Sayısallık hesaplama ve yaşam üzerine / Prof. Dr. İsmail H. Demirdöven
Genel olarak İnsan Bilimlerinin, özel olarak da Sosyoloji’nin tarihi çok eskilere uzanmıyor. Sosyoloji daha henüz 'dünün çocuğu'dur. Sayılarla, hesaplarla, istatistiklerle iş görür. Ancak...
Uzun zamandır sosyal haber “mecraları”nı takip edenler sanki birbirinin “karşısında” gibi duran iki olgunun farkına varacaklardır: Birincisi vatandaşların özellikle ekonomik sorunlarıyla ilgili olarak, bire bir bu sorunları yaşayan insanlarla yapılan sokak söyleşilerinde kaynağını bulan tekil; yani yaşanılan ekonomik ilişkiler düzeninde “geçinemediklerine” ilişkin, birebir kendilerinin yaşamış olduğu durumlara/sorunlara ilişkin verdikleri, günlük yaşam bilgiler denebilecek bilgiler, ikincisi çoğu kez aynı sorunlarla ilgili, rakamlarla, hesaplama ve istatistik işlemleriyle ortaya konmuş olan genel bir bilgi. İkincisi yani genel bilgi, toplumbilim ve kimi insanbilimlerine “veri” olmakta, onlara “bilimsel” bir nitelik kazandırmaktadır. Çağımızda bilimselliğin adeta tartışmasız biçimde bir değer kazanması da buna eklenmekte; bunun karşısında birincisi, yani yaşamın gerçekliğinde sorunu yaşayan insanların yaşadıklarından süzülüp gelen bilginin söz konusu “bilimselliğin” altında ezilip görmezden gelinmesi gibi bir sorun ortaya çıkmakta ve bilim, sayısallığın ve çeşitli türden hesaplamaların, istatistiğin, kimi zaman da çeşitli biçimde anketlerle ortaya konan bilgilerin arkasında var gücüyle çalışıp durmaktadır. Örneğin, ekonomik ilişkiler açısından bakıldığında, elimize geçen paranın alım gücünün yani “enflasyonun” geçen yıla göre %50 artmış olmasının matematiksel hesaplamaları ile benim elime geçen paranın bugün iki ekmek yerine bir ekmek alabilmekliğim, dışardan son derece somut olarak gözlemlenebilecek tekil, günlük yaşam bilgisi ve bir kişi olarak benim üzerimdeki etkileri iki farklı tür bilgiyi bize göstermektedir. Kuşkusuz ki, her iki tür bilgi, bilgi olarak birbirlerinden bağımsız bilgilerdir. Ancak bu durum onların birbirleriyle ilişki içinde bulunmadıkları anlamına gelmiyor. Günlük yaşamın “gaileleri” içinde bulunan insanlar için, deyim yerindeyse hesaplar, sayılar, rakamlar “karın doyurmuyor”. Çünkü yaşam ve gerçeklikte benim, senin, onun ve insan tekleri olarak her birimizin yaşadıkları, hesaplamalara, saymalara gelemeyecek nitelikteki oluşumlardır. Hesaplamaların, matematiğin hangi alanda olursa olsun bilimsellik bakımından önemini biliyoruz. Şunu da biliyoruz ki, genel olarak İnsan Bilimlerinin, özel olarak da Sosyoloji’nin tarihi çok eskilere uzanmıyor. Sosyoloji daha henüz “dünün çocuğu”dur. Sayılarla, hesaplarla, istatistiklerle iş görür. Ancak söz konusu sayısallıklar ve istatistik bilgiler insanların yaşamlarından, onların birliktelik ilişkilerinden yani “sosyal gerçeklerden” çıkmaktadır. Aksi taktirde Sosyoloji bir bilim olabilir miydi? Ancak şu var ki, bilime ve bilimselliğe atfedilen aşırı değer anlayışı, siyasal ilişkilere üzerinde pek de fazla düşünülmeden yansıtılmakta, kişilerin siyasal tercihlerinde istenilen etkiyi yaratamamaktadır. Bunun örnekleri bulunuyor: Siyasal partililer, seçimlerden önce yaptıkları kimi konuşmalarda geçen sene şu kadar altın alınabilirken bugün bu miktarın çok altında altın alınabildiğine işaret ederek, sayısal verilerle, çoğu insanın günlük yaşamından kopuk ekonomik ilişkilerin bir eleştirini yapmakta ve bununla halkı etkileyebileceklerini düşünmektedirler. Aslına bakarsanız ömrü boyunca altınla hiçbir ilişkisi olmamış, altını hiç görmemiş, adına “halk” denen, çok çeşitli niteliklere, bu arada ekonomik açıdan bakıldığında “yoksul” denebilecek ve birlikte yaşayan insanlar için bu tür söylemlerin bir anlamı olabilir mi? Birbirlerine eklemlenmiş ve birbirlerinden vazgeçilemeyecek de olsa, günlük yaşam bilgisi ile bilimsel bilgi arasında bu bağlamda bir ”uçurum” olduğu gerçeği yadsınamaz. Bu bize Hegel’in, “A, A değildir de” biçiminde formüle edilebilecek diyalektiğini anımsatıyor. Öyle bir varoluş söz konusu ki, her iki tür bilgi de elde edilme yöntemleri farklı olsa da doğru bilgi olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü her ikisi de sonuç olarak gerçekliğe, kişilerin yaşadıklarına dayanıyor. Aksi taktirde nesnesini yaşamdan alan, bir bilim ve bilgi alanı olarak Sosyoloji (Toplumbilim) olanaklı olamayacaktı. İnsan tekleri olarak her bir kişinin yaşadıklarını bilebilecek olan tek tek o kişiler olduğu halde, bilimsel bilgi(ler) bir toplumsal ilişkiler düzenini ilgilendiren ve giderek bu düzenin çekip-çeviricileri olarak ancak siyaset yapıcılarının bilmesi gereken bilgilerdir. Böylece son derece özetle “Herkesin olan ama hiç kimsenin olmayan” biçiminde anlaşılabilecek bir kavrama, Kamu kavramına giden yol açılmış oluyor. Buradan da son zamanlarda somut bazı sorunlara konu olan özelleştirmeye geçilebilir. Yukarda ifade edildiği gibi Kamu kavramı, “Herkesin olan ama hiç kimsenin olmayan” olarak anlaşılırsa, nelerin “herkes” için olması gerektiği sorulabilir. Bunlar öyle şeyler olmalı ki onlara herkesin değil de (bazı) kişilerin sahip olması sorunsal bir durum yaratsın. Herkesin sahip olması gerekenler de karşımıza temel insan hakları olarak çıkıyor. Bunların başında da sağlık ve sağlıklı beslenme ile eğitim geliyor. Sağlıklı beslenme içinde olmak üzere sağlığı ve eğitimi kamusal olmaktan çıkardığınız zaman, bunlar üzerinde oligarşik bir hegemonya yol açmış, “Nedir?” sorusuna hala kesin ve doyurucu bir yanıt verilememiş İNSAN’ın neler yapabileceğinin örneklerini yaşadığımız koşullarda şaşırarak görmüş oluruz. Bu durumlar bir bakıma parayı kutsal bir değer yapan Kapitalizm ve Neoliberalizm’in somut görüntüleri ve insanın insana yapabileceklerine birer örnektir. Yeni doğmuş bebekleri öldürüp, onları paraya çevirmek gibi!.. Prof. Dr. İsmail H. Demirdöven
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR