Son Dakika



Orhan Koçak, İletişim Yayınları’nın Kemalizm adlı kitabında yer alan (4. Baskı, 2004, İstanbul) ve dergilerde “Kaygılı Tarih” adıyla da okumuş olduğumuz “1920’lerden 1970’lere Kültür Politikaları” başlıklı yazısında “Erken Cumhuriyet Dönemi” kültür ve eğitim politikalarını eleştirir. O da, bu dönemde önemli kültür kırılmaları ve kesintileri olduğu inancındadır; söz konusu yazıda ve Defter dergisinde kendisiyle yapılan bir söyleşide, kültürel sürekliliği sağlayabilecek adlar olarak, Orhan Pamuk gibi, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ı öne çıkarmaktadır. Koçak eleştirisinin odağında da yine “Erken Dönem” Cumhuriyet’e yönelmiş Gökalp kaynaklı bir yaratmacılık, dayatmacılık savı vardır.

 

Orhan Koçak, söz konusu yazısında kültür politikalarını değerlendirirken, Gökalp’ten yaptığı bir alıntıyla başlar söze. “Avrupa medeniyeti, eşsiz güzellikler ve ahlaki zevkler yönünden de üzerimizde olumlu etkiler yapacaktır. Fakat bu etkiler, bize Acem'den geçen felsefi, ahlaki ve estetik zevkleri yıkmağa çalıştığı ölçüde faydalıdır. Yıktığı zevkin yerine kendisi geçmeğe kalktığı anda, bu iki medeniyetin zevki de zararlı olur. Bir milletin güzellikle, ahlak ve felsefe ile ilgili zevkleri kendine özgüdür. Bunları asla dışardan alamaz.” Koçak’a göre, “Ziya Gökalp’in bu cümleleri, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin kültür politikalarının ardındaki temel itiyi de verir.” (Orhan Koçak, 1920’lerden 1970’lere Kültür Politikaları, Kemalizm Cilt 2, İletişim Yayınları, s 370)

 

Koçak devam ediyor: “1922-50 dönemi içinde de iki farklı evre seçilebilir: 1923-38 ve 1939-50. İlk evreyi, biraz basitleştirmek pahasına, "din vurgusu kısmen kaldırılmış Ziya Gökalp" formülüyle tanımlayacağız; ikincisiyse, üzerinde daha çok anlaşılmış bir formülasyonla, "hümanist kültür" dönemi olarak adlandırılmıştır. İlk evre daha çok bir tasfiye dönemi olarak görülürse eğer, ikincisinin de göreli bir restorasyona sahne olduğu söylenebilir. Öte yandan, 1922-38 yıllarında kurulan temel, daha sonraki restorasyonun da sınırlarını belirlemiştir; bu açıdan 1938-50 dönemi de "Ziya Gökalp artı Hasan Âli Yücel" formülüyle özetlenebilir (1970'lerdeki CHP hükümetleri de bu politikayı "ulusal kültür" adı altında uygulamaya çalışacaklardır).” (Orhan Koçak, agy, s 370)

 

Orhan Koçak’ın oldukça ayrıntılı savlarla yüklü yazısında da, benzer eleştirilerde olduğu gibi, Cumhuriyet kültür ve eğitim politikalarının uygulanışı sırasında çok belirgin ve her şeye egemen bir özne oturur merkezde… Bu özne öylesine “her şeye kadir”dir ki, gücünü yitirdiği, politikasında değişiklikler olduğu dönemde bile “yeniyi ancak eskiyi silmekle, aşağılamakla kurabileceğini düşünür.” (Orhan Koçak, Defter sayı 31, s 89) Koçak’ın keyifli bir deneme tarzında yazdığı Cumhuriyet dönemi kültür ve eğitim politikaları eleştirilerinde hep bu kendi gerçekliğinden epeyce soyutlanmış ve “özneleştirilmiş” betimleme önde görünür.

