Son Dakika



Çevirmen Ali Volkan Erdemir'in Murakami’nin dünyasını, romanlarındaki tekrar eden temaları ve 'Murakami çevirmek' üzerine'yi edebiyathaber.net'ten Can Öktemer'e anlattı.

Haruki Murakami’nin yazdığı ikinci romanı Pinball 1973 sizin çevirinizle okuyucuyla buluştu. Roman, yazarın ileride daha da derinleştirdiği temaların ilk ayak izlerini oluşturuyor. Bu anlamda siz romanı nasıl tarif edersiniz?  

Bu roman Rüzgârın Şarkısını Dinle’den bir yıl sonra, 1980’de yayımlanıyor. Murakami’nin yazarlığının ve otuzlu yaşlarının başındaki bir dönem bu. Diğer romanlarının kurgularıyla karşılaştırıldığında bu kitabınki biraz naif kalıyor. Ancak kuyu metaforu, kayıp kız arkadaş, içten arkadaşlık, telaşsızlık gibi Murakamik temaların yanı sıra Fare özelinde anlam arayışı gibi evrensel konuların tohumlarını serptiği bir eser Pinball 1973. Daha önemlisi, bu romanla Murakami roman yazmaya devam edip edemeyeceğini test ediyor bence.

Murakami külliyatını okumaya neredeyse ortasından başladık. Yazarın erken dönem kitaplarının çevirilerinin bizlere ulaşması neden bu kadar uzun sürdü?

Murakami’nin 2020 yılı itibariyle 21 kitabı Türkçede okurla buluştu. Bu külliyatın oluşumu 2004’de başlarken, ilk 10 kitap çevirisi Nihan Önol, Pınar Polat ve Hüseyin Can Erkin tarafından yapıldı. 2016’dan itibarense ben çeviriyorum. Bu antolojinin oluşumu da belirttiğiniz gibi karışık bir sıra izledi. Murakami ilk iki kitabının İngilizce çevirisinin sadece Japonya içinde satılmasına izin vermişti, 1980’leri düşündüğümüzde bu kitaplara dışarıdan ulaşmanın ne kadar zahmetli ve pahalı olduğunu tahmin edebiliriz. Bununla birlikte, 2015’te bu ilk eserleri yeni çevirmen elinden geçip yayımlandı ve dünya piyasasına bir arada sunuldu. Aslında Türkçede de ilk iki kısa romanını bir arada yayımlamayı düşünmüştük ancak o arada Kumandanı Öldürmek çevirisini İngilizceyle aynı zamanda tamamlayabilmek için Pinball’u erteledik; neticede Kumandan’ın İngilizce ve Türkçesi birkaç hafta arayla çıkarken, Pinball geçtiğimiz ay yayımlandı.

Bununla birlikte, Murakami’nin ilk kitabının çevrilmesi konusunda tereddütte kaldığı da söylentiler arasında yer alıyor; buna neden olarak da asıl yazarlık mesleğinin üçüncü kitabı Yaban Koyununun İzinde’yle başladığına inandığı söylentisi var.

Son olarak, belki de önceki çevirilerin niteliği konusunda şüphe duymuş da olabilir.

Pinball, 1973 Fare üçlemesinin ikinci kitabı. Fare, Murakami romanlarında ilginç bir tipleme olarak karşımıza çıkar. Az biraz Barfly, melankolik ve varoluşsal kriz içinde olan bir karakter. Sizce Fare yazarın dünyasında nasıl bir yere tekabül ediyor? 

