Muzaffer Buyrukçu’dan 1971 tarihli bomba mektup
Muzaffer Buyrukçu’nun Atilla Özkırımlı'ya yazdığı 1971 tarihli mektup, edebiyatımızın temel taşı yazar ve şairler çevresinde dedikoduya varana dek -mektupta da dedikodu diyor- önemli değerlendirmelerden öte o dönemin tartışma ortamına da okuru çekiyor. Erdem Buyrukçu'ya bize ilettiği için teşekkür..
2.5.1971 Sevgili kardeşim Atilla, Benden söz edildiğinde ilk akla gelen o ünlü -korkum- sevimli bir biçimde belleğine işlenmeseydi. Bolu dağının yoğun sisleri arasından geçerken beni hatırlamayacaktın demek? Ama hatırlamamak elinde değildi; insan içinde bulunduğu duruma eş durumları yaşamış tanıdıklarını daima hatırlar. Dün akşam Cemal’le senden söz ettik. Yavuz Selim’in boynuna benzeyen kalın boynunda ve kısa kesilmiş saçlarında bakışlarımı dolaştırırken, “Atilla’dan mektup alıyor musun?” dedi. “Almıyorum.” dedim. “Ben de.” dedi. “Umut elini ayağını bağladı onun.” dedim ve birden kendimi Cihan Sokakta buldum. Siyah çantamla yaya kaldırımdaki aralıklardan geçerek yürüyordum. Kafamda hikâye, roman, günlük, eleştirme taslakları, yeni birtakım çıkışlar için gerekli imkanların çekirdekleri vardı. Bu taslakları gerçekleştirdiğim zaman dünya edebiyatına eş bir edebiyatın kurucularından sayacaktım kendimi. 19 numaralı apartmana girdim ve kalorifer sıcaklığının- ev içi kokularını- bütün ayrıntılarıyla ortaya koyduğu boğucu bir havayı teneffüs ederek merdivenlerden çıktım, 9 numaralı kapının ziline dokundurdum parmağımı. (Cemal, Kadıköy’deki evinin zilini o geldiği belli olsun diye iki kere çalardı. Sen kaç kere çalıyorsun?” Kapı açıldı ve seni çok seven bir abini görmekten gelen sevimli bir gülümsemenin kapladığı esmer, küçük yüzünle belirdin. Kucakladım seni, yanaklarından öptüm, ayakkabılarımı çıkardım. Berin mutfaktaydı. Elleri ıslak olduğu için bileğinden tuttum, “Merhaba” dedim. Koltuğa oturdum. Ayni anda oda Cemal Süreya ile Adnan Binyazar ile Emin Özdemir ile ve değersizlerin en önemli örneği saydığım Ercüment Uçarı ile doldu. Abajur yukardan sarkıyordu. Abajurun varlığını ve kendisi için bir tehlike yaratacağını unutan ve bir ara kalkmak ihtiyacını duyan birinin başını abajura çarpacağını düşünerek tedirgin oluyordum. Her an “Başına dikkat et!” demeye hazırlanıyordum. Işığın altında arabasında Umut’u gördüm. Tombul ellerini oynatıyordu. Cin gibi gözleriyle bilincinin dışındaki dünyada yaşayanların- sonradan aralarına katılacağı amcalarının- yüzlerine görmeden bakıyordu. Ve kim bilir gördüğü şeyler bilincine nasıl katılıyordu. Bir anlayabilse insan, bir tespit edebilse bu biçimleri? Canını sırtında taşıyan radyo (çingene karılarının ve yörüklerin çocuklarını sırtlarında taşıdığı gibi) masadaydı ve cızırtılı seslerle bir -kompozisyon-u sunuyordu. Berin’in demlediği nefis, koyu çaylar içiliyordu ve ben bermutat- açık çay- içiyordum. Sen arabaya eğilmiş