Paul Auster’le iki kez konuştum: İzlenimler Notlar / Buket Şahin
ABD’de yaşayan Buket Şahin Paul Auster’le biri 2012 yılında diğeri 2014 yılında olmak üzere iki kez görüştü. İlk görüşme o yıl Hürriyet gazetesinde yayınlanmıştı. Paul Auster'in ölümü üzerine, bu sıcak samimi konuşma ve izlenimleri, Buket Şahin gerçek edebiyat okurlarına gönderdi.
Amerika’ya gittiğim 1991 yılında vizyona girmişti Brooklyn’e Son Çıkış filmi. Jennifer Jason Leigh’in unutulmaz oyunculuğunu sergilediği film, 1950’lerin Eisenhower ABD’sini anlatan alışa geldiğimiz Hollywood filmlerinden farklıydı! Her şeyin pembe gösterildiği zengin, wasp ‘beyaz, anglo-sakson ve protestan’ Amerikan sınıfı yerine öfkeli ve işsiz sınıfın şehir eşkıyalıkları, Fritz Langvari bir film tadında anlatılıyordu siyah-beyaz, ürpererek izlemiştim. Yıllar sonra, Brooklyn’e, tarifsiz bir sevinçle, Paul Auster’la söyleşmek için gittiğimde, takvim 19 Ocak 2012 tarihini gösteriyordu. Hayatın güzel tesadüflerden ibaret olduğunu anladım bir daha: aylar önce biletini aldığım New York gezime sadece birkaç gün kala Kış Günlüğü’nün yayınlanması, 2005 yılı sonunda film çekimi nedeniyle ertelenen Paul Auster röportajı... İstanbul-Amsterdam-New York hattında bir solukta okunan son kitap! Kış Günlüğü kitabının son cümleleri belleğimden hiç çıkmadı: “Dışarıda hava gri, neredeyse beyaz, görünürde güneş yok. Kendine soruyorsun: Daha kaç sabah kaldı... Hayatının kışına girdin.” Kış Günlüğü, Paul Auster’ın anlatım ustalığıyla, sadık okurlarına içtenlikle aktardığı öz yaşam öyküsü. Çocukluğunun ana damarlarından, şimdiki zamana süzülen yaşamında, Atlantik okyanusuna kıyılanmış iki komşu eyaleti, New Jersey'den New York'a bizzat yaşadığı 21 farklı adreste yazarın izini sürüyoruz. Manhattan adasının batı yakasından doğusuna, kuzeyinden güneyine Brooklyn'e uzanan yaşam yolculuğunda okurlarını da sürüklüyor günlüğünde. Bir kış gününde penceresinden gördüğü karlı manzara Auster’ı çocukluğunun yurduna, Newark'a götürür. Günümüzde hala araba hırsızlığının başkenti, evsizlerin toplanma yurdu olan Newark. Auster, Kış Günlüğü’nü neden yazdığını şu sözleriyle açıklıyor, kendisiyle hesaplaşırken: “Ne de olsa zaman azalıyor. Belki de şimdilik hikâyelerini bir yana bırakıp hayatının anımsadığın ilk gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye çalışsan iyi olur.”
