteyecek. Şimdi esmek zorunda… 

Uçuşturduğu, tarar gibi okşadığı siyah saçların taze karanfil kokuları ile yetinecek. Bunu aklının bir köşesine yerleştiriyor ve unutmamayı diliyor… Siyah, karanfil kokulu saçların sahibinin güzel ve acılı yüzünü belleğine resmediyor. Dilek taşıyan bir ulak gibi yoluna devam ediyor.

“Önümde uzun bir yol var” diye düşünüyor.

Yanılıyor…

Birden soluğu tükeniyor, güneşte yanmış, kızıl, sıcak toprağın koynuna düşüyor. Umarsız bir son çabayla yeniden esmeyi deniyor…

Sessizliği duyumsuyor birden. Çaresizliği…

Ürperiyor.

Geride bıraktığı insanlara bakıyor başını çevirip. Hepsinin sırtı dönük… O kadar insandan tek bir çıt çıkmıyor. Kalabalık güçlükle nefes alıp veriyor. Dehşetle fark ediyor; içlerinden yalnızca biri, ama yalnızca biri, bütünüyle susmuş, saçları karanfil kokulu olanı artık nefes almıyor. İçi yanıyor ve kimselerin duymadığı, eski zamanlardan kalma bir uğultu gibi, acı bir çığlık atıyor.

Yerden yükselen küçük bir tümsek görüyor geride, kalabalığın karşısında, irili ufaklı taşlardan oluşmuş bir taş mezar.

Seçmeye çalışıyor, kapanmaya hazır yaşlı gözleriyle. Taşların irice olanları da var, küçük olanları da…

Çok küçük olanlar dostlara mı ait?

Ya şu en kocaman olanı, taştan çok kaya parçasını andıran?

Çevresine bakınıyor, oysa kızgın toprağın üzerinde tek bir kaya parçası bile yok. Neredeyse çöl!

Bu kadar taşı kim, nereden buldu, cebinde mi getirdi?

Cehennem için söylenilen bir sözü anımsıyor şimdi. “Cehennemde ateş yoktur, herkes ateşini kendi getirir!”

O zaman sorusuna yanıt verebilir.

“Herkes” diyor uzandığı yerden, son nefesini verir gibi; “taşını kendi getirir.”

Taş mezar, bir anıt gibi aralarında.

Bir utanç anıtı…

Özensizce savrulmuşlar…

Ak taşlar…

Kara taşlar…

Başını çevirip çevreye bakınıyor. İleride, tepede, uzaklarda kocaman bir dağ var. Dağ mı, dağ denilebilir mi?

Dağ, dağdan çok toprak yığınını andırıyor. Sıradan, topraktan yapılmış bir tepe. Sağlam kaya parçalarından oluşmamış, dağ gibi dağların olmadığı bu yerde, o da bir dağ işte. Dağ değil, dağ gibi olmasından kızarmış yüzü onun da. Topraklarından, soğuk suların saklanacağı testiler, tahılların biriktirileceği küpler yapılırdı. Şimdi o da yok. Terk edilmiş gibi duran bu yoksul köy gibi, dağ da terk edilmiş…

 “İnsan mı bunlar?” der gibi tiksinerek sırtını dönmüş dağ. Köye küsmüş, insanlara küsmüş, doğasına küsmüş. Yamuk yumuk çarpılmış, küçülmüş. Dile gelmediği için kadim çağlardan beri hep böyle yapar; susar, en fazla sırtını döner…

“Üzerimdeki ufak tefek bodur çalılara bakma. Hiç biri ağaçtan sayılmaz. Ot bile yeşermez üzerimde. Hem niye gölgeli bir ağaç vereyim ki bunlara? Belki kıraç toprak, kel bir tepe… O bile fazla…”

Rüzgâr, bu yüzdendir ki, geçerken oradan, çöl yanığı kara kuru yüzlerine, üstlerine, başlarına tükürür gibi kum, toprak üfürür, savurur durur.

Yağmur bile tükürür gibi yağar üzerlerine.

Tarları ekinleri göğertmez, ağaçların damarlarına özsular yürümez, yaprakları yeşermez, meyve vermez, kavruk ve savrukturlar.

