Londra'da Noel / Guillermo Cabrera Infante
Christmas İngilizce'de ve Anglosakson dünyasında Noel sözcüğünün karşılığıdır ama Noel'den hem az, hem de çok şey ifade eder. Eski İngilizceden türemiş Cristes maesse sözcükleri, İsa’ya ekmek ve şarap sunma ayini anlamına gelir, yoksa İsa'nın doğuşu anlamı
İngilizler Noel'i, Noel arifesinde değil, Noel'in ertesi günü kutlarlar. O günün de Boxing Day gibi tuhaf bir adı vardır. Boks yapıldığından değil, o gün hediye verildiğinden; o gün, evin hizmetkârları ile postacı, bakkal gibi ev dışı kimselere hediye verme günüdür. Diğer bayram günleriyle karşılaştırıldığında gerçek anlamda ölü bir gündür, o günden düşmandan kaçar gibi kaçmak gerekir: Bugün bilindiği şekliyle Noel, Charles Dickens adında bir yazarla, ufak tefek ama buyurgan, yaşadığı çağa adını veren bir hanımefendinin, yani Kraliçe Viktorya'nın buluşudur. Söylentiye göre, Noel günü hediye verme alışkanlığını kraliçe başlatmış. Windsor Sarayı'nı fazla çıplak bulduğu bir anda da eşine şöyle demiş: “Albert, neden şuraya bir ağaç koymuyoruz?” Prens de kuzu kuzu, anayurdu Almanya'dan bir çam ağacını omzuna vurup getirmiş. Dickens'a gelince, o da Noelde basılmak üzere Noel konulu birkaç kitap yazmış. Zaten Noel'de başka ne konuda yazılır ki? Kuşku yok ki en ünlü öyküsünün adı Christmas Carol'dır, yani Noel İlahisi, Viktorya gibi Dickens da —ki ikisinin de krallığı aynı dönemde hüküm sürmüştür— bayramların ateşli tutkunuydu; en tanınmış hikâyelerinden biri olan “The Chimes”da şöyle yazmıştı: “Sokaklar kıpır kıpırdı, süslü dükkânlar cıvıl cıvıl. Yeni yıl, hoş geldin'lerle, hediyelerle, sevinçle bekleniyordu.” Yazar burada aslında Noel'den değil Yeni Yıl'dan söz eder, ama bir Dickens eleştirmeninin söylediğine bakılırsa, “Noelden daha Dickensvari bir şey yoktur.” Noel (özellikle de Dickens'in Noel'i) son yüzyılda İngiliz yaşam tarzına egemen olmuştur. Hindi ile (ki Dickens ve Joyce'da da görülebileceği gibi, daha önceleri hindi değil, kaz yenirmiş Noel'de: Turkey, yani hindi yeme adeti daha sonra Amerika'dan geldi.) Albert’ın her dem yeşil ağacından başka, olmazsa olmaz üçüncü bir kahraman daha vardır ki: Noel pudingi. Gece kadar karanlık, hazmı kurşun kadar güç olan bu tatlı, İngiliz Noel’inin değişmez unsurlarından biridir ve bir kez tadına varıldı mı, hayret verici bir zevk olup çıkar. Hazırlanması da hazmı kadar karmaşıktır. “Ah ne yemeklerdi onlar”, diye yazmıştı Dickens bir dostuna, “ne danslar, ne yeminler, ... tiyatrolara gitmeler, eski yıla veda busecleri kondurup yeni yılı daha önce hiç karşılamamış gibi karşılamalar!” (Thames Kıyısında) Yoksul doğan Dickens halk okullarında okudu, bir ayakkabı boyası fabrikasında çalıştı; öldüğünde tanınmış, göklere çıkarılan bir yazardı. Doğduğunda her şeye sahip olup da ölümünde imparatorluğa varıncaya kadar her şeyini yitiren Kraliçe Viktorya'dan daha fazla sevilen bir kişiydi. Londra'da kutlanan Noel, İngiliz Noelidir, dünyanın en yoğun kentlerinden birinde yoğunlaşmış bir Noel. Her yer de olduğu gibi, aile arası kutlamalar evde yapılır: Yani İngilizlerin küfe dedikleri yer. Ama çok sayıda halk eğlencesi de düzenlenir. Sizin de bildiğiniz gibi, önce süs, derdi Theodor Adorno, soyadı süs anlamına gelen düşünür. Dünyanın en ünlü ticari sokaklarından Oxford Street'le, yanı başındaki en kral sokak Regent Street pek bir süslüdur. Her iki sokak da yakın geçmişte uyuşuklukla suçlanmış olsa da, bu yıl —Kral Regent —Disney'in Alaaddin temalarıyla süslenecek. Kral Regent'ın kraliçesi diyor ki: “Geçmişte çalgılarımız, gezgin palyaçolarımız ve baca tepelerine konan pelüş ayıcıklarımız vardı. Bugün ise Alaaddin'imiz var. O da klasik bir Noel öyküsüdür,” (sözün burasında, araya Arap Bin Bir Gece Masalları girer). Ayrıca, “Eski Arabistan'ın canlandırıldığı