Umut’la -çocukça- konuşuyordun. Ben sinirli, uykusuz ve yorgundum. Bana hem hikâyede hem romanda oyun oynayan öğretmenler cuntasına veryansın ediyordum. Sonra çıktım odadan. Behçet Necatigil’in uzattığı Birinci sigarasını aldım, Cemal’in önünde duran ve kağıtları soyulmuş, soyulan yerlere tükenmez kalemle resimler yapılmış kibritle yaktım cigaramı. (Cemal üç yıllık aradan sonra tekrar cigaraya başladı) Biz, Behçet Necatigil, Cemal Süreya, Dr. Halil İbrahim Bahar, Günel Altıntaş ve sonradan bize katılan Mustafa Öneş, Beşiktaş’taki Barbaros Kafeteryada Yeni Rakı içiyorduk. (Mustafa Öndeş, Efes Pilsen birasının beyazından içiyordu.) Kehribar gibi sararmış biber turşusu ağzına layıktı. Bir de az biberli, yanında doğranmış taze soğan ve salata ile Arnavut ciğerinden söz etmeliyim. Kuru fasulye istedim. “Sıcak yemek pişirmiyoruz” dediler. Plaki ekşimiş gibiydi. Behçet Necatigil, Cemal Süreya, Dr. Bahar beyin yiyorlardı; onlar beyin yerken dişlerini beynimde duyuyordum. Bahar sık sık sulu rakı dolu bardağını kaldırıyordu. Pardesüsünü (siyah) omuzlarına atmıştı, boynunda kırmızı bir fular vardı; herhalde pardesüyü bir pelerin, kendini de bir kont olarak görüyordu. Gözleri gözlüklerinin altında dönüp duruyor, ağzından çıkarken dilindeki pürtüklere takılıyormuş hissini veren sözcüklerle konuşuyordu. Mustafa Öneş’in kırmızıya çalan bir sakalla çevrilmiş ve bir Nurcu yüzüne benzeyen yüzü kızarıp bozarıyordu. Konuşurken tekliyordu. Ne dediği anlaşılmıyordu. Çocukluğunda yaşadığı büyük korkular kişiliğinin oluşmasını etkilemiş, beyninin serbestçe hareket etmesini engelleyen arızalar bırakmıştı bana göre. ”Ne diyorsun? Ne diyorsun, işitemiyorum” diyordum sık sık. Ve onun adına ben acı çekiyordum. “Hiçbir şey yapamayacak, edebiyatta silinmez bir iz bırakmayacak bir çocuk” sözlerini geçiriyordum içimden. Behçet Necatigil, iki üç kelimelik bir cümle yapıncaya kadar sabır taşları çatlıyordu. Bir kelime arkasında uzun bir boşluk bıraktıktan sonra öteki kelime geliyordu ve konuşmasını güçlendirmek içn ellerini, başını sallıyor, dudaklarının ucuna iliştirdiği cigarayı tazeliyordu. Cahit Sıtkı’dan, Ziya Osman Saba’dan, Celal Sılay’dan, Necip Fazıl’dan, Orhan Veli’den söz edildi. Celal Sılay’ın has bir şair olduğunu ama edebiyat çevrelerinin dışında yaşadığı için değerinin anlaşılmadığını belirtti Cemal Süreya, Behçet Necatigil, Bahar övdüler Celal Sılay’ı. Sinirli yüzü, kel kafası belirdi gözlerimin önünde. “Napolyon Celal.” dedim. Cemal Süreya, Celal Sılay’ın tuhaf hikayelerini sergiledi. Ben Ziya Osman’ın Cahit Sıtkı’nın kopyası olduğunu, Cahit Sıtkı şiirinin Ziya Osman adıyla sürdürüldüğünü söyleyince Behçet Necatigil itiraz etti. “Benim hocamdır, kendisine çok şey borçluyum.” dedi, “Cahit Sıtkı’dan daha ince, daha duyarlıklı şiirler yazmıştır.” Ben ileri sürdüğüm iddianın doğruluğunda örneklerle, örnekleri arka arkaya sıralayarak direttim. Bir akşam önce Dr. Bahar’ın kaplumbağaya değil gelin böceğine benzeyen volswageniyle Beyazıt’a doğru giderken, (Saat altıyı geçiyordu. Beyazıt kaynaşma içindeydi. Otobüs, taksi duraklarında kuyruklar vardı. Sağımızdan solumuzdan mini etekli, dolgun bacaklı, tahripkar kızlar, sakallı turistler ve sakallı turistlerin bellerine sarıldıkları pantolonlu, bebek yüzlü sevgililer geçiyordu. Karşıdan vuran güneş gözlerimizi kamaştırıyordu. Işıkları taze, iç açıcı, yaşama sevinci denen sevinci çoğaltıcıydı. Ansızın hüzünlenmiştim ve “Ziya Osman, Cahit Sıtkı’nın şiirlerini teksir etmekten başka bir şey yapmamıştır.” demiştim. Beşiktaş’ta oturan Anıl Meriçelli denen zavallıdan açtı sözü Cemal ve onun biyografisinde bize verdiği telif haklarını belirttiğini söyleyince millet kahkahadan kırıldı. Hele arkasından bir gece Tomris, Fürüzan ve başka bir kızla evlerine gidişini, Füruzan’ın -güven vermeyen bir kadın rolünü- takınmasını, öteki kızın Anıl’ın şiirlerine hayran oluşunu, Anıl’ın kıza durmadan uçlu sigara sunuşunu –ve ben hariç, çünkü bu hikayeyi Cemal’den şimdiye kadar en azından yüz kere dinledim-, yerlere yattılar gülmekten. Bir sayı çıkan ve hemen kapanan Türkiye Defteri’nden konuştuk. Burjuva merhametini sosyalizm sanan yazarları eleştirdim ve sabahleyin Sahaflardaki Elif Kitabevinde karşılaştığım Selim İleri’nin bana anlattıklarını naklettim. Kitaplara bakıyordum. Siyah elbiseleri ve kıvırcık saçlarıyla Selim İleri içeri girdi, kasadaki çocukla konuşmaya aşladı, beni görmemişti. Tepesi açılmış, kısa bir süre sonra saçları dökülecek bu çocuğun diye geçiriyordum içimden. Beni görünce şaşırdı… “Affedersiniz görmedim.” dedi “Zararı yok.” dedim Gözlerimin içine baktı, “Bana dargın mısınız?” dedi Gülümsedim, “Yoo bunu da nerden çıkardın?” dedim “Beni beklemeden gitmişsiniz de… on beş dakika sonra Milliyet’ten döndüm. (Altın Kitaplarda Selim’le karşılaşmıştım. Hemen Milliyet’e gitmesi gerekiyormuş. Burada mısınız? dedi, yarım saat kadar dedim ve sonra beklemeden gittim. O günü ima ediyordu.) Dergideki yazıya mı kızdınız?” dedi “Dergideki yazıya kızdım ama sana kızmış değilim. Sana daima sevgi besledim. Hem Marksist bir edebiyat yapacağınızı söylüyorsunuz hem de sizden önce böyle bir edebiyatı yapan, yapmaya devam eden bir yazara çatıyorsunuz. Beni karşınıza almamalıydınız. Çok büyük bir çelişki bu…Bir Olayın Başlangıcı için yazılan yazı kötü. O Taylan Altuğ mudur, Maylan Altuğ’mudur nedir, yazı yazmasını bilmiyor. Kafası karma karışık. En basit şeylerden haberi yok. Önce kafasındaki karışıklığı gidersin sonra yazı yazmaya başlasın. Reddetmekle işe başlayan bir eleştirmen reddedilmeyi peşinen kabul etmiş demektir. Sen ne arıyorsun o çirkin kafalı çirkin yürekli insanların arasında? Dikkat et bozulacaksın” dedim “Ben onların arasında değilim artık. Ayrıldım. Ne kadar