Camdan duvarların göğü deldiği gökdelenlerin camlarına vuran yansımaların yanılsamalar kentidir Manhattan. Masal kenttir. Dünyayı gerçeküstü masallarla yönetim merkezidir. Auster, New York Üçlemesi"nin ilk kitabı olan Cam Kent’de bu imge yanılsamalarını anlatır. “Öykünün kendisi kelimelerde değil, anlattığı mücadelededir. Yazmak yalnızlığın mesleğidir. Yaşamınızı ele geçirir. Bir bakıma yazarın kendi yaşamı kalmaz artık. Bulunduğu yerde değildir. Öyküler yalnızca onu anlatabilen insanlara aittir.” Usta yazar Auster ile Brooklyn'deki evinde gerçekleşen ikinci görüşmemizde Brooklyn'den İstanbul'a, Atatürk'ten Roosevelt’e, Kafka'dan Whitman’a ve Nazım’a, Obama'dan Erdoğan'a, '68 Columbia’sından Türkiye'deki öğrenci protestolarına, Amerikan Rüyasına, ulusal ve uluslararası medyada tepki çeken ve Auster'ı haklı çıkaran ilk röportajımızdan öykülerindeki tutunamayanlara ve yazar olmak isteyenlere dair tavsiyelerini de paylaştığı bir yelpazede söyleştik. Paul Auster’le yaptığım ilk röportaj 2012 yılı Ocak ayında Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanmıştı. 1929’da Edison’un laboratuvarında işe giren ancak Yahudi olduğu için Edison tarafından kovulan elektrik dahisi babası için, Paul Auster, Ay Sarayı romanını yazarken, ampülün gerçek mucidi Nikola Tesla sayesinde, babamın intikamını aldım der.
'Ay Sarayı' adlı otobiyografi romanında, gri bir kış günlüğüne dönüşen yarım yüzyıllık Manhattan yıllarını şöyle anlatır: "...New York’a 1965 sonbaharında geldim. On sekiz yaşındaydım ve ilk dokuz ayı bir üniversite yatakhanesinde geçirdim. Columbıa Üniversitesi’nin dışarlıklı birinci sınıf öğrencileri kampüste kalmak zorundaydılar, ama ders yılı bitince Batı 112. Sokak’ta bir daireye taşındım. Sonraki üç yılımı, meteliksiz kaldığım âna kadar orada geçirdim. Koşulların aykırılığını hesaba katacak olursak, o kadar dayanmış olmam bile bir mucizedir. O apartmanda binden fazla kitapla iç içe yaşadım. Aslında kitaplar Victor dayımındı, onları otuz yılda yavaş yavaş toplamıştı. Tam üniversiteye gideceğim sırada, gönlünden koptu, kitapları ayrılık armağanı olarak bana vermeye kalktı. Almamak için elimden geleni yaptım, ama Victor dayı duygusal ve eli açık bir insandı, reddetmemi kabullenmedi. ‘Sana verecek param da yok. Öğüdüm de” dedi, “Beni mutlu etmek için bu kitapları al.’ “Kitapları aldım, ama tam bir buçuk yıl kitapların durduğu kutuların hiçbirini açmadım. Dayımı onları geri almaya ikna etmeyi kuruyor ve bu arada başlarına bir iş gelsin istemiyordum. “Sonuçta, kutular o durumda epey işime yaradı. 112. Sokak’taki daire mobilyasızdı, paramı istemediğim ve kimsemin elvermediği eşyaya harcamaktansa, kitap kutularını “hayali eşya” parçalarına dönüştürdüm. “Bulmaca yapmak gibi bir işti bu kutuları çeşitli modüler biçimlerde kümelemek, sıra sıra dizmek, birbirinin üstüne yığmak, sonunda ev eşyasına benzeyinceye kadar yeni yeni biçimler denemek. “On altı kutuluk bir grup karyola işini gördü, on ikilik bir başka grup masa oldu, yedilik gruplar koltuk, ikilik bir düzenleme komodin oldu. “Genelde tek rengin tekdüzeliği vardı, nereye baksanız hep o kasvetli açık kahverengini görüyordunuz, yine de bu becerikliliğimle gurur duymaktan kendimi alamıyordum.
