Son Dakika



Sanat tarihi boyunca sanatın ve sanatçının yaratma özgürlüğü uğruna verilmiş büyük savaşımın en önemli dönüm noktalarından biri, işlemek üzere belli bir konuyu seçen sanatçının neden o konuyu seçtiğinin sanatsal değerlendirmenin çerçevesine giremeyeceğinin benimsenmesi ve benimsettirilmesi olmuştur.

Başka deyişle, somut bir sanat eserinin değerlendirilmesi söz konusu olduğunda: “Peki ama, sanatçı buradaki mesajını vermek için neden daha başka bir konu seçmemiş?” sorusu, belki de sormak hakkına kesinlikle sahip olmadığımız tek sorudur.

Bu bağlamda konunun iyisi-kötüsü, sanattan olanı ve olmayanı, ahlaklısı ve ahlaksızı, iticisi ve çekicisi, güzeli ya da çirkini yoktur. Sanatçı, sanattaki güzel'i gerçekleştirmek amacıyla istediği konuyu seçmekte mutlak anlamda özgürdür.  

Bunun tersi bir tutum ve düşünce, ancak sanatçıya dünyayı görme biçimini belli konuların çerçevesinde tutması yolunda buyruk vermek anlamına gelebilir.

Oysa XIX. yüzyılın sonuna kadar sanat tarihinde —değişen yogunluklarda olmak üzere— varlığını sürdüren bu tutum, natüralizm'le birlikte son bulmuştur. Natüralizm dönemi, sanatın yeni özgürlüğünü dile getiren belgelerle doludur. 

Alman natüralist tiyatrosunun ünlü adı, tiyatro eleştirmeni ve yönetmeni Otto Brahm'ın, Berlin'deki Free Bühne'nin (Özgür Sahne) 29 Ocak 1890 günü açılın dolayısıyla verdiği söylevde şu düşünceler de yer alır: “Bizim amacımız... bağımsız düşüncenin özgürlüğünü sağlamaktır; bu düşüncenin görevi, hiçbir şeyi güzelleştirmeye ya da hasır altı etmeye kalkmamaktır... Bu düşüncenin tanıdığı tek düşman, bütün biçimleriyle yalanın kendisidir." 

Anton Çehov ise, 14 Ocak 1887 tarihli bir mektubunda yeni bir çağın eşiğinde sanatçının gorevini dile getirmiştir: “Yazar... bir makyajcı değildir. Onun görevi, isteksizliğinin üstesinden gelip gerektiğinde imgelemini yaşamın pisliklerine bulaştırmaktan da çekinmemektir Bu görev, aslında her gazete muhabirinin görevinden. Bir muhabir başka türlüsünü itici bulduğundan da okurlarını memnun etmek için yalnızca dürüst belediye başkanlarını, soylu hanımları ve erdemli demiryolu memurlarını anlatsaydı, ne derdiniz? Bir kimyager için dünyada kirli bir şey yoktur. Yazar da kimyager gibi nesnel olmak zorundadır; yazar, günlük yaşamın öznelliğinden geçebilmeli, çevredeki bir pislik yığınının çok önemli bir rol oynayabileceğini, iyiler gibi kötü tutkuların da yaşamın birer parçası olduğunu bilmelidir.”  

Bütün bu düşüncelerin ortaya koyduğu sonuç, açıktır: Natüralizmden bu yana sanatta artık işlenemeyecek bir konu yoktur. 

  

Sanat Üzerine Denemeler, Ahmet Cemal, Can Yayınları (satın al...)

Seçilen konu bağlamında eleştirilemeyen sanat eseri, konunun yorumu bağlamında ve sanatsal ölçütler doğrultusunda olmak üzere, tartışmaya ve eleştiriye açıktır.  

Sanat eserinde örneğin tarihsel bir dönem ve o dönemin kişileri konu olarak seçilmişse, tarihsel gerçeklere bağlılık, eseri sanat eseri kılacak bir ölçüt diye alınabilir mi? 

Tarihsel gerçekleri olabildiğince nesnel gerçeklik çerçevesine yerleştirmek, ancak tarihçinin uğraşının gereği olabilir. Zaten uğraşının bu özelliğinden ötürüdür ki tarihçi, örneğin bir romancıdan ya da sinemacıdan farklı olarak, neden-sonuç ilişkisi temelinde değerlendiremeyeceği ayrıntılardan yararlanamaz. Sanatçı ise kendi imgelemiyle çizdiği kendine özgü dünyayı, başka deyişle kendi görme biçimini kendine göre sanatsal açıdan doyurucu düzeyde yansıtabilmek için her türlü ayrıntıdan yararlanma özgürlüğüne sahiptir.

Çünkü -bir kez daha vurgulayalım-, sanatçının işi, tarihçiden farklı olarak, bir zamanlar var olanı gerçekte nasıl idiyse, öyle nakletmek değildir; sanatçı, tarihsel malzemeyi yalnızca bir çıkış noktası olarak kullanır. Bu noktanın yardımıyla varmayı öngördüğü yer, geçmişte gerçekten yaşanmış olan değil, fakat kendisinin öngördüğü bir dünya ve savunmak istediği bir tezdir.