Köy evleri de bu tepeler gibidir, toprak ve çamur.

Çamur evlerde, çamur yaşamlar, çamur insanlar. Canlı bile değillerdir, kum heykeller gibidirler…

Hiç biri bir diğerinden farklı değildir, birbirinin kopyası kirli yaşamlar ve aynada birbirine benzeyen kirli yüzler…

Erkeklerin her gün uzayan sakalları ve kadınların çile dolu kahırdan kararmış ışıltılarını çoktan yitirmiş, karanlık gölgelerin dolaştığı kara gözleri vardır.

İnsanlığa ilişkin hiçbir duyguları kalmamış, hepsini tüketmişlerdir. Ne bir parça acıma, ne küçücük bir sevgi, ne de taşınabilir, paylaştırılabilir bir umut kırıntısı…

Hiç!

Yalnız erkekleri değil, yalnız kadınları da değil, çocukları da… Çocuklar da babalarına, annelerine, yaşadıkları topraklara benzeyecekler; çorak ve kurak.

Yeniden bakıyor rüzgâr, yüzlerinde tek tek dolaşırken fark etmediği bir ayrıntıyı şimdi görüyor.

“Nasıl da fark etmedim” diye üzülüyor.

Kalabalığın hepsi erkek…

Büyükler de, küçükler de.

Hiç kadın yok aralarında.

Karanfil kokulu saçların sahibi dışında!

Kadınlar yok, annelerinin kopyası küçük kızlar da.

Yarım ay gibi dizilmişler.

Ayın en karanlık yüzü gibiler.

Hepsi karanlık.

Yüzlerinde onları taştan, topraktan, kumdan, vahşi birer hayvandan ayıran en ufak insancıl bir ışıltı yok.

Bütün ışıkları soğuran, bütün enerjiyi yutan uzak galaksilerdeki kara delikler gibiler, Birbirlerinin yaşam enerjilerini emiyorlar, tüketiyorlar kendi ve kendi gibileri. Kendi karanlık içlerine bükülüyorlar, canlılığa ilişkin ne varsa hepsini soğuruyorlar, kendi karanlıklarına hapsediyorlar.

Zaman yok artık.

Ne geçmiş, ne gelecek, yalnızca yaşanılan an.

Ona da yaşamak denirse!

Şaşkınlıkları, en sevdiği oyuncağı elinden sökülüp alınmış çocukların şaşkınlığı. Oyunları bozulmuş. Ellerinde taşlarla oynanmaması gereken bir oyunu oynamışlar.

Karanfil kokulu kadını düşünmeye çalışıyor rüzgâr.

Sırrı dökülmeye başlamış, çatlamış aynanın karşısında saçlarına karanfil yağı süren, dişleri dökülmüş bir tarakla saçlarını tarayan bir kadın düşlüyor.

Bir düş kadın!

Düş kuramadığını duyumsuyor, rüzgârın düş kuramayacağını, olsa olsa bir düşü önüne katıp taşıyacağını. 

Kalkabilse yerinden, yapabilse, saçları karanfil kokulu kadını taşıyacak uğrayacağı her köye, kasabaya, giderek kokularını yitirmiş büyük kentlere.

Çok katlı beton binalar, ruhsuz alışveriş merkezlerinin önündeki açık alanlarda esecek, “Alın” diyecek, “Size karanfil kokusu getirdim uzaklardan. Bir de karanfil kokulu kadının öyküsünü…”

Kalabalık dağılmıyor, bir taş gibi kıpırtısız hepsi. Önlerindeki taş yığınlarına bakıyorlar canlılığını yitirmiş gözleriyle. Ölü insanların gözleriyle bakıyorlar, öylece.

Neden sonra küçük bir kımıltı, bir küçük yaşam imgesi…

İsmail.

İsmail, şaşkın, ellerine bakıyor. Taşlardan parmaklarına bulaşan tozu gömleğine siliyor. Sağ adımı biraz daha önde… İsmail solak, taşı fırlatırken sol ayağından güç alıyor. Kara, kirli, eşek tıraşlı kafasını öne uzatmış bakıyor. Çipil gözleriyle taşlara, aralarındaki boşluklardan altındakine bakıyor.

Mahmut, taşları çuvallarla taşıdı. Şimdi içleri boş… Hepsi kullanılmış, fırlatılıp atılmış.

Birkaç parça taş ayaklarının dibinde ölü gibi yatıyor, bir kalabalığa, bir taşlara bakıyor.

“Onları da fırlatmalı mıyım?” diye düşünüyor.

İbrahim, babasının gömleğinin ucuna tutunmuş, ağabeyi Yakup diğer elini tutmuş, kara gözlerini babasına dikmiş bakıyor. Ağzından çıkacak bir sözü bekliyor.

İsmet, boşluk duygusuyla aynı yöne bakıyor. İçi asla doldurulamayacak, kocaman bir boşluk var gözlerinin olması gerektiği yerde.

İsmet yitirmiş gözlerini.

Acı duymuyor.

Duymalı mı?

Pişmanlık mı?

Asla!

Oysa en çok onun yüreği duyumsamalı acıyı.

En çok o kahrolmalı pişmanlıkla.

Taşların önüne geçmeli, göğsünü siper etmeli.

Beyaz gömleğinin düğmelerini yırtarak, toprak bir dağ gibi dikilmeli önlerine.

Yakup, başını taş yığınından kaldırıp, damların bulunduğu yere çeviriyor bir ara.

Rüzgâr da aynısını yapıyor, Yakup’un başını çevirdiği yana bakıyor.

Kadınlar, kel tepenin eteklerinde, beyaz badanalı yerden fışkırır gibi duran çamur evlerin, toprak damlarına çıkmışlar,  daracık ahşap kapılarından sokağa taşmışlar.

Kadınlar kadın gibi değil, daha çok gulyabani.

Meryem, yemenisinin ucuyla gözyaşlarını siliyor kimseye göstermeksizin.

Rüzgârın içi acıyor birden.

Meryem’in ağlaması içini oyuyor…

Atılan taşlar, gelip Meryem’in boğazını tıkıyor, yüreğine, bir kadını kadın yapan en üretken yerine diziliyor.

Bıraksan taştan çocuklar doğuracak…

Yakup, eline atması için tutuşturulan, ama atmadığı taşı, ayaklarının dibine bırakıyor. Taş küçük ellerinden kurtuluyor ve toprağa sessizce düşüyor. Babasına, babasının gömleğine sığınmış ağabeyine bakıyor.

İbrahim ve İsmet, küçük kardeşlerinin önündeki taşı görüyorlar. İsmet yürüyor, Yakup’un gözlerine bakıyor, kafasını okşuyor, saçlarını karıştırıyor, eğilip yerdeki taşa uzanıyor. Taşı taş yığınına kadar taşıyor ve diğer taşların yanına sessizce, saygıyla bırakıyor.

Kalabalık canlanıyor o an, bunu bekliyorlar gibi.

Mustafa, rüzgârın dinmesiyle, daha yakan güneşin altında, alnından, yanaklarını yakarak, çember sakallarının arasına karışan terleri siliyor kocaman ve nasırlı avuçlarıyla. Çamura dönüyor sakallarında ve ellerinde tozlar, sakalları ağarıyor…

İçinde gittikçe büyüyen bir dürtü, bastıramadığı büyük bir tensel açlık kımıldıyor, bir bıçak gibi oyuyor içini.

Avuçladığı çıplak kalçaları, emdiği henüz gelişmeye başlamış diri göğüsleri arıyor bataklığa benzeyen imgeleminde.

İki iri kor parçasına dönüyor sinsi gözleri.

Uyanışını saklıyor geniş şalvarının karanlıklarında.

Eve gidip ateşini söndürmek gelmiyor içinden, karısının yumuşamış, diriliğini yitirmiş etinde.

İlk taşı, içlerinde en günahsızı atmadı.

Bu iş babaya düşerdi, onurunu kurtarmak için.

Onun hakkı ilk taşı atmak.

İsmail elindeki ilk taşı korkarak attı, ikinci ve sonrakilerde açıldı, korkusuzca fırlattı.

Mahmut, torbadan irice bir taş seçti, küçük olanları sona bıraktı.

İbrahim, babasına baktı, babası gibi attı taşları.