kötü insanlarmış meğer. Hele o Hulki Aktunç kocakarı gibi bir herifmiş, iğrendim ondan.” dedi “Önceden düşünmeli, girmemeliydin.” dedim “Naci Çelik denen o içi kinle dolu, pis adamın ve Taylan Altuğ denen herifin yazıları çok küstahçaydı. Naci Çelik beni E yayınevinin yayınladığı eserleri tanıtmakla görevli biri gibi gösteriyordu. Ben beğendiğim, sevdiğim, bir düzeye erişmiş bütün eserleri överim, göklere çıkarırım ve bunu yaparken de sadece kendimden emir alırım. Kimse benden hesap soramaz. Dergide özellikle bana da saldırılması herkesin dikkatini çekti. Yel kayadan ne alırsa onlar da benden onu alırlar. Ben hayatım boyunca hiçbir kliğe girmemiş, hiçbir guruba katılmamış, tek başına edebiyat yapan bir yazarım. Doğruyu, namuslu olmayı, taviz vermemeyi, gerçek bir edebiyat yapma olanaklarını araştırarak -büyük edebiyata-ulaşılabileceğini savundum. Ben dünya çapında bir hikayenin kurucusuyum. Yeni ve seviyeli bir edebiyatın kurucusu ve sürdürücüsüyüm. Benden ancak bir şeyler öğrenilir; benim eserlerim incelenir, örnek olarak gösterilir, benim getirdiğim olanaklardan yararlanılır.” “Haklısınız.” dedi, “Ben de sizin gibi düşünüyorum.” “Hiçbir guruba girme.” dedim. “Girmiyecem.” dedi, ”Gurupla iş yapılmayacağına inandım. Leyla Erbil’in bana yaptığını bir bilseniz.” “Ne oldu?” dedim. “Biz Türkiye Defteri’ni çıkarırken bir plan yapmıştık. Sadece gençler yazacaktı. El ilanların bastırmıştık ve benim adımı en üste yazmışlardı. Leyla bu tanıtma ilanlarını görünce öyle bir kızmış ki anlatamam… Naci Çelik’e, -Benim adım başa yazılır ve ilk hikâye benim hikâyem olursa yazarım- demiş. Oysa Leyla’yı almayacaktık dergiye. Derken ilanlar değiştirildi. Leyla’nın adı en başa yazıldı.” “Türkan Şoray ile Yılmaz Güney gibi desene” dedim. “Çok doğru söylüyorsunuz. Ben onun bu kadar hırslı bir kadın olduğunu bilmiyordum. Sonra bir akşam Kemal Tahir’lerdi oturuyordum. Telefon çaldı. Beni istiyorlarmış. Alo dedim. Leyla karısı… Bana demediğini bırakmadı; öyle hakaret etti ki kıpkırmızı oldum. Şaşkın bir karı.” dedi. “Ne söyledi?” dedim. “Ben onun evine gidiyormuşum. Dosyalarını karıştırıyormuşum, onun hikayelerini okuyormuşum ve konularını çalıyormuşum.” “Sen evine gittiğin zaman o orda değil mi?” “Orda.” “Nasıl oluyor peki?” “Anlıyamadım. Bana sen polis misin, nesin dedi, bir daha evime gelme dedi. Oysa saygı duyduğum için gidiyordum evine. Gece’deki bir iki hikâyesini sevmiştim. Aslında iyi bir hikâyeci değil.” “Deseydin ya ona, evet polisim ve seni takip ediyorum diye.” “Diyemedim. Çok hırslı çirkin bir karıymış. Polis demesinin bir nedeni olsa gerek. Ben şöyle çözdüm, bana sormuştu ne yazıyorsun diye -Mustafa Suphi- diye bir hikâye yazıyorum. Ben de yazıyorum dedi… Güya ben Mustafa Suphi konusunu ondan çalmışım.” “Suç sizde… Bu kadın hikâyecileri başımıza musallat ettiniz, edebiyatı Maksim gazinosuna çevirdiniz.” “Doğru gazinoya döndü edebiyatımız.” dedi. “Leyla tango söylüyor, Tomris kanto söylüyor.” dedim “Füruzan da striptiz yapıyor.” dedi. “Sen uzaklaş bunların arasından ve tek başına yürü, kazanacaksın.” dedim. “Doğru söylüyorsunuz. Ben de sizin gibi düşünüyorum” dedi.) Behçet Necatigil, “Leyla iyi bir yazardır, tuttuğum bir yazardır. Selim’de iş yok.” dedi “Selim, gençlerin içinde en iyisi ama çok dönek.” dedi, Cemal. Daha bir sürü konuşma, dedikodu derken saat on ikide kalktık ve dağıldık. Berin’in o insanı canından bezdiren işten ayrılmasına ve kendini Umut’un yetiştirilmesine, senin yazı, düşün hayatını engellemeyecek bir ortama girmesine sevindim. Çünkü şimdi senin büyük çalışmalar yapman lazım. Adını duyurdun. İyi bir incelemeci, ciddi bir incelemeci olarak duyurdun ve seçtiğin bu alanda direnmen, yeni örnekler vermen gerekli. Ayrıca bir yandan da benim senden istediğime kulak arkasına atma. Yani hikayeni yaz. Çık ortaya. Hikayelerinle, eleştirmelerinle, incelemelerinle olduğu gibi yaygınlaş, büyü ve bu dallarda bir otorite ol.” TRT konusundaki yazı özlü ve temel sorunlara değiniyordu. Hoşuma gitti. Yalnız Ulus’taki sanat sayfasının kaldırılmasına üzüldüm. Ali Püsküllüoğlu bıraktığını yazıyor. Yazılarını Türk Dili’ne, Yeni Edebiyat’a, Soyut’a verecek orda yayınlayacaksın. “Benim Mağara adlı hikaye kitabım diziliyor. E Yayınları arasından çıkacak. Yalnız ne zaman çıkacak bilmiyorum. Öteki yayınevleri aksine E yaz boyunca yayınlarına ara vermeyecek. Gittikçe büyüyor E yayınevi ve öteki yayınevlerinin üstüne çıkıyor. Öyle bir satış yapıyor ki aklın durur. Her yerde E yayınları. Başka yayınlardan bir tane satılırsa E’den on tane satılıyor. “Ben (Mağara) dolayısıyla hemen hemen on gündür her gün E yayınevine gidiyorum, tashih yapıyorum. Cengiz Tuncer, Cemal kadar zeki, iyi yürekli, arkadaş canlısı biri. Aydın Emeç de öyle. Akşamın nasıl olduğunu bilmiyoruz. Bugünlerde Kerim Korcan’da geliyor sürekli olarak. Linç’in ikinci baskısı çıkıyor bugünlerde. Şişman, fazla okumayan daha önce okuduklarını kullanan ve hapishanenin dışındaki dünyayla pek ilgilenmeyen biri. Bir şey anlatıyorsun. Bugünden değil de geçmişten, geçmiş eylemlerden, hapishanede geçirdiği on yılın hayatına yerleştirdiği olaylardan söz ediyor. Bugünü yaşamıyor yani. Tıpkı-Hasan Amca-gibi. Bilmem-Hasan Amcayı tanıdın mı? Şimdi öldü. (Nizamiye Kapısı, Hürriyetin Doğuşu) gibi izlenimleri anıları temel yapan kitaplar yazmıştı. Onunla ne zaman karşılaşsam, Sana bir şey söyleyim mi? Cemal Paşa ile Enver Paşa hatalı hareketlerde bulunmasalardı bu işler böyle olmazdı.-Ya da- Birgün Yakup Cemil’le yürüyorduk, sözlerini ediyordu…” “Kerim Korcan da öyle biri.” “Çok ilkel bir yazış biçimi var. Ama tatlı adam.” “Arada bir Cemal Süreya ve her perşembe günü de Dr. Bahar, Günel Altıntaş, Arap Telat, bizim saatçi Abdullah, Ferit Öngören geliyor. (Perşembe günü benim kabul günüm gibi bir şey.) Cuma günü Orhan Kemal’le ilgili bir hikâye anlatıyordum. Kerim Korcan da çay içiyordu. Gülmeye başladılar. Çay Kerim Korcan’ın soluk borusun kaçtı, tıkanır gibi oldu, yüzü kızardı, morardı,-ölüyor-diye korktum ve telaş, heyecan, kuşku, hikayemizi piç etti. Sonra düzeldi Kerim Korcan ve “Biz olmazsak bu eylem yürümez” dedi. Güldük. Aydın Emeç. Hemen üzerine yürüdü, “Kerim abiyi de bozdun Buyruk. Kerim abi böyle sözler etmezdi.” dedi “Benim ne kadar büyük olduğumu anla!” dedim “Beni de bozdun” dedi Cengiz Tuncer, ”Ben büyük laf etmesini bilmezdim. Seninle arkadaşlık yaptıktan sonra megaloman oldum. Sen tehlikeli bir adamsın.” “Sizin kendinize olan güveninizi güçlendiriyorum, fena mı yani?” dedim Tabi sen benim konuşmalarımı bildiğin için anlatıyorum bunları. Ben büyük bir hikâyeciyim, büyük romancıyı, büyük bir düşünürüm, büyük bir günlükçüyüm. Yani (Büyük) sözcüğü benim için icat edilmiş sanki!.. “Neden mütevazi olayım yahu. Tevazu aptallıktan başka bir şey değildir. Mütevazi göründün mü karşındakine seninle tartışma, hatta senin düşüncelerini eleştirme imkanı veriyorsun ki biraz sonra o ana kadar kurmaya çalıştığın değerin yıkılır gider. Büyük olmadıktan sonra ne diye yaşıyayım bu dünyada.” diyorum Eğlenip gidiyoruz. Ben hemen mektubunu alır almaz Cengiz Tuncer’e gittim, selamını söyledim ve sende E yayınlarının ancak 11 kitabı olduğunu söyledim ve geri kalanı yollamasının istedim. Dedim ya çok iyi çocuk. Bana ve benim salık verdiğim kişilere güveniyor. Ne desem yapıyor. “Sen emret” dedi ve listeyi içeriye verdi, kitapların ayırttı. Paketledi. Belki de mektubumdan önce eline geçer. Adnan Binyazar’a da böyle yollatmıştım. Okuduğun kitaplar hakkında arada sırada yazı yazarsın. Gerçekten de çoğu değerli, büyük eserler. Hele Norman Mailer’in romanları. İtalyan yazarlarının romanları. Yeni yazarları tanıttığı için E yayınevini kutlamak gerekir. (Bir Olayın Başlangıcı) ile (Günlükler) hakkında yazacağın yazılara şimdiden teşekkür ederim. (Günlükler) hakkında yazacağın yazıda, bu tarzın dünyada benzeri olmadığını ve tarafımızdan ilk olarak yapıldığını, Aslan Kaynardağ’ın dediği gibi- yepyeni bir günlük, edebiyatımızda büyük bir çığır- sözlerini eklemeyi unutma. Bu mektubu 2.5.1971 günü öğle üzeri bahçede yazıyorum. Misli çamaşır yıkıyor, Erdem karşımda ders çalışıyor ve radyo çalıp duruyor. Müthiş bir sıcak. Yaprak kıpırdamıyor. Şimdi kahvemi getirdi Misli içerden. Berin’e çok çok selam. Umut’un küçük cin gibi gözlerinden ve yanaklarından öperim. Adnan’a, Ali Püsküllüoğlu’na mektup yazacağım senden sonra. Salah Birsel hakkındaki yazı Salah Birsel’in yapmak istediklerini belirtebilmiş mi? Gözlerinden öper, özlemle kucaklarım. Mektubun karşılığını geciktirme. Sen seven ve sana kendinden çok güvenen -Abin- Muzaffer Buıyrukçu Gercekedebiyat.com
YORUMLAR