“Arkadaşlarım bunu biraz tuhaf buldular, ama benden tuhaflıklar beklemeyi öğrenmişlerdi artık. Yatağa girip on dokuzuncu yüzyıl Amerikan edebiyatının üzerinde düş göreceğini bilmenin verdiği doyumu bir düşünün, diyordum onlara. Tabağının altında tüm Rönesans yapıtlarıyla yemeğe oturmanın keyfini bir düşünün hele. Gerçekte, hangi kutuda hangi kitapların olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu, ama o zamanlar masal uydurmakta da üzerime yoktu, üstelik yalan bile olsa, o cümlelerin kulağa gelişi hoşuma gidiyordu." İlk buluşmamızdan İki yıl sonra Paul Auster’in 22 yıldan beri oturduğu Brooklyn’deki evinin kapısını çalıyorum. Kapıyı O açıyor. Kütüphanesi, salonu, yemek odası olan büyük ve şık evine alıyor beni. Auster’in zarif ve şık eşi, Şiri Husyedt ile tanıştırıyor beni. “İki yıl önce her şeyi başlatan kadın” diye tanıtıyor beni eşine. Auster’in eşi Şiri Husvedt, deneme yazarı. Danimarka asıllı. "...‘68 öğrenci ruhunu bizzat yaşayan bir öğrenciydiniz. ‘67 yılında Columbia üniversitesinde bir hafta süren oturma eyleminde tutuklanıyor, Harlem’de ‘mezarlar’ takma adlı bir hapishanede, gözaltında tutulurken bir polis ayakkabısıyla parmaklarınızı eziyor… Anlatır mısınız?” "Evet, benim nesil de aynı protestoları yaptı. Vietnam savaşı hepimizi darmadağın etti. Savaşın sonunda artık kimse savaşı istemiyordu. Bizde de birçok öğrenci polis şiddetiyle öldürüldü. 1970 yılında Ohio’daki Kent State’de ‘4’ öğrenci, siyah öğrencilerin gittiği bir başka üniversite de ‘8’ öğrenci polis şiddetiyle katledildi. Tepkiliyim, bu nedenle hapiste olan ve öldürülen yazarları protesto etmek için Türkiye’ye gitmeyi reddediyorum. Demokrat yasaları olmayan ülkelere gitmiyorum davet alsam da" diye yanıtlıyor. Görünmeyen adlı kitabında öfkeli ’68 öğrenci psikolojisini yazan Auster, GEZİ direnişini anlattığımda heyecanla dinleyerek şöyle yanıtladı: "Columbia üniversitesinde yaralı bir gençlik yaşadım ben de. 2008 yılında ’68 olaylarının 40. yıldönümünde bir belgesel film gösterimi ve okuma programı için bir araya geldik. 40 yıldır görmediğim arkadaşlarımın hala toplum yararına mücadele eden organizasyonlarda avukat veya sosyal proje sorumlusu olarak yoksullara yardım etmeleri, ideallerinden vazgeçmediklerini görmek beni çok mutlu etti. Devrim sloganları olmasa da iyi ve doğru için savaşmak!" Auster'la, Türk edebiyatından konuşuyoruz. Anadolu'ya ihanet etmeyen, 'Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni, tepemde bir de çınar olursa taş maş da istemez hani.' diyen Nazım'ı sordum: "Nazım'ın Paul Robeson’la olan dostluğunu bilir misiniz? Nazım’ın ‘inci dişli zenci kardeşim’ dediği Paul!” 1956’da, McCarthy liderliğindeki “komünist avı” döneminde, Amerika’ya Karşı Etkinlikleri Soruşturma Komitesi tarafindan sorgulanan Othello’nun bariton sesi Robeson. Paul Auster'la aynı okulda, Columbia Üniversitesinde 1919-1923 yılları arasında insan haklarını savunmak için Hukuk okuyan Paul. Nazım’ın kendisine destek için, Moskova'dan şöyle yazar: "Biz kazandık Paul! Onlar kaybetti.” Kim ne derse desin, okyanusun öte yakasında olsa