 

Orhan Koçak’ın “Din vurgusu kaldırılmış Gökalp formülü”nün önemli sorunları vardır… Cumhuriyet “reddiye”sinin ve kavramların belirlenmesinin mimarı olarak gösterilen Ziya Gökalp’in yapıtları onun ölümünden sonra yayınlanmamış, en önemli yapıtı olan Türkçülüğün Esasları da, Latince harflerle ve ilk kez ancak 1939 yılında, Atatürk’ün ölümünü izleyen dönemde, Türkçüler tarafından bastırılmıştır. Reha Oğuz Türkkan’ın yöneticisi olduğu Kitap Sevenler Kulübü tarafından bastırılan yapıt, derneğin yöneticilerini de kapsamak üzere, kimsenin ilgisini çekmemiş, hakkında önemli bir değerlendirme yapılmamıştır (Günay Göksü Özdoğan, “Turan”dan “Bozkurt”a, s 77, 277)

 

Ziya Gökalp’e devlet tarafından belli ölçüde sahip çıkılması ve tüm yapıtlarının Milli Eğitim Bakanlığı tarafından basılması için 1973 yılının beklenmesi gerekecektir.  

 

Koçak’ın Cumhuriyet’in kuruluşunda var olduğunu savladığı o “her şeye kadir” özne yerine tepkilerle yaşam olanağı bulmaya çalışan karmaşık bir yapı olduğunu görebilmekse hiç zor değildir. “Reddiyeci” dönemden önce toplanmış ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hilafet ve saltanat karşısındaki tutumu, sonrasında neler yapılması gerektiğine işaret ediyor gibidir. 21 Ekim 1920 tarihli Büyük Millet Meclisi Bildirisi’nden: “TBMM, milli sınırlar içersinde hayat ve bağımsızlığını sağlamak, Hilafet ve Saltanat makamını kurtarmak andıyla teşekkül etmiştir (-altını biz çizdik-) Bundan ötürü, hayat ve bağımsızlığını, yegane ve kutsal emel bildiği Türkiye halkını, emperyalizm ve kapitalizmin tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve egemenliğinin sahibi kılmakla gayesine erişeceği kanısındadır.

 

TBMM, milletin hayat ve bağımsızlığına suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların saldırılarına karşı savunmak ve bu amaca karşı hareket edenleri cezalandırmak azmiyle kurulmuş bir orduya sahiptir. Emir ve kumanda yetkisi BMM’nin manevi şahsiyetindedir.” (Aktaran Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, s 212)

 

Hilafet ve saltanat makamı emperyalizm ve kapitalizmin kucağından kalkmamakta ısrarlı ise, TBMM’nin yapabileceği ilk adım, o kamburu sırtından atmak olacaktır…

 

Mustafa Kemal’in silah arkadaşlarından tamamına yakını 1924’te kurulmuş Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’nin yöneticisi olmuşlardır. Kazım Karabekir Genel Başkan, Rauf Orbay ve Adnan Adıvar Genel Başkan Yardımcısı, Ali Fuat Cebesoy Genel Sekreter’dir. Parti programının ana ilkeleri arasında, Kurtuluş Savaşı ile kan ve can pahasına güdümünden kurtulunmuş “yabancı sermayenin güvenini kazanmak” ve yine bin bir güçlükle günlük yaşamın, eğitim politikalarının dışında tutulması için uğraşılan dinsel söylemi eski iktidar ideolojisi olacak konumuna getirmekten başka bir sonuç vermeyecek “halkın dini inançlarına saygılı olmak” bulunmaktadır. 

 

Orhan Koçak’ın “Din vurgusu kaldırılmış Gökalp formülü” ile neredeyse tekil bir özneye yüklediği dönemin kültürel politikalarını, tüm Cumhuriyet tarihini felsefe açısından irdeleyen Betül Çotuksöken başka bir biçimde yorumluyor. “Otuzlu yılları böyle okumak gerekiyor; gerçekten de otuzlu yıllar, kurumsallaşmanın oluşturulduğu yıllar olarak tarihe geçmiştir. Döneme daha yakından bakınca, kimi zaman birbirinin karşıtı olan; kimi zaman da birbirini bütünleyen Aydınlanmacı-romantik tutumların bilinçli ya da bilinçsiz olarak bir arada bulunduğunu ileri sürebiliriz. Çünkü aydınlanmacı oluğun, kabın, çatının içinden geçip gidenler ya da akıp gidenler kimi zaman romantik, hatta aşırı romantik, duygusal nitelikli yandaşlık tutumu olurken; kimi zaman, karşıt tutumun, karşıdevrimci tutumun tam anlamıyla ‘patolojik’ çizgisini oluşturuyordu. Tekil olana tam olarak gömülmüş ‘işte yaşayıp gidenler’ ve durumda aynı zamanda keyfiliğin içine iyice gömülmüş olanlar, kamu alanına, kamusal olmaya davet ediliyordu. Amaca ulaşmak gerçekten zordu. Yeni bir toplum belki de kamu; yeni bir birey –aslında yurttaş- oluşturulmaya çalışıyordu. Bu bağlamda yeniden biçim verilmek istenen tekil olandı, yerel olandı; biçim verecek olansa tümel olandı. Yeni kavramlarla oluşturulan tümeldi; ayrıca söz konusu olan bilgi, ne ise o olarak toplumsal olanın ya da tekil olanın bilgisi değil; topluma kamu olarak biçim verecek olan bilgiydi; her şey bilgiyle, bilimsel bilgiye dayalı olarak oluşan kurumlarla kucaklanmak isteniyordu. Biraz önce de belirtildiği gibi dağınıklık derlenip toplanmaya, ussal kılınmaya çalışılıyordu; zor olanı da buydu.” (Betül Çotuksöken, Atatürkçü Düşüncenin Bilimsel ve Felsefi Temelleri, s 209-210)

 

Orhan Koçak’ın “tekil” öznesi, deneyimli bir felsefecinin çözümlemesinde zorunlulukların ve kamusal olanın belirlediği bir “tümel”e dönüştü… Bu “tümel”in içinde, “topluma kamu olarak biçim verecek bilgi” oluşturulmaya çalışılmaktadır.

 

Aynı dönemin en önemli eğitim ve kültür öğesi olarak üniversiteyi ele aldığımızda çok somut ve döneme ait dağınıklığı vurgulayan başka bir tablo aydınlanır. Anımsatmak için yinelemek zorunda kalıyoruz. Ülkenin tek üniversitesi olan İstanbul’daki Darülfünun, bir derebeylik gibi Ankara Hükümeti’nden bağımsız çalışmakta, 1924’de çıkarılmış kendi katma bütçesiyle kendi politikasını belirlemekte ve Harf Devrimi söz konusu olduğunda “Latin harfleriyle yazacağımıza kalemlerimizi kırarız” diyebilmektedir. İktidar, yüksek eğitim ve öğretimle ilgili hiçbir programa, etkinliğine karışmamaktadır. “1924 yılında İstanbul Üniveristesi öğrencileri, üniversite bahçesinde fotoğraf çektirdiklerinde, fotoğraf çektirmeyi günah sayan öğretim üyeleri büyük tepki göstermiş ve öğrencilere ceza verilmişti. Atatürk bu davranışa karşı sert bir açıklama yapmıştı.” (Atatürk İlkeleri ve Türk Devrimi, Hacı Angı, Angı Yay., 1983, s 37-38) Aynı öğretim üyeleri, Harf Devrimi yapıldığında, ‘Latin harfleriyle tek bir satır yazmayıp kalemlerini kıracaklarını’ söyleyerek direnmişlerdi.” (Bozkır’dan Doğan Uygarlık – Köy Enstitüleri, Yalçın Kaya, 1. Cilt, Tiglat Matbaacılık A. Ş. İstanbul 2001, s 83)

 

Koçak’ın “Gökalp formüllü” öznesi, her başı sıkıştığında yaptığı gibi, Batı’da olduğunu bildiği bilgiden yararlanmak ister. Darülfünun’un katma bütçeyle başına buyruk yaptığı eğitimin Cumhuriyet çatısı altında başlamasından tam dokuz yıl sonra, Cenevre’den İsviçreli Albert Malche çağrılır üniversite konusunda bir rapor hazırlaması için. Albert Malche’nin raporundaki en önemli maddelerden birisi de var olan Darülfünun’un otonomisinin üniversite eğitimini toplumdan ve hükümetten yalıtmakta olduğudur… “Bakanlıkla sıkı bir iş birliği”nin gerekli olduğunu bildirir (Betül Çotuksöken, Atatürkçü Düşüncenin Bilimsel ve Felsefi Temelleri, s 214-215).

 

Malche’nin önerisi ve aracılığıyla hiçbir Batı ülkesinin Alman faşistlerinin korkusundan kabul etmediği, aralarında Yahudisi’nden komünistine, edebiyat kuramcısı Leo Spitzer’den, felsefe tarihçisi Ernst Von Aster’e çok değişik nitelikler taşıyan faşizm karşıtı bilim adamları Türkiye’ye çağrılırlar. “Yurt Dışındaki Alman Bilim Adamları Yardımlaşma Derneği” Başkanı Philipp Schwartz ile iş birliği sonucu Türkiye’ye gelen bilim adamları tam bir bilimsel özerklik içinde çalışacak, bu öğretim görevlilerine milletvekili aylığının üç katı oranında ücret ödenecektir!

 

Üniversite eğitiminin gerçek temelleri ancak 1933 yılı sonunda, Cumhuriyet kurulduktan tam 10 yıl sonra, 2467 Sayılı Yasa’yla İstanbul Üniversitesi kurulunca atılabilmiştir. Darülfünun’un 240 öğretim görevlisinden 83’ü görevlerini sürdürebilmişlerdir…

 

“Erken Cumhuriyet Dönemi” kültür ve eğitim çalışmalarının üniversite ayağı da budur! Bu dönemi bir “tasfiye”e ile açıklayacaksak, fotoğraf çektirmeyi günah sayan Ortaçağ anlayışının Cumhuriyet kuruluşundan on yıl sonra üniversiteden tasfiye edilebilmesi olarak görebiliriz, ancak, yüksek öğrenimi çoğunluğu Yahudi ve solcu kökenli olan Batılı bilim adamlarına emanet etmiş bir uygulamayı da “din vurgusu kaldırılmış Gökalp formülü” olarak tanımlamak gülünç kaçacaktır.

 

Koçak’a göre, Cumhuriyet’in Osmanlı kültürüne karşı uyguladığı “reddiyecilik” 1930’lar Almanyası ve Sovyet Rusya’daki iktidarların uygulamalarını da aşan bir dayatmacılık içindedir. “Siyasal özgürlüklerin reddinin estetik özerkliğin reddiyle eşleştirilmesi, 1930’larda Almanya’da ve Sovyet Rusya’da da egemen ideolojinin temel bir öğesini oluşturacaktır. Ama rejimin -ve giderek toplumun- kendi yasal ve biçimsel çerçevesiyle kurduğu çarpık ilişki, ne Rusya’da ne de Almanya’da görülür.” Bu durumun temel ideolojisinde de “Gökalp formülünün dönüştürülmüş versiyonu egemen” olacaktır. (Koçak, 1920’lerden 70’lere Kültür Politikaları, s 387)

 

Orhan Koçak, Ziya Gökalp’le ilişkilendirdiği Kemalizm’i Sovyet Rusya ve Nazi Almanyası ölçüsünde “estetik özerkliğin reddi”yle eleştirirken Ziya Gökalp’le ilgili çok ayrıntılı bir çalışma yapmış olan Taha Parla, yine Kemalizm eleştirisinin ana tema olduğu kitabında Ziya Gökalp’in fikir ve sanat alanlarını mutlak özgürlük alanları olarak belirttiğini söylemektedir. “’Hars ve Siyaset’ (1918) adlı yazısında bu noktayı açıkça vurgulamış, fikir ve sanat alanlarının ‘mutlak özgürlük’ alanları olduğunu belirtmişti.” (Ziya Gökalp, Hars ve Siyaset, Yeni Mecmua 1918 (57), aktaran Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, s 132) 

 

“Gökalp gerçekten de bireysel gelişimi toplumsal eğitime bağlamış; bireyi değiştirmekle toplumun değiştirilemeyeceğini, buna karşılık eğitim yoluyla toplumu değiştirerek bireyin de değiştirilebileceğini ileri sürmüştür.” (Ziya Gökalp’in Terbiye Münazaraları adlı yapıtından yorumlayan T. Parla, agy, s 130). Ancak, ona göre eğitim, diğer herhangi bir toplumsal, siyasal ya da yönetsel kurumdan özerk, kendi uzmanlaşma alanının dışındaki herhangi bir etkiden bağımsız yürütülmelidir (T. Parla, agy, s 130). Gökalp’in bu eğitim anlayışı, eğitmen seferberliği ve Köy Enstitüleri’nde “Erken Cumhuriyet Dönemi” kültür ve eğitim politikalarına koşut bir bakış açısını yansıtmaktadır. Bu politikaların seçkincilikle, toplumsal yapıdan yetenekli bireyleri seçip eğitmekle, önder yetiştirmeye dayanan faşist eğitimle bir ilişkisi yoktur.

 

Ziya Gökalp’e göre, “siyaset ve yasama, bilim ve sanat yapıtlarını ne doğrulayabilir, ne de yanlışlayabilir.” (Z. Gökalp, “Hars ve Siyaset”, Yeni Mecmua, 1918 (57); Hars ve Medeniyet, Ankara 1972, aktaran T. Parla, agy, s 144)

 

Ziya Gökalp, ulusal kültürün sürekliliğini engelleyeceği gerekçesiyle Arap alfabesinden Latin abecesine geçişe de karşı çıkmıştır (T. Parla, agy, s 59).

 

Dönemin yaşanmış gerçekliği ve Ziya Gökalp üzerine yapılmış yansız bir gözlemle, Koçak’ın “din vurgusu kaldırılmış Gökalp formülü”nün ne kadar aceleye getirilmiş bir saptama olduğu ortaya çıkmaktadır.

 

Komintern belgeleri içerisinde de dönemle ilgili kimi ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. 22 Ağustos 1930 tarihli bir Komintern belgesinde “Kemalist saflar bölünüyor ve Batı uzlaşma yanlıları daha güçlü bir çaba içindeler” denmektedir (Internationale Presse-Korrespondenz, sayı 71, s 1729-1730, Komintern Belgelerinde Türkiye-2, s 42).

 

Komintern’in “Kemalist saflar bölünüyor” dediği 1930 yılında, daha ne Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (kuruluş 1931), ne bu konuda asıl etnografik ve antropoljik temelleri hazırlayacak Dil Tarih Coğrafya Fakültesi (kuruluş 1936), ne de hükümetin üzerinde azıcık söz ve karar sahibi olabileceği bir üniversite vardır…

 

Orhan Koçak’ın bu her şeye kadir "özne”si kurgusal bir zorlamadan öte bir şey değilmiş gibi görünüyor. Koşulların ve nesnel verilerin aydınlattığı gerçeklik, önce Cumhuriyet’in birçokları için sürpriz bir şekilde kurulmuş olması, sonra da zorunlulukların itelediği, karşıtlıkların belirleyici olduğu “pragmatik” bir kuruluş felsefesi oluşturulmasıdır…

 

Cumhuriyet’in ilk güçlü Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati ile Bakan’ın bakanlıktan özerk bir yapılanmada kurduğu “Talim Terbiye Kurulu” karma eğitim konusunda anlaşamamaktadır söz gelimi… Kızılçullu ile Çifteler Köy Öğretmen okullarının politika ve programları birbirinden çok farklıdır. 1943’e kadar Köy Enstitüleri’nin merkezi bir eğitim programı yoktur… 

 

Böyle bir durumda, ülkede baştan sona egemen bir iktidar yapısı beklemek, oldukça öznel, idealistçe bir yaklaşım değil midir?

 

 

ORHAN KOÇAK ve COPEAUX...

 

Orhan Koçak’ın “reddiyeci” Kemalist öznesinin kendi felsefesi doğrultusunda bir “kültür yaratma” serüvenini Etienne Copeaux’nun tarih kitaplarıyla ilgili araştırmasından da izleyebiliriz. Daha önce Zürcher ve H. B. Kahraman eleştirilerine ait bölümlerde de değinildiği gibi, Copeaux, “Kemalist Tarih Tezi”ni “darbeci” olarak değerlendirirken tam tersi doğrultuda bulguları saptayıp bugüne taşımak durumunda kalmıştır. 1931 ile 1994 tarihleri arasında bu incelemede şoven ve “hegemonik” anlayışın en az olduğu dönem, kuruluştan 1976’ya kadar geçen dönemdir. 1931 yılında yazılmış tarih kitapları Copeaux tarafından “sürpriz” bir şekilde “diğer gelişmelere kapalı” bulunmamış, tüm kitaplar içinde Türk Tarihi’ne ayrılmış kısım yedide bir dolayında olmuştur (E. Copeaux, Türk Tarih Tezi’nden Türk-İslâm Sentezine, s. 118)

 

Copeaux’nun bir “darbe” olarak nitelediği, Orhan Koçak’ın 1930’lardaki Alman ve Sovyet uygulamalarından, “toplumun kendi yasal ve biçimsel çerçevesiyle kurduğu çarpık ilişki”li bir “reddiye” barındırmakta olduğunu savladığı iktidar politikaları, tarih kitaplarında İlk Çağ tarihine, kendi tarihine göre 4 kat fazla yer ayırmaktadır… Copeaux’ya göre, dönemin tarih kitabı yazarları hatırı sayılır bir pasif direniş göstermişlerdir (E Copeaux, agy, s 114). Bu “Kemalist özne”nin gücü okullarda okutacağı kitapları yazan tarihçilere bile geçmemiştir demek ki! Copeaux’nun görmezden geldiği gerçeklik, dönem tarih kitaplarının Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti üyelerinin kendileri tarafından ve eleştirilere açık olarak yazılmış olduğudur.

