Son Dakika



Burada oldukça yeni, ne ki temel bir ince sorunu ele alacağız. Şiirselliğin nesnel gerçekliği “olduğu gibi”  amaçlamaması, onun ötesindeki daha gerçek bir şeyi ortaya çıkarması söz konusudur. Bu “bir şey" tümüyle soyut, değişmez, evrensel ve sınırları belirli bir kavram değil, daha çok Eflatun'un ünlü fikir (imge) eğretilemesiyle belirttiğidir. Eflatun'da fikirler hiç de soyut değildir! Yalnızca düşen gölgelerini yakaladığımız ışıklı kaynaklardır. Sık sık soyutla karıştırılır: güncel anlamı içinde fikir sözcüğü yanıltıcıdır. Burada somut özlerden söz edeceğiz: temel bir kavramdır; özelliği (daha önce dediğimiz gibi) somut ve soyut arasında yer alan şiirsel bilgidir.

Somut, burada ve şimdi karşılaşılan, ilgi gösterilen şeydir.

Soyut, sözcüktür, bu şeyi gösteren bir kavramdır, onu hemen bilinen bir sınıf içinde, yani bir dizi benzer (ne ki hiç aynı olmayan) şeyler içinde sınıflandırandır.

Somut öz (karşılıklı etkileşen iki fikirden oluşan sözcük) burada ve şimdide karşılaşılmış aynı şeydir, onu adlandırmak ya da kavramak yerine durup seyretmek gerekir.

Elbette benzer şeyler benzer seyretmeye yol açsalar da çok kişisel, dolayısıyla farklı kalırlar: biri ve öteki aynı bilinç içinde birleşir. Bir yineleme payı korunur ne ki her çakışma tektir ve yenilik taşır. Orada bir geçiş noktasında bulunulur: yeni ve yaratıcı bulgu bilinen, hatta sıradan bir gerçekliğe eklemlenir.

Bir kış akşamı sis içinden beliren büyük bir çam ağacının somut özü böyle işler. Gölgeli, yalnız, dikine; ne ki karla ağırdır: yaklaştıkça büyük çamın şiirinin içimde canlandığını duyarım: gel gör ki bu akşam bu “öz”ün üzücü bir yan anlamı vardır: yalnızızdır, karda hiçbir iz yoktur, dondurucu bir sessizlikte gece yaklaşmaktadır.

Büyük ağacın “öz”ü, bu anda uğursuz bir korkuyu dile getirir: canlı hücrelerden büyük bir kütle konuksever olmayan bir ıssızlıkta yalnızdır, kıpırtısız yaşam varlığıdır, hem kardeşçe hem de dev gibidir. Onun içinde olduğu gibi benim içimde de bir özsuyu devinir; onun gibi büyüyüp yükselmeye çalışırım, onun gibi yalnızımdır, yönümü yitirmişimdir, varlığın duyarsız düşmanlığına terkedilmişimdir.

Birçok düşün yakasına yapışan, bir yığın söylenceye konu olan bu tanıdık varlığı özümserim: büyüklüğü, tuhaf kuralsızlığı içinde görkemli ne ki yapısı kendisini gizemli, sır yüklü, yoğun ve içine kapalı kılan çam (dallarında yuva yapmaya cesaret eden) kuşları kendine çeker, ben de en azından bu akşam onunla bütünleşebileceğimi, “öz”üne katılabileceğimi duyumsarım. Bu özü dışarıdan, reçineliler sınıfında değil, en kişisel yanından yakalar, özümler ve tek beden olacak biçimde bütünleşirim.

Evet, şiirsellik her şeyin içinde bulunan en kişisel şeydir (139). Bu, öznelin (seyredende ve algılanan şeyde) ve evrenselin, Bonnefoy'nın istediği gibi, her fırsatta yeniden yaratılması gereken tuhaf bir karışımıdır:

Evrensel, her yerde aynı olmak için hiçbir yerde gerçekten bir değeri olmayan bu açık seçiklik değildir (...). Evrensel, yöneltilen bakış içinde, kullanım içinde her yerdedir (...) Burada suskun ya da uzak gerçeklik ve benim varlığım bütünleşir, birbirine dönüşür, varlığın yeterliği içinde birbirini yüceltir (...) Varlığın ele geçirilişinin eşiği aşılmıştır (140).

Bir manzaranın uyumunu duyumsamak evrensel olarak herkesin ulaştığı bir şeydir, gel gör ki daha iyi, farklı duyumsadığınız, "damgasını vuran" günler de vardır. Bu büyük çamı tanırım; bu ocak ayında neden içimde bir yankı duyduğumu, neden şiirsel, yaratıcı bir bağın bizi birleştirdiğini bilmem. En derin gerçekliği içinde benim için değişmiştir. Düş ürününe değil de tersine, bana neyse o, olmadığı denli gerçek olarak kendini göstermiştir çünkü varlığı İçinde geçici olanı kendiliğimden uzaklaştırmışım, özü içinde sahip olduğu, yeri değiştirilemez şeye doğrudan bağlanmışımdır.

Şiirsellik, nesnelere ve varlıklara bilmediğim, özel niteliklerini yüksek ifade güçlerine taşıyan bir üst gerçeklik ve ciddilik katar.

Hiçbir "değişim" söz konusu değil, artan bir anlam yoğunluğu, bir var olma yoğunluğu, ışıldayan bir varlık söz konusudur. Bazı uyuşturucuların etkisi altında olduğu gibi, her şey daha güçlü yaşıyor, anlamla yükleniyor gibidir.

Önceden de dediğimiz gibi, uyuşturucu (kutsal, törensel madde) şiirselliğin denetlenemez özlemini bizde iyileştirici zehir olarak üst gerçekliğin yerine koymuştur. Bu beladan ancak yaşam şiirleştirilerek kurtulunur.

Sanat yapıtında sanatçı bize özleri keşfettirir. Yolun yarısını aşmıştır çünkü öncelikle görmemizi sağladığı şeyi seçmiş, duyumsamış, ona derin bir biçimde katılmıştır. Bakışımızı yönlendirir ve dış görünüşleri delmeye zorlar onu. Böylece bize “özler” sağlar, yeter ki sanatını karşılama çabası gösterelim.

Saint Victoire dağı Cézanne'dan önce vardır, o ise bize onu görmeyi, bu kireçli ve ışıklı kütlenin değişken, sağlam özünü duyumsamayı öğretmiştir; Monet ak nilüfer bulunan gölcükle orada gördüğümüz arasına kendini koyar. Sanatçı gözlerimizi açar, elimizden tutar ve şiirselliğe dek götürür. Bizi şuna götürür:

Kavşağa, hangi kavşağa?
Kavuşma noktasına
Kazmak için.
(141)

Bu sözcükler Gulllévic'in Avec (İle) adlı yapıtındadır. Şair varlıklarla birliktedir oysa düzyazı bizi onlardan ayırır. Özlerine dek girer: belki kimse Carnaclı şair kadar granit taşının özünü derinden duyumsamamıştır:

Belki taşlarda
Daha önde gidersin
Onların gitmedikleri kadar.
(142)

İnsana özgü olan, nesneleri, hatta nesnelerin "en kişisel” yanını duygudaşlık ve imgelemle yaşatmasıdır; aşırı varlık anlarında bilincini devindiren bir esinle dünyayı içselleştirir:

Belki ev, kaynak, testi, kapı, meyve bahçesi, pencere demek için buradayız (...) ne ki onları söylemek, ah, bu türde söylemek, bu nesneler öyle olduklarından kuşku duymazlar bile. (...) Toprak senin bizde görünmez olanı yeniden yaratmak istemen değil midir? Düşün, bir kez olsun görünmez olmak değil midir? (143)

Doğanın şaire, sanatçıya yaptığı bu çağrıya Rilke duyarlı kalmayı bırakmamıştır. Kanadalı Anne Hebert de duyumsamıştır ve onu kendince şöyle dile getirir:

Çağrı, bütün yeryüzünde daha fazla yayılmasını ister gibi görünen, şairin çevresinde çok güçlü bir biçimde bulunan nesnelerden gelir. (...) Böylece Proust (...) Martinville'in bitmemiş, ikinci bir yaşam bekler gibi, şair için dünyanın dolup taşan güzelliği olarak görünen çanlarını özgürlüğüne kavuşturur... (144)

En değişik modern şairlerde bulunan bir tür beylik düşünceler, bir söylev vardır; romantik Alman Eichendorf, her nesnede bir şarkı uyur; Hugo, doğada arayın (...) her sesin kekelediği sözcüğü (Pan), derken Claudel (...) gizemli sözcük kendini tanır bende, diyecektir. Her nesneye kurtuluşunu taşırım (Beş Büyük Övgü) diyen Valery'ye göre şiir bu nesne ya da nesneleri dil aracılığıyla temsil etme ya da yeniden oluşturmadır (...) bunlar eşyaların yaşam görüntüsüne ya da düşünülen bir yazgıya sahip oldukları şeyi dile getirmek istedikleridir.