İsmet, elindeki taşları bölüştürdü, Yakup’un eline tutuşturdu.

Yakup, taşa baktı avucundaki.

Taş kesildi.

Avuçlarına sağmayan taş, gittikçe büyüdü, büyüdükçe ağırlaştı, elleri sarktı iki yanına.

Ne yere bırakabildi, ne fırlatabildi.

Gözlerini yumdu sadece.

Rüzgâr son bir gayretle karanfil kokulu kadının saçlarından ve teninden taşıdığı kokuyu taşıdı Yakup’a.

Yakup Emine’nin kokusunu duydu, annesi gibi kokuyordu.

Ailenin en küçüğüydü Yakup ve en gözde olanı.

Annesinden çok ablası baktı ona.

Abla değil anne gibi baktı Emine, Yakup’a. 

Bu yüzdendir ki, emeği çoktur üzerinde.

“Abla” yerine “Anne” derdi Emine’ye çoklukla.

 “Anneabla’ydı” Emine’nin adı Yakup için.

Dilinde hep bu adı çoğalttı. Hem ablası, hem annesiydi Emine, koynunda ona sarılarak güvenle uyurdu.

Taşlayanların içinde en istekli olanı Mustafa’ydı.

Emine’nin, Yakup’u tekne içinde, avluda yıkarken gördüğü, ıslak eteğinin yapıştığı çıplak, süt beyazı bacakları, eğildikçe dışarı taşan göğüsleri geliyordu hâlâ aklına.

Gölgeler düştü bekleşen kadınların üzerine. Sonra bütünüyle yitti.

Meryem’in gözleri görünmez oldu.

Gece koyu bir utanç gibi sessizce ve kahırla indi.

Ayın yarı aydınlattığı, yıldızlı gecede, tepedeki su deposunun ardından bir gölge, çıplak ayakuçlarıyla koştu alandaki taş anıta.

Gökyüzünde ne çok yıldız vardı.

Gölge, üst üstü bir mezar gibi yığılan taşları, elleriyle ayıklamaya başladı.

Ellerine sıcaklığını yitirmiş kan bulaştı.

Gölge bu kanın kendi kanı olduğunu anladı.

Kendi kanıydı ama gölge taşları ayıklarken çizilen yaralarından akan kan değil, kanından kan kattığı kızının kanı olduğunu biliyordu parmaklarındakinin.

Önce saçları özgür kaldı Emine’nin.

Sonra ezilmiş başı.

Gölge taşları sabırla ayıklamaya devam etti.

Ay, bir ara gizlendiği buluttan çıktı.

Gölgeye baktı.

Aydınlattı taş anıtı.

Meryem, ayın izlediğini fark etmedi bile, sürdürdü taşları ayıklamayı.

“Emine” diye inledi Meryem.

“Eminem!”

Emine suskundu.

Yanıt vermedi annesine.

Kızının ezik kanlı başını göğsüne bastırdı Meryem, süt verir gibi.

İleri geri sallanırken adını haykırdı durdu.

Ay ışığı, Emine’nin kana bulanmış, ezilmiş, derisi yüzülmüş, saçları dökülmüş, dişleri kırılmış, artık yerinde olmayan, akıp toza, toprağa karışmış, çukurları çamurlaşmış gözünde, kanlı yüzünde tutuklanıp kaldı.

Meryem ne kadar sallandı, ne kadar kızının adını haykırdı, yaralı bir hayvan gibi ne kadar uludu.

Emine’den çıt çıkmadı.

Meryem geri çekildi.

Kızının devinimsiz başını usulca taş yastığa bıraktı, yorgan gibi taşlarla yeniden örttü üzerini.

Meryem’in usulca uzaklaştığını gördü rüzgâr…

Taş yığını artık mezardı.

Rüzgâr yeniden canlandı birden.

Kalktı, üstünü başını silkeledi, temizlendi.

Kan kokusu, çürümüş ten kokusu değil, Emine’nin siyah saçlarının karanfil kokusunu bıraktığı yerden kucakladı.

Ve dönüp ardına bile bakmadan hızla oradan uzaklaştı.

Halit Payza
Gerçekedebiyat.com

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)