sahnelerde rengârenk yüzlerce ışık olacak.” Regent Street'in köşesinde Hamleys'in bulunduğunu da unutmamak gerekir; inanın bana, dünyanın en büyük oyuncakçısıdır. Görüldüğü gibi Londra’da Noel, ihtiyar Viktorya'nın, ölümsüz Dickens'ın ve bir araya toplaşan bütün çocukların bayramıdır. Babaların tek yapacağı, bir İngiliz icadı olan zaman makinesine atlayıp çocukluklarına dönmektir. Yetişkinler için başka eğlenceler de vardır. Örneğin, Dickens'ın kapitalizmi kutladığı sıralarda Marx'ın kapitalizmin sona erdiğini düşlediği, daha kısa zaman önceye kadar ihtiyar zamparaların rağbet ettiği kırmızı noktalı porno ürünlerine boğulmuş Soho bu yerlerden biridir. Burası kelimenin tam anlamıyla temizlendi; şimdilerde gece gündüz Londra'nın en hoş semtlerinden biri oldu (Soho, so what?, yani ne?). Bir de Covent Garden bölgesi vardır, hani şu My Fair Lady'deki (Benim Güzel Meleğim)| Eliza'nın berbat bir cockney aksanıyla çiçek sattığı yer; Eliza sonraları güzel konuşmayı öğrenecek (İngiltere'de her şey ses ve aksanlarla başlar) ve güzel bir salon süsüne dönüşecektir. Meyve ve çiçek pazarı başka yere taşındı; Covent Garden şimdilerde bir opera meydanı. Civarında yüzlerce kafeterya, lokanta, butik ve her gün binlerce insanı kendine çeken kitapçılar var, yani artık sadece gece kuşlarının mekânı değil. Covent Garden yakınlarında, en sevdiğim manzaralardan biri vardır: Waterloo Köprüsü. Ama savaş yüzünden değil, aynı adı taşıyan filmle ünlenen köprü manzarası değildir beni cezbeden; nehrin öte yakasından, köprüler arasından görünen manzaradır. Köprünün ortasında ayakta durup nehrin sağ ve sol yakalarına baktığınızda, National Theatre'ın manzaralı bunker'ından, Elizabeth Hall'un sinemateğinden, konser salonlarından, London Tower'ın köprüsüne, bir yanda Savoy'a, öte yanda Big Ben'e, Parlamento'ya ve Rönesans görkemi içindeki Westminster Abbey'e kadar uzanan arkitektonik bir yarık görebilirsiniz. Bu, Londra'nın geçmiş ve bugünkü övünç kaynağıdır. Hemen orada, kentin eski mücevherlerinden yaşlı County Hall bulunur; Japonlar tarafından satın alındıktan sonra gelen protestolar karşısında İngilizlere iade edilmiş. Westminster yakınlarında, Downing Street 10 numarada hükümet konutu Whitehall vardır. Bu küçük sokaklar kimileyin teröristlerin uğrak yeridir, şimdilerde halka kapatıldı. Tabii elinizde bir bombayla yolu açıp girebilirsiniz. (Elbette bunun İngiliz Noebiyle hiçbir ilgisi yok.)
Bir de, Nelson sütununun altında durup National Gallery Müzesi'ni de arkanıza alıp ister yağmur altında ister kuru havada, Trafalgar Sguare'deki kutlamaları izlemelisiniz; hele de yılsonunda. Aslanlar ve fışkıran sularla (çeşmelerden ve gökten) dolu bu devasa meydan, St. Silvestre gecesinde insanla dolup taşar. Yani, yılın son gecesinde. Muazzam kalabalık şarkı söyler, çığlıklar atar (bu şarkı ve haykırış karışımı çoğu kez ulumaya dönüşür) ve silahsız polislerce kordona alınarak (her zamanki bobbie'ler) cümbüş yapar. Make marry: İngilizlerin, cin şişeden salıverilince kopan cümbüş anlamında kullandığı deyiştir bu. Şişedeki, ister elma şarabı, ister bira, ister şarap olsun; ama şarap şarttır bu şenliklerde. Bu şamata dev Noel ağacının hükmü altında olur ki o da Oslo kentinin armağanıdır; yoksa anıt mezarında yatmakta olan merhum Albert'ın değil, Noel’den bir önceki gece, (burada yalnızca Christmas Eve ya da Noel arifesi diye anılır) dışarıda in cin top oynar. Ertesi gün Noel'dir ve Dickens'ın da söylediği gibi, yitik çocukluklara ve anılara dönmek için çocukların babalarını uyandırdıkları tek günüdür yılın. Noel yemeği gündüz yenir; artık kaz çorbası içen kalmamıştır, herkes Amerikan usulü hindi yer. Hindiler masalarda koca gemiler gibi süzülür. Sonra gece çöker, kaslar uykuya dalar, eğlence dinlenmeye çekilir. Ozan