da, İstanbul'a en benzeyen şehirdir New York City. Lakabı, 'büyük elma'dır. Elmanın her iki yarısını yıllarca dişleyen bir gezgin olarak, 'su' ve 'göç' yollarından artakalan, süzülen nice insan öyküsünü barındırır yumuşak karnında bu iki koca şehir. Amerikan rüyası gibi İstanbul rüyası da, doğudan ve güneyden gelen göçmenleri yutar, hapseder. Paul'e soruyorum, “Neden Brooklyn?” "Hayatımın 32 yılını, yaşımın tam yarısını burada geçirdim. Brooklyn her çeşit insanın yaşadığı bir yer. Herkes burada. New York burası. Beni yazar yapan Brooklyn'dir, tutunamayanlarıdır. Newark ise zor bir şehirdi. Bütün büyük şehirler gibi Brooklyn’in de çirkin ve güzel tarafları var... Öykünün kendisi kelimelerde değil, anlattığı mücadelededir. Yazmak yalnızlığın mesleğidir. Yaşamınızı ele geçirir. Bir bakıma yazarın kendi yaşamı kalmaz artık. Bulunduğu yerde değildir. Öyküler yalnızca onu anlatabilen insanlara aittir" diyor Auster. Merakımı yenemeyerek, “Brooklyn Çılgınlıkları kitabınız tadında bir çalışmanız var mı?” diye sorduğumda, uzun uzun, kütüphanesindeki halıya bakakalıyor: "Yeni birşeyler karalıyorum ama kitap olur mu bilmiyorum henüz. ‘Brooklyn Çılgınlıkları’ kitabımdan sonra uzun süre yazacak bir konu bulamadım, aylarca beklemem gerekti. Garip olan şimdi kitaplar arasında daha uzun bir süre bekliyorum ama daha hızlı yazıyorum. Çok ilginç. Zira yazdığınız sürece kendi hayatınızı yaşamıyorsunuz. Oysa, yaşamak gerekir yeniden yazabilmek için." Auster ile Nobel Edebiyat Ödülünün eksilen değerini konuşuyoruz: "Nobel Edebiyat Ödülünü bilmiyorum neye göre veriyorlar? Bazen iyi yazarlar bazen değil ama kimin kazandığını duymak her zaman ilgimi çekmiştir. Bir ödülün yazar için o kadar da değerli olduğuna katılmıyorum. Bence 20. Yüzyılın en büyük üç yazarı Proust, Joyce ve Kafka’dır. Evet, sanat bir olimpiyat yarışması gibi algılanmamalı. Herkesin bir kahraman olmasını bekleyemeyiz. Çok nadir yazarlar vardır yürekli olan. Herkesten yürekli olmasını bekleyemeyiz. Sanat ve politika her zaman bir arada gitmez." diyen Auster'a, "Haklı olabilirsiniz. Ama tarih Charlie Chaplin, Nazım Hikmet gibi yazarları belleğine yazıyor” dediğimde, "Bak, bazı en büyük yazarlar en kötü insanlardı, hatta faşistlerdi, mesela Knut Hamsun korkunç biriydi. Ama kötü olmaları iyi bir yazar olmalarına engel değil. Hem etik olarak iyi bir insan hem de büyük bir yazar olmak en ideali tabii… 1920’lerde yanlış hatırlamıyorsam Nobel kazanmış, Amerikan siyahlarından ‘kanı bozuk’ diye bahsetmişti. ‘Açlık’ kitabında dilinin altına bir taş koyarak açlığını bastırmaya çalışan, rehineye gidip ceketinin dört düğmesini vermeye çalışan kahramanı anlatan Hamsun…” dedi. Auster'ın yaşadığı kentlerle içiçe geçen özyaşamı ve yaptığı işler yazarlığını pekiştirir; şairdir, çevirmen, senarist, film yapımcısı, romancıdır, çok sevdiği yazar eşine hayran bir adamdır, pop kültürde kapak olan kızıyla adı anılan bir babadır. Columbia'daki Edward Said gibi eğitmenleri, çok etkilendiği ve gençliğinin önemli bir dilimini geçirdiği Paris'te tanık olduğu gece hayatı, büyüdüğü Avrupalı yazarlar onu yazar olmaya iter. "Yazmak artık özgür irademle yaptığım bir eylem değil benim için, hayatta kalmak için yazıyorum," der bir röportajında. Kehanet Gecesi adlı kitabında”, 34 yaşındaki romancı Sidney Orr, kendisini ölümün kıyısına götüren ve aylarca süren bir hastalığın ardından yavaş yavaş hayata dönmektedir. 