Guillevic ise şunları söyler:

Sessizlikten daha sessiz
Bir nesneden
Bir şey bazen
Çığlık atar martıyla, gök gürültüsüyle
Mavi gökle, batan güneşle.

Sanatçı, şair dünyayı bitmemişliğinden, sessizlik oyunundan kurtarır; tamamlar, can katar. Şiirsellik iç kısmı değiştirir, ona anlam katar çünkü o anlam içte yaşamaktadır. Kafanızda biçimlenen "somut öz" devinimsiz bir şema değildir: yaşar, değişir ve anlam taşır.

Eluard mutluluğun verdiği doluluğu övmek isterken, her şeyi şu iki sözcüğe sığdırır: yuvadaki yıldız; ulaşılmaz bir yıldızın katıksızlığıyla yuvanın ılıklığını, içkinliğe arzuyla aşkınlığa arzuyu bağdaştırır. Sınırsız bir bütünlük! Bir yıldızın özü ayrıca başka yerde, zaman dışında olmaktır, yuvanın özü ise sevgiyle ısınmaktadır.

Bu imgelerin yaydıkları anlamsal akım o denli basit bir biçimde tanımlanamaz. Anlamları basit olan soyut sözcüklerden farklı olarak eğretilemeler (bu konuya geri döneceğiz) tümüyle başka bir özelliğe sahiptirler, iletilerini alıcının yüreğine göre biçimlendirirler. Hep yeni ve içe işleyen bu eğretilemeler her karşılıklı etkileşime kendilerini uyarlayarak egemen bir anlamlandırmanın çevresinde dönerler. Bu onları soyut iletilerden çok daha etkili, daha çekici kılar. İnsanın içinde yankı yaratırlar. En kaçak görünüşlerin gücü o zaman sınırsız bir varoluşsallık olarak kendini gösterir.

Guillevic, bu iki tür iletiyi çok iyi gösterir:

Karşımızda fotoğrafı çekilen şey vardı. Başka şey de vardı.

Ne mi? Bir sarsıntı, fotoğrafın dondurduğu şeyi aşmaya bir çağrı. (145)

Dikkat! Gücü yüksek şiirsel fotoğraflar vardır çünkü ya bir sanatçının yapıtıdır ya da objektif rastlantı sonucu şiirsel bir anı yakalamıştır. O zaman ileti hemen değişir, görüntü sizi ele geçirir, “şarkı söyler”, şiirsel bir gerçeklik taşır ve onu iletir. Bir demet ot yeter. (146)

Sanatın büyüleyici gücü en ufak olanı şiirleştirmeden gelmektedir. Sanatçının dehası ya da şansı, Char gibi, keçisağan kuşunun özünü (147) yakalamak ya da bir bakışın, bir davranışın, bir gölgenin bitmek bilmez “özünü" dile getirmektir. Sanat gerçekliğin telkin güçlerini en şaşkın insanların el erimine koyar, sözcüklerin söyleyemediği şeyi iletme gücü vardır hatta belki -belki değil kesinlikle dilden daha çok şiirde güçlüdür.

NESNELERİN ve VARLIKLARIN ŞİİRSEL BİLİNÇLE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ

Bütün bunlara geri döneceğiz. Burada sadece söz konusu olan şey, nesnelerin ve varlıkların şiirsel bilinçle bu dönüştürülmesi üzerine düşünmektir; onları kendilerine özgü bir ışığın parlak "özleri"ne dönüştürür. Bu ışık içimize işlerken bizi bize gösterir. Varlığımızın keşfedilmemiş bölgeleri onunla aydınlanır. Genç bilincimizi, dağ ya da deniz gibi yalnızca büyük imgeler değil, küçük şeyler de alt üst edebilir. Çimen, içinde saklı bir menekşe alçakgönüllülüğün değerli inceliğini öğretir; akşam havasında vıcırdayarak geçen keçisağan kuşu bir tür uçarı mutluluğun içe işleyen “özü” değil midir?