 

Orhan Koçak, 1920’lerden 1970’lere Kültür Politikaları’nda Sabahattin Eyüboğlu ve “Anadolu Hümanizması”nı eleştirirken Copeaux’nun kitabından da alıntı yapmıştır oysa... Copeaux’nun Eyüboğlu’nu Anadolucu biz kavramı içinde diğer halk ve kültürleri saydığı halde Ermeni’leri anmamış olduğu yolundaki eleştirisini aktardıktan sonra, bir dipnotta Eyüboğlu’nun 1965 yılında yazdığı “Halk” başlıklı başka bir makalede Ermeniler’i de Rumlar’dan hemen sonra saymış olduğunu belirtir (Koçak, agy, s. 417). Copeaux’nun bu eleştirisini, “kimin dışlandığından çok, duruma göre mutlaka bir topluluğun dışlanacağını” görmek biçimine çevirmiş olsa da, dikkatli ve donanımlı bir okur olduğunu gösterir Koçak. Koçak’ın “1920’lerden 1970’lere Kültür Politikaları” başlıklı, 1997 yılında kaleme alınmış makalesinde Etienne Copeaux’dan yaptığı alıntı ile Copeaux’nun 2006 yılında çeviri ve baskısı yapılmış yapıtları karşılaştırıldığında, Koçak’ın aktardığı bölümün kitaptakiyle bazı farklılıklar taşıdığı görülmektedir. Buradan hareketle, Koçak’ın Copeaux’yu yabancı bir kaynaktan okumuş olduğu yorumunu yaparsak, Koçak’ın kültür ve eğitim politikalarında kullandığı “Batılı aynada kendini izleyen Kemalist özne” (E. Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslâm Sentezine, s 305) metaforunun ana kaynağının Copeaux olduğu da ortaya çıkacaktır.

 

Orhan Koçak, “mecelle” konusuna değinirken 1990 sonlarına kadar gelmiştir ama, kültür politikalarında çok önemli bir yeri olan ve kendisinin de kaynak olarak kullandığı Copeaux çalışmasındaki tarih kitapları felsefesinin değişimine değinmek gereği duymamıştır. 1949’da yapılmış ikili kültür anlaşmaları gereği ABD politikalarının ve yine 1949’da açılmaya başlanmış imam hatip okullarının kültürümüzdeki yeri Koçak’ı ilgilendirmemektedir. 12 Eylül 1980 sonrası kültür ve eğitim politikalarına egemen olmak için uygulamaya konmuş “Türk-İslam sentezci” resmi bakış açısı da Orhan Koçak’ın ilgi alanı dışında kalmıştır! 

 

Orhan Koçak, “dünyada imge ve düşünce dolaşımının küreselleştiği, Türk edebiyatından yabancı dillere çevirilerin de eskiye oranla arttığı 1990’larda, Latife Tekin ve Orhan Pamuk gibi isimlerin çevresinde beliren telaşlı tartışma -ve beklenmedik noktalardan gelen yerelci tepkiler- eski kaygıların uzun gölgeleri olduğunu gösteriyor” (O. Koçak, agy, s 410) derken, yine 1922 ile 1950 yılları arasına yöneltmiştir eleştiri oklarını. 1970’lerin sonunda eğitim ve kültür politikalarında egemen olmuş Türk-İslamcı anlayışın özünde Kemalizm’e karşı olduğunu Kemalizm’i “darbeci” bulan Etienne Copeaux bile görmüşken ve 1976 yılında yazılmış tarih kitaplarının önsözünde kendisini gün ışığına çıkarmış anlayışın edebiyat dünyasındaki “yerel” tepkilerde masum olabilmesi olası mıdır? 1994 yılından itibaren İslamcı ağırlığı artmış kültür ve eğitim politikalarının edebiyat alanında hangi kasıtlı yanlış çeviri ürünleriyle, algılama sistemlerini teolojik felsefeye dayalı bir yapılandırma ardındaki tutumunun hiç mi etkisi yoktur günümüz düşün ortamında?

 

Orhan Koçak’a göre, “Din vurgusu kaldırılmış Gökalp düşüncesi”nin egemen olduğu 1922-1938 yılları arasında, yani o Kemalist öznenin astığı astık kestiği kestik olduğu dönemde, “yeni rejimin kültürel alandaki maddi iktidarsızlığı” görülmektedir. 1928 yılında Bursa Amerikan Kız Koleji’nde seçkin ailelerden üç kız öğrencinin Protestan Hıristiyanlığı seçmesi nedeniyle okul kapatılınca Koçak’ın bulduğu neden, “yeni rejimin kültürel alandaki maddi iktidarsızlığıdır.” (Koçak, agy, s 384) Kendi içinde çelişen savlarla kurulmuştur Koçak’ın eleştiri yazısı…

 

Madem Gökalp düşüncesi, dönemde o denli egemendi de, “din vurgusu” neden kaldırılmıştı? Gökalp, İslamcılık’ta da ısrarlı bir düşünürdü… Sonra, neden, “Lâtin harflerinin kabulü ile din öğesi Gökalp’in kolayca sindiremeyeceği ölçüde geri plana itilmektedir”? (2)

 

Gökalp’le dönem politikaları arasında koşutluk, hatta özdeşlik kurma yarışındaki düşünürler arasında bulunan Murat Belge’nin Cumhuriyet dönemindeki Gökalp değerlendirmesi oldukça ilginçtir. “Ziya Gökalp Malta’da sürgünden kurtulunca önce Diyarbakır’a gitti, ama 1923’te resmi bir görevle (küçük bir görev) Ankara’ya geçti ve aynı yıl Diyarbakır Milletvekili olarak Meclis’e girdi: Bundan bir yıl sonra da öldü. Ankara’da pek fazla ‘taltif’ edildiği söylenemez.” (Murat Belge, Mustafa Kemal ve Kemalizm, Kemalizm, İletişim Yayınları, s 34) Ziya Gökalp’le kuramsal önderi olduğu ileri sürülen “Kemalistler” arasındaki bu ters ilişkiyi birçok tarihçi vurgulamaktadır: “1919’da Müttefikler tarafından tutuklanarak Malta’ya sürülmüş, 1921’de geri döndüğünde Kemalistler tarafından hayli soğuk karşılanmıştır.” (Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki, s 264)

 

Anlaşılmaz bir iştir… Sen hem etkileri 2000’li yıllara kadar gelecek şekilde tüm Cumhuriyet kuruluşunun ideolojik temeli olacaksın, hem de senin düşüncelerin ışığında kurulmuş bir iktidardan ‘taltif’ görmeyeceksin!

 

Koçak’ın “1920’lerden 70’lere Kültür Politikaları” yolu üzerinde Kırby’nin tartışılması gereken “Kemalizm’in tam da kendisi” saydığı Köy Enstitüleri ve dönem eğitim-kültür politikaları ile gün aydınlığına çıkabilmiş halk kültürü çalışmalarına hiç rastlamamış olması da oldukça ilgi çekici bir durumdur.

 

 


(1) Orhan Koçak, dergide yayınlanmış “Kaygılı Tarih” özgün metninde yer alan bu anlatımı, İletişim’den çıkan kitaba verirken kaldırır, “Gökalp’in Batı’yı hars ve medeniyetle bölen formülü, ‘ecnebi’ harflerinin hazmedilmesini de kolaylaştırır” şeklinde yer verir. Yine dergilerde yayınlanan yazıda yer alan “1990’larda ABD’de okutulan Modern Arap Şiiri Antoloji’sinde yer alan ve Arap şiirindeki geriliği Osmanlı’daki Türkçü baskıya, Koçak’ın ‘ikili ayna’ dediği Batı’ya bakış açısına bağlayan” yorum da kitapta bulunmamaktadır. ABD’nin Şarkiyatçı kültür politikalarının Arap kültüründe yaratılmaya çalışılan bir “Türk düşmanlığı” olarak yorumlanabilecek bu bölümün çıkarılmış olması, kültürel çözümlemelerde emperyalizm kavramından hep uzak durmaya çalışan Koçak’ın genel yaklaşımına çok da uygun düşmektedir. 

 

(Devam edecek. Ed.)

 

Alper Akçam

Gerçekedebiyat.com

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)