1982′nin bir Eylül günü Brooklyn'de küçük bir kırtasiyeciden aldığı mavi ciltli bir defter tam dokuz gün boyunca Sidney’i büyüsü altına alacak, genç adam, evliliğini yıkmakla ve gerçeğe duyduğu güveni sarsmakla tehdit eden şaşırtıcı olaylar ve rastlantılarla, ürkütücü önsezilerle dolu bir dünyaya sıkışıp kalacaktır.” diye anlatır Auster kahramanını. Brooklyn Follies / Brooklyn Çılgınlıkları romanında akciğer kanseri olmuş, ölümü çoktan kabullenmiş, 3 yaşındayken anne babasıyla ayrıldığı Brooklyn’e geri taşınan, bilinçaltı bir şekilde yaşam öyküsünün başladığı yere geri dönen 59 yaşındaki Nathan'ı anlatır... Aslında Nathan’ın hikayesinden çok Brooklyn’in tutunamayanlarının yaşam hikayelerini okuruz:
“Aile hayatının kapalı kapılarının ardında ne tür tehlikelerin yattığını herkes bilir. Bu, bütün evliler için bir zehir olabilir; hele hele evliliğin size göre bir şey olmadığını keşfettiğiniz zaman durumunuz daha da beterdir. 33 yıl aynı çatı altında yaşadıktan sonra farklı yönlere yürüdüğümüz anda elde kalan neredeyse bir hiçti.” Eski hayat sigortacısı Nathan Glass, yakalandığı hastalıktan ötürü ölüme gün saymaktadır. Karısından boşanmış, emekli olmuş, tek kızından kopmuştur. Bir başına kalmak için, kimsenin kendisini tanımadığı Brooklyn’e gelir. Bir süre sonra nicedir kayıp olan yeğeni Tom Wood’la karşılaşır. Tom’un çalıştığı kitabevinin sahibi Harry Brightman da, kaderin Brooklyn’e sürüklediklerindendir. Tom ve Harry aracılığıyla dünyası genişleyen Nathan yepyeni dostlar edinir. Giderek başkalarının acıları ve yaşam savaşları kendi umarsızlığına ağır basacaktır. Hayatında internet kullanmamış, ihtiyaç da duymamış, önce deftere yazıyor, sonra ‘olympus’ marka daktilosuyla temize çekiyor: “Bana kalem lazım, kelimelerin çözülmesi için fiziki bir jest olmalı” diyor. “Artık babama kızmayacağım hala daktilo kullandığı için.” Norveç asıllı 31 yıllık çok sevdiği eşi Siri’den her kitabında bahseder yazarımız. Yine yazar olan, ilk müstakbel eşi Lydia Davis’le Fransız Devriminden 6 yıl sonra inşa edilmiş, 1794 yapımı taş bir çiftlikte aylarca bekçilik yapar, kekik ve lavanta kokularına uyanmak başını alır Provence’ta. Çocukluğundan beri bir beyzbol tutkunu olan Paul, hala maçları kaçırmıyor. Koyu bir ‘Mets’ taraftarı. Rolling Stones dergisine çıplak kapak olan kızı Sophie için Bush karşıtı şarkı sözleri yazmış. Çok iyi bir şoför olmasına rağmen, Kış Günlüğü’nde anlattığı talihsiz araba kazasından beri direksiyonun arkasına geçmiyor. Tam 10 yıl olmuş. Şehre metro veya taksiyle iniyor. Ölüm karşısında tutukluk yaşayan yazar, annesinin ardından ağlayamaz ve kendini suçlar, panik atak krizleri geçirir. Utangaç ve zarif mizaçlı bir izlenim bırakıyor bende Auster. Columbia'da öğrenci iken Filistinli düşünür Edward