Shakespeare'in Julius Caesar'ı, Brutus'u, Antonius'u ya da Kleopatra'sı, bütünüyle tarihteki gerçek kimliklerin temsilcileri sayılabilir mi?

Elbet hayır. Üstelik sonraki zamanlarda yapılan araştırmalar, Shakespeare'in tarihi bilgilere sadık kalma konusunda hiç de dikkatli olmadığını ortaya koymuştur. Ama bunu, Shakespeare'in eserlerinin sanatsal değerlendirmesi için çıkış noktası yapmayı hiçbir uzman ya da ilgili düşünmemiştir.

Çünkü Shakespeare'i tarih öğrenmek için okumak kimsenin aklının kenarından bile geçmeyeceğinden, burada bir sanatla ilgilenen için önem taşıyan nokta, yukarıda adı geçen tarihsel kişilikleri Shakespeare'in görme biçimi doğrultusunda yaşamaktır.

Zaten insanoğlunu öncesiz ve sonrasız yönlendiren temel tutkuları, açmazları, çıkışsızlıkları betimlemeyi amaç edinmiş olan Shakespeare için seçtiği tarihi kişilikler, onun imgeleminin satranç tahtasında birer figür olmaktan öte bir anlam taşımaz.  

Bu gerçeklere rağmen geçmişte bir kültür bakanı, İstanbul Kanatlarımın Altında adlı filmi değerlendirirken çok önemli yanılgılara düşmüştür. Bu yanılgıların en ağırı, sayın bakanın Osmanlı tarihinin bir dönemini çıkış noktası alan bir filmden Osmanlı tarihini okumaya kalkışması, böylece de tarihçi ile sanatçı arasındaki farkı silmesidir.  

Sayın bakan, bu tutumun doğal bir uzantısı olarak, filmdeki IV. Murad tipini de tarihteki IV. Murad'la -ve üstelik ne yazık ki çok eksik bilgilerle özdeşleştirmeye kalkmıştır. Filmde IV. Murad'ın sergilediği eşcinsel eğilimlerden yola çıkarak, “Bu, böyle olamaz, çünkü Osmanlı'nın belli bir ağırlığı vardı,” gibilerinden saptamaları ise, sanat bir yana, hiçbir konuyla sağlıklı biçimde bağdaştırabilmek olası değildir.

Kişilerin cinsel seçimleri ya da eğilimleri ile, o kişilerin tarihte taşıdıkları —ya da taşıdıkları varsayılan— ağırlık arasında acaba nasıl bir mantıksal ve bilimsel ilişki kurulabilir? Örneğin eşcinsellikleri herkesçe bilinen Çaykovski, Jean Genet ve Rudolf Nureyev, bu yüzden edebiyat, sanat ve tiyatro tarihindeki yerlerinden ve ağırlıklarından mı olmuşlardır?

Fransız ve Rus ulusları için yüz kızartıcı birer kişiliğe mi dönüşmüşlerdir? Öte yandan eğer herhangi bir sanat eserinde eşcinsellik motifi kullanılmışsa, sanat eserinin yapısı içerisindeki yeri bağlamında her motif gibi bu da sanatsal bir tartışma konusu olabilir; örneğin bu motife ne gibi sonuçların bağlanmış olduğu sorgulanabilir.  

Değerli tarihçimiz Reşat Ekrem Koçu, Kösem Sultan adlı iki ciltlik tarihi romanında IV. Murad'ın eşcinsel ilişkilerini siyasi bir temele oturtarak ele alır. Koçu'ya göre IV. Murad'ın annesi Valide Kösem Sultan, saraydaki iktidarına ileride bir başka valide sultanın ortak çıkmaması için oğlunu bilinçli olarak kadınlardan uzak tutup eşcinsel ilişkilere itmiş bu arada yine iktidar tutkusuyla ve alkolün iradeyi nasıl zaafa sürüklediğinin bilinciyle, oğlunun alkol tutkusuna da en azından sesini çıkartmamıştır.  

Bu, belli bir motifin sanatsal düzlemde ne kadar güçlü biçimde temellendirilebileceğinin çok iyi bir örneği. Eğer İstanbul Kanatlarımın Altında filmi bakımından da bu doğrultuda bir sanatsal değerlendirmeye gidilseydi ve örneğin, “Acaba filmde kullanılan eşcinsellik motifi sanatsal yapı içerisinde bir yere mi oturtulmuştur, yoksa havada, işlevsiz mi kalmıştır?” gibi bir soru sorulsaydı, böyle bir tartışmanın sanatsallığı elbet kuşku götürmezdi.  

Ahmet Cemal 
(Sanat Üzerine Denemeler, Can Y. 2000. S. 79-83) 
Gercekedebiyat.com 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)