Thomas Miller'ın da söylediği gibi, bereket versin ki “yılda yalnızca bir kez Noel olur.” Noel'den sonra, Londra'nın yorgunluk nedir bilmez taksilerinin bile etrafta görülmediği o Boxing Day denen boş günün ardından, eski yıl veda eder ya da yeni yıl gelir, kötümser veya iyimser bir bakışla (şarap şişesini yarı boş ya da yarı dolu görme meselesinde olduğu gibi). Ama Londra dinlenmez. Ya da fazlasıyla dinlenir. Katolik ülkelerde, Doğu'dan bebek İsa'ya secde etmeğe gelen müneccimlerin Beyt-ül Rahim'e gelişlerinin kutlandığı yortu, ocak ayının altısına denk gelir. İngiltere'de, Kral var. Henry bir eşten fazlasına göz diktiğinden, Katolikliğin pek sunturlu (aslında sulu) bir şekli benimsenmişti: Azizleri olmayan Anglikan Kilisesi. Bu nedenle kimse ne St. Silvestre, ne Silvestre gecesi ne de Spirit’'in hangi mezarlıkta istirahat ettiğine ilişkin bir şey bilir İngiltere'de. Müneccimlerin yerini Noel Baba aldı; o da Germen kökenli Sante Klaas'dan türeyen St. Claus'a dönüştü. Yani Aziz Nikolas oldu. Ama Nikolas da Nick oldu ve İhtiyar Nick de —nereden nereye— şeytanın ta kendisidir. Bu da elinde hediyelerle çıkıp gelen yabancılara kapıyı açmamak gerektiğini söyleyen İngilizleri haklı çıkarır. O yabancılardan biri ihtiyar Nick olabilir. Ama ziyaretçinin istediği hediye almak değil, vermekse, Londra'da her şeyin satın alınabileceği mağazalar var. Bunların en iyisi ve en ünlüsü, İngilizlerin çoğunun “bizim eski ve sevgili Harrods'ımız” dediği Harrods Mağazası'dır. Şimdiki sahipleri Mısırlı olsalar da (adamlar kimi sigara markalarını ele geçirdikleri gibi Harrods'u da aldılar). Bu sahipler Harrods'dan, ovalamak gerekmeyen bir Alaaddin'in sihirli lambası yarattılar (ovalamak yerine ceplerindekileri şıkırdatmayı tercih ediyorlar). Harrods Mağazası Knightsbridge'de; burası Piccadilly'den sonra dünyanın en tanınmış Londra semt lerinden biri.Bazıları Piccadily adının zararsız bir günahtan geldiğini sanır, küçücük bir günahtan.* Kinghtsbridge isebüyük bir günahtır. Sloane Street”den Sloane Sguare'e doğru yürürseniz, yeni bir günahla karşılaşırsınız: Kings Road. Swinging London'dan önce pek tanınmış bir sokak değildi, Swinging London sırasında ve sonrasında ise bağrı yanık gençler için bir tür çeşme oldu. Bir semt daha var: Chelsea. Amerikan Başkanı Clinton'ın tek kızına adını veren, böylece başkana Londra'da geçirdiği mutlu günleri anımsatan Chelsea. (Yerli olsun yabancı olsun, birçok kişi için Londra'da Noel'in en iyi tarafı, her yerde uygulanan ve Noel'den tam iki gün sonra başlayan indirimli satışlardır). Yazar da Chelsea'de güzel günler geçirdi. Ama herkes gibi, onun da mutluluğunu gölgeleyen şey metafizik oldu: Zaman Swinging London'da durmuştu. Geriye yalnızca, zaman durduğu anda devinimin nasıl olabileceğini hayal etmek kalıyordu. O da bu makaleye denk geldi. Ama şunu belirtmek gerek: Swing durmuş olsa bile, Londra şaşırtıcı şekilde sapasağlam ayakta. Koca bir koskoca kent. (1993) Guillermo Cabrera Infante 1929 yılında Küba'da (Gibara) doğdu. Kapanda Üç Kaplan adlı romanıyla tanınır. İlk yazıları Bohemia dergisinde yayımlandı. Daha sonra sinema eleştirileri yazdı. Batista rejimine karşı makaleler yayımladı. 1962'de Belçika'daki Küba büyükelçiliğine kültür ataşesi olarak atandı. 1965'te bu görevden ayrılarak Londra'ya yerleşti, İngiliz vatandaşı oldu. Çağdaş yaşamın çeşitli yönlerini alaycı ve taşlamacı bir üslupla eleştirdiği denemeleri büyük ilgi gördü. Bazı yapıtları: Asi en İa paz como en ja guerra (Savaşta Olduğu Gibi Barışta da, Öykü - 1960); Vista del amanecer en el tropico (Tropik Ülkelerde Gündoğumu Manzarası, Mizah öyküleri - 1974). Gercekedebiyat.com
(Şehirler Kitabı, İş Kültür Yayınları, İst, 2003. S. 43 - 48. Çev.: Zeynep Önal)GUİLLERMO CABRERA INFANTE KİMDİR?
YORUMLAR