Said, Auster'ın tez danışmanı. Kitaplarından bir kahve tutkunu olduğunu düşünüyorum ama buluşmamızda beyaz şarap istiyor. Garson içki ruhsatlarının olmadığını belirtince çay istiyor. Aradan 10 dakika geçmeden kafenin sahibi soğutulmuş chardonnay beyazla geliyor. Auster, bir centilmen olarak her seferinde önce benim kadehime dolduruyor şarabı. Kitaptaki anılarından her bahsedişimde bir çocuk edasıyla gülümsüyor: “Ne kadar safmışım ya da ne kadar masum bir hatıra değil mi?” diye. Onaylayınca seviniyor… ve ben Auster’ın bu samimi ve çocuk kalmış haline tanık bir okuru olarak kendisini daha çok seviyor, sayıyorum. Auster'in babası, 1929 yılında, New Jersey'de Edison’un laboratuvarında işe girer, ancak, Yahudi olduğu ortaya çıkınca, Edison tarafından kovulur. Kış Günlüğü ve devamı İç Dünyamdan Notlar kitaplarında doğduğu evden itibaren yaşadığı ‘22’ farklı adresi birebir veriyor, büyüdüğü çizgi kahramanları bir foto albümle paylaşıyor. New York ve New Jersey’e giden okurları, Auster'in yaşam izini sürseler, filmlerine mekan olan mahalleleri ziyaret etseler, ne kadar alışagelmişin ötesinde, New York'a yakışır bir GEZİ olur... Sağol Paul! Buket Şahin BROOKLYN'E SON ÇIKIŞ
"...roman kurgudur, ve elbette, bu yüzden yalan anlatır... ancak, bu yalanlar sayesindedir ki, her romancı dünyaya doğruları anlatmaya çalışır... Cebinde bir kurşun kalem taşıyan bir süre sonra bunu kullanmaya başlar” diyen Auster, bir kurgu ve imge sihirbazı, bir söz ustası.
Son 30 yıldır yaşadığı Brooklyn mahallesi Slope parkının sakinlerini, en çokta öz benliğini yazdığı romanlar okuru içine alıyor, çünkü o, her satırında iç içe geçen kimlikleri, kısaca ‘insan’ olmaya ilişkin kaygıları anlatıyor: "İnanan biri bulunduğu sürece, gerçek olmayan öykü yoktur” diyor ve şöyle devam ediyor:
Auster’in “..Hapiste yatan yüzden fazla yazar ve gazeteciler yüzünden Türkiye’ye gelmeyi reddediyorum. Biz demokratlar Bush’lardan kurtulduk, savaş suçlusu olarak yargılanması gereken Chenney’den kurtulduk. Neler oluyor Türkiye’de? En çok endişelendiğim ülke, anlat bana!” diye başlayan röportaj, ülkemiz gündemine oturmuş, dünya basınında da geniş yer almıştı.AY SARAYI: YARIM YÜZYILLIK MANHATTAN ve BROOKLYN GÜNCESİ
Röportaj için Paul Auster’le birlikte evin kütüphanesine geçiyoruz.
Auster'a soruyorum:
“…Kafka ilk öyküsünü bir gecede yazdı. Stendhal Parma Manastırı’nı kırk dokuz günde tamamladı. Melville Moby Dick’i on altı ayda yazdı. Flaubert Madam Bovary’e beş yılını verdi. Joyce üç roman yazdı Balzac ise doksan roman. Milton kördü, Cervantes tek kollu..." diye yazar Auster. Ve Kafka’nın oyuncak bebek öyküsünü aktarırken “Öykü devam ettiği sürece gerçek yoktur” der ve Kafka’nın New York’un simgesi ‘Özgürlük Anıtı’nı anlatışını kahramanlarının ağzından şöyle aktarır: “Hatun elinde meşale yerine yukarı kaldırılmış bir kılıç tutar… Karabasan görüntüsü gibi bir şey.”NEW YORK'DAN İSTANBUL'A: İKİ SU ve GÖÇ ŞEHRİ
7 tepeli şehirden, yerin 7 kat dibine demir rayları döşenen iki çılgın şehir.PAUL AUSTER’A İLİŞKİN GÖZLEMLERİM
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR