Son Dakika



Daire biçimindeki lokantanın yine daire biçimindeki, geniş mi geniş bahçesine kurulu masalardan; lokantanın kapısına, kasasına ve kasasının ardında tüten mutfağına en uzak olan masaya oturdum. Siparişimi verirken, söz arası beni içeriye davet eden garsonun teklifini kabul etmediğimden olacak, garson suratı dökülerek tepsidekileri önüme koydu. Bir afiyet olsun bile demeden yanımdan ayrıldı. Kim bilir içinden neler söylüyordu?

Herkes içinden konuşuyor, diye düşündüm. Kalabalığa gelemiyorsam suç benim mi? Hem benim sahip olduğum tek şey yalnızlığım. Onu korumak zorundayım. Varsın akşam soğuğu elimi yüzümü ısırsın. Ayrıca bu ıssız köşede lahmacunumu dürüm yapıp daha iştahlı, daha gürültülü yiyebilirim. Çatallar, bıçaklar, uygarlığın yarattığı çoğu şey gibi insanın özgürlüğünü kısıtlıyor.

Bunları düşünürken, lahmacunumdan ikinci ısırığı almıştım, cep telefonum ötmeye başladı. Arayan üniversite yıllarından bir arkadaşımdı. Kafayı bulmuş olmalıydı, çünkü beni ayıkken aradığını anımsamam. Şimdi telefonu açarsam, yarım saatten önce sözü bitmeyecek, lahmacunlarda soğuyacaktı ama telefonun ısrarlı çalışına dayanamayarak açtım.

Nedense otururken telefonla konuşamam; bu belki de telefonu bir an önce kapatma isteğimdendir. Ayaklandım. Küçük adımlarla lokantanın kapısına doğru yol aldım. Geçici bir neşe içerisinde ilk gençlik günlerimden gelme arkadaşımla konuşurken gözlerim suratsız garsonu yakaladı, bırakmak istemedi. Garson, kasada, yedi köyün ağası gibi oturan genç müdürle gülüşüyordu. Gözlerimiz kısa sürede birbirine tutundu. Bakalım ilk kimin gözü diğerinin gözünü bırakacak diye düşündüm. Genelde kaybettiğim bu oyunu bu sefer kazandım. Gözlerini kaçırtan garsona sırtımı dönüp bakışlarımı ötede bensiz soğuyan yemeğime çevirdim.

Gördüğüm şey, sakallı yüzü gibi üstü başı da kir içinde olan zapzayıf bir adamdı. Masada ne var ne yoksa saldırıyordu. Ezme, salata, lahmacun... Bir ara masadaki peçeteleri bile ağzına tıkacağını sandım. Beni görüyor, yanına varmama üç-beş adım kalmasına rağmen masadakileri savaşırcasına yemeye devam ediyordu. Gözlerinde biriken tedirginlik açlığının yanında pek bir anlam taşımıyordu sanki. Karnını doyurduktan sonra ölebilirdi. Arkadaşıma "seni birazdan arayacağım" diyerek telefonu kapattım. Biraz sert gözükmeye çalışarak:

"Bir ayran daha içer misin? Ya da şalgam söyleyeyim sana?"

Lokması gırtlağında, ezile büzüle ayağa kalktı. Rengini çıkaramadığım ceketindeki tek düğmeyi ilikledi. Kaşları gözleri devrilmiş, tabaktaki son lokmaya bakıyordu. Elimle otur işareti yapıp karşısına oturdum.

"Neden yedin yemeğimi?"

"Yirmi bir saattir açım. Saatlerdir gözüm kararıyor."

Söylenecek söz kalmadığından "Afiyet olsun" dedim.

"Kusura bakma." dedi, kalkmaya davranırken. Gözü son lokmadaydı.

"Önemli değil. Al onu da ye sonra ardından ağlamasın."

"Helal et." deyip o lokmayı da yuttu.

"Helal olsun." dedim gülümseyerek, sonra kendimi tutamayıp: "Beş altı saat sonra yeniden acıkmaya başlayacaksın." dedim. "O zaman ne yapacaksın?"

Güldü. Gülünce sanki daha da yoksullaştı. Yanakları çukurlandı.

"Sen dert etme beni yiğidim." dedi. Bakışı başkalaştı. Başka bir insan oldu. "Yiyecek bulunur. Soğuklar geliyor. Ben bir tek soğuktan korkarım." dedi.

Erdinç Gültekin
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)