Bence Fare, Murakami’nin ta kendisi. Fare, bu romanda üniversiteden ayrılan zengin bir ailenin çocuğu olarak resmedilmiş. Sonrasında da barda bolca vakit geçiriyor. Japonya’da yaşayan ve alkol kullanmayan Çinli barmenle arasında bir dostluk ilişkisi var. Az ve öz sohbet ediyor bu ikili. Fare, tesadüfen edindiği kız arkadaşı ve onunla tam anlamıyla yakınlık kuramaması, arabayla gezintileri, yaşamda kayboluşu ve anlam arayışıyla bana, yazarlığa karar vermeden önce işleri düzlüğe çıkan ve ekonomik rahatlığa eren bar işletmecisi Murakami’yi çağrıştırıyor. Öğrenci olaylarına denk gelen üniversite yıllarında mezuniyeti de, kendi anlattığı üzere, biraz şans eseri gibi duruyor. Derken, bar işletmecisi Murakami’yi öldürüyor ve kendine başka bir ben kurup yeni bir yaşam tarzı oluşturuyor. Romandaki Japonya’da bir Çinli olarak yaşayan, alkol kullanmadan bar işleten eğreti karakter de yine Murakami’nin diğer sureti olarak göründü bana. Şöyle ki, eğer bar işletmeciliğine devam etse, yazarlığa istediği vakti ayıramayacak ve iki benlik arasında çelişkide kalarak belki de bu anlamda eğreti bir yaşam sürecekti.

Murakami romanlarında tesadüfler, şans, kader ve muamma hikaye akışının içerisinde önemli patikalardan biri ola gelmiştir. Özellikle, cevapsız sorular ve hikayenin bir yere bağlanmaması sıklıkla karşımıza çıkar. Pinball şans, kader ve tesadüfü barındıran bir oyun. Bugün için oldukça arkaik kaçacak bir oyun pinball ve romandaki temsilini nasıl yorumlarsınız?

Pinball, bir yandan yaşamın kendisini çağrıştırdı bana. Yaşamda hedeflerimize ulaşmak için gayret etmemiz gerekirken bir yandan da şans ya da tesadüf yönlendiriyor bizi. Bir yol kapanırken birçok yön açılıyor, becerimiz ve şansımız bizi bir yerlere getirebiliyor ya da yaşam bizden bir şey götürüyor.

Öte yandan yaşamda başarı olarak nitelediğimiz şey, özellikle içinde yaşadığımız günlerde, saygı görme ve sevilme hissinin yerine geçen bir hal aldı sanki. Ne kadar başarılı kabul ediliyorsak kendimizi o kadar kabul görüyor hissediyoruz. Bu da kendimizle kurduğumuz eğreti bir bağ.

Bu durumu Murakami kulağımıza 1980 yılında yayımladığı kitapla fısıldamış.  Romandaki pinball oyununda başarı, yüksek puan almakla, somut rakam olarak çıkıyor karşımıza. Kahramanımız daha yüksek puan almak için pinball oynamaya kaptırıyor kendini. Pinball makinesinin periyodik bakımına gelen görevliyi kıskanıyor, çünkü o kişi hiç zahmet çekmeden, pinball üzerinde büyük bir beceri sergiliyor, ama hissi yok. Kahraman hem pinball’u hem de o görevlinin becerisini kıskanıyor. Yaşamdaki gibi; ulaşamayacağı düşünülen birine ya da bir şeye, kişinin hiç beğenmediği birinin erişmesinde duyulan kıskançlık ve kişisel değer kaybı hissine benzetiyorum bunu.

Yine pinball, bir arzu objesi olarak çıkıyor karşımıza. Kahramanımız kendini bir dönem tümüyle ona veriyor, aşktaki gibi. Sonrasında aşkı, 3 fırlatıcılı Spaceship, ortadan kaybolunca da peşine düşüyor. Eski bir sevgilisini yıllar sonra tekrar, bir kez bile olsa görmek isteyen biri gibi.

Yazar, modern-kapitalist toplumların yükselişinin tam ortasında dünyaya gelmiş ve gençliğini yaşamış biri. Bu bağlamda Hitler, pinball ve teknoloji arasında ilginç bir anoloji kuruyor. Yazarın modern teknolojinin faşizmle olan bağını ve pinball makinesi üzerinden bir okuma yapmasını nasıl yorumluyorsunuz? 

Pinball bir eğlence makinesi olarak geliştiriliyor, bunun yapılması için, romanda da geçtiği üzere, bazı araştırmacılar büyük bir heves ve azimle çalışıp onu daha üst modele getirmek istiyorlar. Bir de tatlı rekabet var diğer şirketlerle aralarında.

19 ve 20. yüzyıllarda teknolojide hep bir ya da birkaç adım önde giden ülkelerden biri olan Almanya, iki dünya savaşının çıkmasına öncülük eden baş aktörlerden aynı zamanda. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’in Nazi Almanyası büyük bir yıkım ve kıyım makinesine dönüşüyor.

Pinball’un teknik gelişiminde de Almanya’nın teknolojik açıdan gelişmesinde de büyük bir emek var. İlki insanı eğlendirme amaçlı bir makineyken, ikincisi büyük felakete neden oluyor.  Bildiğiniz gibi BMW’nin amblemi uçakla ilintilidir, kuruluşu 1916’ya dayanır ve başta savaş uçağı motoru üretir. Yine Hitler dünyayı fethe kalkmayı planladığında Sibirya’nın buzunda da Afrika’nın çölünde de gidebilecek bir araç istediği söylenir; böylece 1937’de halk arabası anlamına gelen Volkswagen üretilmeye başlar.

Japonya’nın modernlik tecrübesi ve İmparatorluk sonrası demokrasiye geçişiyle beraber geleneksel toplum anlayışı sarsılmıştı. Kentin otantik imgesi –özellikle Ozu’nun filmlerinde olan- kaybolmuş Batı tarzı bir replikaya dönüşmüştü. Bunun bir sonucu olarak toplumda bireysel bir yalnızlık hâkim olmuştu. Werner Herzog’un Family Romance filminde bu yalnızlık hallerinin nasıl derinleştiğini görüyoruz. Murakami’nin romanlarında ana karakterlerin de yalnızlıkla dertleri var gibi. Siz yazarın romanlarındaki genel yalnızlık panoramasını nasıl yorumlarınsınız?

Belirttiğiniz gibi Murakami’nin romanlarında ya kendisini terk eden karısıyla yeniden birleşmek isteyen ya da kaybolan kız arkadaşını, konuştuğumuz roman özelinde pinball makinesinin peşinden gidip yaşamla bir bağ kurmak isteyen karakterleri dikkat çekiyor. Yine intihar da var. Bir buhranı atlayamayan eski kız arkadaş ya da kapitalist düzen çarkında sıkışıp kalan ve soluk almak için kendine kıyan yan karakterlerle karşılaşıyoruz Murakami’nin romanlarında. Günümüzde en çok intiharın görüldüğü ülke olan Japonya’da yine tümüyle kendini eve kapatma/hikikomori rahatsızlığı da azımsanmayacak kadar yüksek düzeyde.

Ancak Murakami’nin karakterleri, ayrılık dönemlerinde, yalnızlıklarıyla nasıl baş edeceklerini, kendilerini nasıl avutacaklarını biliyor, üstelik bir başlarına olmaktan keyif de alıyorlar. Kendi hallerinde, kitap okuyan, film izleyen, rutin işlerini layığıyla yerine getiren, doyumlu karakterler.

Kuyu imgesi de yazarın sıklıkla tercih ettiği temaların başında geliyor. Pinball’da da kuyu imgesi göze çarpıyor. Kuyu ve kuyuya düşme malum Doğu toplumlarında önemli bir imgedir. Murakami’nin dünyasında da kuyu hem hakikatle yüzleşme ve hakikat perdesini ortadan kaldırmaya yaran bir aparat gibi duruyor. Siz nasıl yorumlarsınız bu imgeyi? 

Murakami’nin kuyu imgesi, içinde yer aldığı romanlar bağlamında çeşitli yorumlara açık ancak bence bu yorumların ortak noktası kendi başına kalma becerisi gösterebilmek. Karanlıkta, sessizlikte, öylece oturmak. Meditasyon gibi. Aslında bu kuyuyu biz de inşa edebiliriz. Akşam vakti ışığı ve tüm elektronik aletleri kapatıp odamızda 10 dakika durmayı deneyebiliriz. Sürekli bir iletişim halinden 10 dakikalık sessizliğe geçebiliyorsak, Oruç Aruoba’nın dediği gibi “aşırılıkları dengeleyebiliyorsak”, yine Aruoba’nın nitelediği üzere, “uygar” insanız demektir.

Haruki Murakami’nin yazarlığında “yerli ve milli” bir anlayış söz konusu değil gibi. Batı kültürünü hikayesine yedirmekten kaçınmayan ama kendi toplumuna ve tarihine de hakiki bir bakış atabilen bir yazar. Özellikle ülkenin İmparatorluk geçmişi ve o dönem işlenen suçları da yeniden hatırlatmaya çalışıyor. Siz, yazarı bu anlamda nasıl genel olarak nasıl değerlendirirsiniz? Günümüz edebiyatı kendi ülke sınırlarında mı kalmalı yoksa artık iç içe geçen bu kültürlerden beslenmeli mi?

Beslenmeli tabii. İnsanlık gibi edebiyat da evrenseldir çünkü. Murakami’nin kuyusu bizi kendimizle yüzleştirir, Aslı Erdoğan’ın mandariniyle mucizevi bir şefkate tanıklık eder, Pinokyo’nun burnuyla vicdanımızı yoklar, Yusuf Eradam’ın yabancılarının nezaketi karşısında eksiklenir, Akutagawa’nın örümcek ipinin ucuna bencilliğimizi bağlayıp tartar, Albert Camus’un işini seven ölü yıkayıcısıyla işimize adanmışlığımızı test eder, haiku şairi Matsuo Basho’nun göle dalan kurbağasının çıkardığı sesle aydınlanabilir, Berat Alanyalı’nın neşeli ormanın şair kurbağasıyla doğaya saygıyı ve arkadaşlığın kıymetini görür, Murathan Mungan’ın dağlarında yüceliğin ayrımına varır, Natsume Soseki’nin küçük beyiyle kendimiz olma cesaretini bulur, Dag Solstad’la haysiyetle mahcubiyet arasında gidip gelir, Kenzaburo Oe’yle baba-oğul ilişkisini adeta deneyimler, Oya Baydar’ın erguvan kapısından geçip kendi kapımızı aramaya çıkabiliriz… Bu arayış, buluş, bulamayış insancadır ve renk, cinsiyet, din, ırk, dil ayrımı gözetmez. Nitelikli edebiyat eserleri, bize tüm dünya insanlarının bir olduğunu gösteren, uygarlığın yüz akı büyük bir buluş olmanın yanı sıra çocukça neşe veren bir oyun bence. İşte bu yüzden nitelikli edebiyat sınırlara hapsedilemez, bu insan ruhu ve aklına aykırıdır.

Murakami de romanlarında masallardan güncel edebiyata, klasik Japon edebiyatından Mozart operalarına kadar geniş bir yelpazede dünyaya dokunuyor, böylece de tüm insanlıkla bağ kuruyor ve bize de bunu sunuyor.

Bir çevirmen olarak, Murakami eserlerine hazırlanırken kendinize nasıl bir yol haritası çiziyorsunuz? Yazarın da çevirmenlik yaptığını biliyoruz onun çevirmenlik anlayışını nasıl yorumlarsınız?

İdeal olan kitabı en az iki kez okuyup anlayarak bir ön çalışma yapmak. Bunun dışındaysa bazı olmazsa olmazlarım var; oda sıcaklığı bunun başında geliyor, sonrasında kahve ve müzik. Çeviriyi bitirince de kâğıt çıktı alıp farklı bir ortamda birkaç kez üzerinden geçiyorum. Bu ortam bir kafe, uçak kalkış saatini beklediğim havalimanının bekleme salonu, bir tatil yerinde rahatsız bir tahta masa olabiliyor.

Bir de Murakami’nin yıllar önce okuduğum eserlerini son yıllarda çevirmek benim için ayrı bir düşsel yolculuk. Sanki araya yıllar ve yollar girmiş ama samimiyeti bitmemiş eski dostlara rastlamak gibi bir şey.

Murakami’nin çoğunluğu Amerikan edebiyatından olmak üzere 80 kadar çevirisi var. Bunlar içinde 2010 yılında Oslo’da İngilizcesini okuduğu Dag Solstad’ın Book 11, Novel 18 adlı romanını 2015’te İngilizceden Japoncaya çevirdi. Yalnızca ilgi duyduğu yazarların eserlerini çevirmeyi tercih etmesini kendime yakın buluyorum.

(Konuşmanın tamamını okumak için...)

Çeviren Ali Volkan Özdemir
144 Sayfa
Baskı tarihi: 21 Kasım 2020

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)