Bu tür örnekler çoğaltılabilir. Tehlike, basitleştirerek, bir soyutlama (yolumuzu durmadan gözleyen şeydir) olan simge yönünde gitmektir. Simge, bir dile getirme aygıtı, aracıdır Yineleyelim, somut bir öz tek, hatta tarihi belli bi deneyimdir: kişileştirme ve bütünleşmeyle yapılan kişisel bir keşiftir. Kendimi kantaronla kaplı yayla olarak canlandırdığımda dile getirdiğin kendimdir ya da daha çok varlığımda daha az dile getirilebilir şeydir. Supervielle tanrının ilk ağacın yarattığında duyumsayabildiği şeyi gözünde canlandırırken bunu çok iyi betimler:

İlk ağacımı yarattığım sıradaydı
Derinden duyumsamıştım içimde

Şaşırtmıştı beni onca dalıyla
Bin kez ağaçtı.
Biçim verdiğim her şey olan ben
Bilmiyordum yapraklı olduğumu
Gölge yapıyordum artık
Ve üstümde kuşlar vardı.
Kutsal özsuyumu saklıyordum
Göğe yükselen bu fıçıda
Doğal bir tuzakta gibi
Kökümden yakalanmıştım.
(148)

Şair, bu şaşırtıcı keşifle kendini ve bizi yaratır: ken aynı zamanda yaratıyı “bitirir”.

İlk etki Gulillevic tarafından betimlenmiştir:

Sen
Ne ağaçsın ne sığırcık...
Onlar onlarsa
Kimdin sen?
O zaman, dinle kendini
Söyledikleri içinde.
(149)

Önce kendini dinlemek, dünyanın şiirsel algısıyla açılmak gerekir çünkü varlığımız orada kök salmıştır ve bilincimizin yapısını bizi çevreleyen şeyden alırız.

Gel gör ki öte yandan bu somut özler varlıkların şiirsel bitmişliğidir (150). Doğal olarak sahip olunan geçici deneyimden daha gerçektirler, asıllarına daha uygundurlar ve yaşamlarımızın bir tek belirli anındaki bir deneyime kesin olarak kök salmışlardır.

BÖLÜMÜN NOTLARI

139- Bu, Hugo'nun Övgüler ve Baladlar'ın önsözünde yaptığı tanımlamadır.

140- Yves Bonnefoy, Improbable (Olasılık Dışındaki), Paris, Mercure de France, 1959.

141- Eugéne Guillevic, Avec (İle), Paris, Gallimard, 1966.

142-agy

143- Rainer Maria Rilke, “Le neuviğme élégie” (Dokuzuncu Ağıt), Elégies de Duino, (Duino Ağıtları), Paris, Le Sevil, 1972

144- Anne Hebert, Poémes, Paris, Le Seul, 1960

145- Eugéné Guillevic, Vivre en poğsle (Şiirde Yaşamak), Stock, 1980.

146- Walt Whitman'ın yaratı sanatı bu tür ayrıntılar üzerine kurulmuştur.

147- Rene Char. Fureur et Mystere (Öfke ve Giz) Paris, Gallimard. 1948

148- Jules Superville. Choix de poemes (Seçme Şiirler), Paris Gallimard.1947.

149- Eugéné Guillevic . Maintenant (Şimdi). Paris. Gallimard. 1993.

160- Yine Jaccottet'den alıntı yapalım: “Yavaş yavaş dönüşmeye can atan her türlü maddeyi gözümde canlandırırdım (...) çünkü bütün nesneler durmadan bize esinledikleri sevgiyle bir tür doruğa yükselmeye çalışıyorlarmış gibi (...) yerçekimini koparması için düşüncemi yardıma çağırırdım.” (La promenade sous les arbres, Lausanne, La Bibllothègue des Arts, 1980). Bu özel satırların bizi bir tür şiirle yaratının son tinselliğine davet edip etmediğini kendimize sorabiliriz; şiirselliğin içimizde yarattığı şey, henüz dile getirilmemiş -ya da iyi dile getirilmemiş- bir tür sıkıntıdır ki daha sonra da bilim ve teknikle yapılan evrimin yerini alacaktır.

Kaynak: Jean Onimus, Ou'est-ce que le poétigue? (Şiirsellik Nedir?) Poésis, 2017

Çeviren: Aytekin Karaçoban
(Patika, kültür, sanat, edebiyat dergisi -
Temmuz - Ağustos - Eylül 2023. Sayı 122)

 Jean Onimus
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)