Kış Duyguları / Hüseyin Akyüz
Ablasının böyle diyeceğini çok iyi biliyordu Aysel. İçinden, senin de aklın fikrin koca bulmada, diye söylenip yürüdü.
Baştanbaşa bulutlu gökyüzündeki küçücük bir mavilikte, kış günlerinden beklenmeyecek bir parlaklıkla göründü güneş. Çiçekleri özlemiş bahçelere, çıplak ağaç dallarına, daracık sokaklara ve evlerin briket duvarlarına vurdu ışığı; pencerelerin buğulu camlarını geçip karanlıkta kalmış odaları aydınlattı. İki kız kardeş Aysel ile Selma, tek katlı evlerinin içine yapışıp kalan kömür kokusundan iyice bıkmışlardı artık, güneşin bu dürtüsünü fırsat bilip günlerden sonra ilk kez evden dışarıya çıktılar. Günlerce süren kar yağışının ardından ortalığı iyice hırpalayan sert rüzgâr kesildiği için oldukça sakin ve bol ışıklıydı dışarısı. Kış henüz sürdürüyordu ama kendini; sokaklar bir karış yüksekliğinde kar ile kaplıydı, yol kenarlarındaki su birikintileri donmuştu, evlerin çatılarından ve ağaç dallarından uzun buz çubukları sarkıyordu ve soğuk hemen insanın elini yüzünü üşütüyordu. Sokaklardaki karlarda ayak izleri bırakarak deniz kıyısına kadar yürüdüler. Sonsuz görünümlü denizin üstü beyaz köpüklerle yuvarlanan irili ufaklı dalgalarla kaplıydı. Denizin kıpırdanan koyu rengine karşın gökyüzünün gittikçe genişleyen maviliği duru ve saydamdı. Kumsal temiz değildi; çakıllı kumların üstü kırık midye kabukları, yosun demetleri, ölü denizanaları, naylon torbalar, plastik şişeler, teneke kutular, parçalanmış giysiler, tahta parçalarıyla kaplıydı; kısa dalgalar hışırdamalarla kıyıya atılıyor, sırtlarında taşıdıkları yeni pislikleri bunların üstlerine bırakıyorlardı. Kumsalda yürüdüler. Aysel, denizin dalgalı yüzü ardındaki gizemli yasamı düşündü. Aslında, televizyonda izlediği belgesel bir filmin görüntüleri kıpırdanıyordu usunda... Dalgıç giysileri içindeydi. Dipte balık sürüleri, yeşil bitkilerle örtülü kayalar, parlak kumlarda oynaşan yengeçler, deniz yıldızlan ve batık gemilerle süslü bir dünyadaydı... Evde düş kurmaya oturduğunda usunu hep bu görüntüler oyalardı; şimdi denizin kokusunu duydukça kendisini düşlerine daha yakın hissediyordu. Aysel, bir süre kendini tatlı düşüncelerle oyaladıktan sonra bakışlarını koyun ortasına kurulmuş çimento fabrikasına çevirdi. Fabrikanın cami minareleri gibi uzayan iki beton bacasına düşünerek bakıp, "Babam şimdi ne yapıyor acaba?" dedi ablasına. Selma, avucunun içinde sıktığı bir çakıl taşını denize fırlattı. Yassı taş suyun yüzünde sıçrayarak kayıp iri bir dalganın köpüğü içinde kayboldu. "Bilmem, çalışıyordur işte!" Aysel, çimento fabrikasının bacalarından çıkan gri dumanın demiryolunu geçip arkadaki mahallenin evleri üstüne doğru gidişini seyrediyor, arada başını çevirip, çimento tozuna bulanmış görünümüyle terk edilmiş kocaman bir binayı andıran fabrikaya kızgınlık dolu bakışlar yöneltiyordu. "Çok acıyorum ona be abla!" dedi sonra bakışlarını fabrika binasında sabitleyerek. "O toz yiyip bitiriyor onu. Fabrikadaki halini hiç görmedin sen; yalnızca sakalı bıyığı değil gözlerinin rengi bile kayboluyor sarı tozun içinde; sırtındaki iş elbisesinin mavi renginiyse hiç seçemezsin, hele tozun kurutup çatlattığı o solgun dudaklar... Çok acıyorum ona!" "Eee kızım, baba olmuş ya, çalışacak!" dedi Selma. Denize durmadan çakıl taşları atıyor, onların suyun üstünde sıçrayarak dalgaların içlerine doğru gidişlerini seyrediyordu. Aysel, bakışlarını ona doğru çevirip yüzüne baktı. Ablası gerçekten böyle mi düşünüyordu acaba, yani babasını yalnızca evine para getirmekle yükümlü bir adam olarak mı görüyordu? Böyle bir görüşü kendi yüreğine hiç sığdıramazdı doğrusu. Çok acımasızcaydı. "Acıyorum ona!" dedi Aysel yeniden. "Annemin ölümünden sonra iyice çöktü adam..." Selma, üşüyen ellerini koltuk altlarına sokarak ısıtmaya çalışıyor, bir yandan da sesini çıkarmadan kardeşini dinliyordu. Ablasının sessizliğine sıkılmaya başlayan Aysel, "O, bu yaşlı ve yorgun bedeniyle çimento fabrikasında çalışıyor, bizse yan gelip yatıyoruz... Ah bir iş bulabilseydim!" dedi kelimelerin üstüne basarak. Selma, başını çevirip kardeşinin yüzüne bakmak zorunda kaldı. Onun giderek kırgınlaşan sesinin ayrıntısındaydı, ama yine de her zamanki tersliğiyle yanıt vermekten geri kalmadı. "İş iş diye sayıklayacağına, kendine bir koca bulsan daha iyi bence!" Ablasının böyle diyeceğini çok iyi biliyordu Aysel. İçinden, senin de aklın fikrin koca bulmada, diye söylenip yürüdü. Selma, elindeki çakıl taşını iri bir ekmek parçasının çevresine kümelenmiş martıların üstüne doğru fırlattı. Korkuyla uçuşan martılara bakarak, "Bence, evlilik bizim gibi kızlara bir kurtuluş yolu. Evine bakabilen bir kocan varsa iş bulup çalışmak gibi sıkıntılı sorunların olmaz..." dedi, kardeşinin içinden söylenmesini duymuşçasına. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı Aysel. Güneş orada pırıl pırıldı ama ısıtamıyordu. Kışın yağan karından, savrulan rüzgârından o da etkileniyordu belki. İlkyaz bir gelse her şey değişecekti. Kendisi de değişip, doğayı saran o ilkyaz canlılığını yüreğinde duyabilseydi bir. Liseyi bitirmiş bir genç kızdı ama diploması onu babasının eline bakmaktan kurtaramıyordu. Kendini böyle ot gibi yaşıyor hissetmekten bıkmıştı artık, değişmeliydi. Gidip kapı kapı dolaşmaktan da öte, atılıp koparmalıydı çalışabileceği bir işi. Bir evin dört duvar arasında ablasıyla ağız dalaşı yaparak ve yazgısına sövgüler yağdırarak bir yerlere varamayacağını anlamıştı artık. Ablasına yanıt vermedi Aysel. Bu suskunlukla ağır ağır yürümelerini sürdürdüler. Kıyı ıssızdı. Bir yaz boyu kumlarda güneşlenen, tuzlu sularda serinleyen, küçük çadırlarda sevişip uyuyan ve gürültülü kenti unutmaya çalışan insanlar yoktu şimdi. Kapıları pencereleri sıkıca kapatılıp terk edilmiş yazlık evlerin balkon demirlerine tünemiş martıların arada bir yükselen çığlıkları da bozamıyordu bu ıssızlığı. "Aysel bak, yunus balıkları!" diye bağırdı birden Selma. Aysel, düşüncelerinden sıyrılıp ablasının gösterdiği yere baktı. Kum iskelesinin ucunda iki iri yunus balığı vardı; güneşin yüzünü göstermesi onları da etkilemiş olmalı ki oynaşıyorlar, suyun üstünde yüzerlerken dibe dalıyorlar sonra hiç beklenmedik bir yerden kendilerini yukarıya atıp havalanıyorlardı. Uyum içinde yineleyip durdukları bir oyun gibiydi balıkların bu devinimi. "Ne güzel takla atıyorlar," dedi Aysel. Beğeniyle seyrediyordu balıkları. Denizdeki bu sevimli görüntü, usunu yormaya başlayan düşüncelerden uzaklaştırıvermişti onu. Elinde olmadan gülümsedi. Yunuslar da bir gösteri düzenlemişlercesine oyunlarını uzatıyorlar, kimi iki yanlarına köpükler atarak hızla kıyıya yaklaşıp geriye dönüyorlar, kimi de suyun altında uzun süre gözden kaybolup kendilerini arattırıyorlardı. Yunusları seyretmeye daldıkları bir sırada Selma, ellerini ağzının iki yanına koyarak yunuslara doğru olanca gücüyle bağırdı: "Koca istiyoruuuum!" Yüzünü kızartan bir şaşkınlıkla ablasına baktı Aysel. Onun bu davranışına bir anlam verememişti "Delirdin mi kız, bir duyan olacak!" Selma, yüzünün bütününü kaplayan bir gülümsemeyle omuz silkti. "Niye bağırdın öyle?" "Dilekte bulundum" dedi Selma. "Ne dileği?" "Çocukken oynadığımızı unuttun mu? Yunuslar suyun üstünde takla atarlarken bir süre havada kalıyorlar ya, işte tam o zaman dilediğin şey bir gün mutlaka gerçekleşirmiş." "Aman abla, bırak şu boş düşünceleri artık!" diye çıkıştı ablasına Aysel. Selma umursamadı. Gözlerini denizin üstündeki durağan bir noktaya dikmiş düşünüyor, orada sanki yunuslardan dilediği bir kocanın düşünü görüyordu. Neden sonra dirseğiyle dürttü kardeşini. "Hadi sen de bir dilekte bulun." Beni de mi delirtmek istiyorsun yoksa abla?" dedi Aysel gülümseyerek. "Kahve falı baktırırken delirmiyorsun da şimdi mi yani?” Aysel, dalgalarla oynaşmayı sürdüren balıklara gülümsemesini azaltmadan baktı bir süre, sonra çimento fabrikasının bacalarına çevirdi bakışlarını. Bacadan çıkan dumanın mahallenin üzerine doğru gidişini seyrederken birden başını yeniden denize çevirip yunus balıklarına doğru olanca gücüyle bağırdı: "İş istiyoruuuum! İş istiyoruuuum!" Gülüşerek yürüdüler. Aysel, bir iş bulup çalışmasının yaşamını nasıl etkileyeceğini düşünüyordu. Selma, başını hafifçe yere eğmiş, dalgalarda kaydırmak için yassı, parlak bir çakıl taşı arıyordu. Soğuktan buz kesen parmak uçlarını bir koltuk altlarına kıstırarak, bir sıcak nefesine tutarak ısıtmaya çalışıyor, düşünceler içinde yuvarlanan kardeşinin kendisini sıkça eleştirmesini çocukça buluyordu. "Orada birileri var," dedi Aysel. İlerdeki askeri kampın önlerinde kıpırdanan birkaç insanın karaltısını seçmeye çalışıyordu. "Bir şey bulmuşlar sanırım," dedi Selma, kardeşinin baktığı yere gözlerini dikerek. “Büyük bir balık leşidir belki..." Aysel, oradakilerin ne yaptıklarını anlayabilmek için bir süre daha baktıktan sonra, usuna gelen çocukça bir düşünceyle dirsek vurdu ablasının koluna. "Oraya kadar bir yarışa yar mısın?" "Hadi." Gülüşerek koştular. İkisinin de omuzlarına dökülen saçları ve elbiselerinin kıvrımlı etekleri rüzgârda savruluyor, pis kumların üstünü dolduran midye kabukları ayaklarının altında çıtırtılarla kırılıyordu. Önce Aysel gelip, iki adamla küçük bir kızın yanlarında soluk soluğa durdu. Yüreğinin çırpınmaları daha dinmeden, üstündeki ıslak giysilerle yerde yatan adamı gördü. Şaşırdı, korktu. Az önce koşarken içini dolduran sevinç duygusu kaybolup gitti. Selma da hızlı solumalarla gelip kardeşinin ardından yerdekine baktı. Dalgaların kıyıya attığı tahta parçaları, plastik şişeleri, teneke kutuları toplayan yaşlı adamla eski giysiler içindeki kızı ve arkadaki yazlık evlerin bekçisi bakışlarını Aysel'le Selma'ya çevirmişlerdi. Yaşlı adam, bir elinde iki tahta parçası, diğer elinde yırtık bir çuval tutuyor, dudaklarının arasına kıstırdığı sigarası durmadan uzayan ince bir dumanla kendi kendine yanıp, külleniyordu. Küçük kız ise elindeki ekmek parçasından ağzına attığı lokmayı dişlerinin arasında çiğneyip duruyor, bir türlü yutamıyordu. Yerdeki adamın çirkin görüntüsü boğazını tıkamıştı sanki. "N'olmuş amca?" diye sordu Selma, ellerini kabanının ceplerine sıkıca sokmuş bekçiye. "Şunlar bulmuşlar," dedi bekçi, yaşlı adamla kızı göstererek. "Dalgalar sürüyüp kıyıya atmış. Çimento fabrikası işçilerinden olmalı. Bir bakın, tanırsınız belki zavallıyı?" . Selma, bekçinin sözlerinin ardından yerdekine daha yakından baktı. Otuz yaşlarında ancak vardı. Çimento fabrikasının deniz suyuyla karışıp çamurlaşmış sarı tozu birbirine karışmış saçlarında, petrol artıkları ve kumlar yapışmış suratında, iş elbisesinin kıvrımlarında topak topak olmuştu. Ölüm onu fabrikadan pek uzakta yakalamamış olmalıydı. Selma, arkasında duran kardeşine bir şeyler söylemeye davranıyordu ki, onun inilti gibi çıkan sesini duydu: “Aman Allah’ım, olamaz!” Dönüp bakınca, kardeşinin iri iri açılmış gözlerini gördü. Bedeni kesik titremelere kapılmış, o hep pembemsi yanaklarının rengi uçmuştu. Elini onun saçlarına götürüp okşayacak oldu ama o kaçırdı başını. Sonra, bakışlarını yerdeki adamın köpüklü ağzından ayırtıp, geldikleri yöne doğru hızla koşmaya başladı. Kardeşine ne olduğunu anlayamayan Selma da şaşkınlığını atlatır atlatmaz peşine düştü. “Aysel! Aysel!” Yetişemiyordu ona. Aysel, büyük bir ürkmüşlükle bacakları yorgunluktan kasılana kadar koştu. Sonra dizlerinin üstüne yere çöküverdi. Selma, gelip kollarına aldığında ağlıyordu. Tere batmış bedeni ateş gibiydi. “N’oldu, korktun mu?” diye sordu Selma. Aysel, ağlamasına ara verip konuşamadı. Elinin tersiyle çabuk çabuk yanaklarındaki yaşlan silmeye çalışıyor, bir yandan da geriye bakıp, cesedin olduğu yeri görmeye çalışıyordu. Necmi Usta, işten geldiğinde Selma yemek masasını hazırlıyordu. Dışarıda hava çoktan kararmış, günbatımı çıkan rüzgârla birlikte kar yeniden savrulmaya başlamıştı. “Hoş geldin baba,” dedi Selma. Babasının paltosunu, şapkasını alıp kapı arkasına astı. Necmi Usta, duyulması güç bir hoş buldukla içeriye girip, kendisini hemen köşedeki koltuğun içine attı. Düşünceli ve üzüntülüydü. Yalnızca iş yorgunluğu değildi bu akşam fabrikadan eve getirdiği. “Canın bir şeye mi sıkıldı?” diye sordu Selma. “Arkadaşın bir öldü!” dedi Necmi Usta, kendisini konuşmaya zorlayarak. “Sevdiğim bir arkadaştı. Fabrikada denize açılan bir kanal vardır, pis su birikintilerini akıtır denize. Oraya düşmüş zavallı, kimse de görmemiş. Cesedini bugün deniz kıyısında bulmuşlar.” Selma, deniz kıyısına indiklerinde yaşadıkları olayları anımsayıp coşkulandı. Bu duyguyla babasının yanına oturdu. Necmi Usta, sigara paketini çıkartıp sigara yaktı. "Aylardır söylüyoruz şu kanala bir korkuluk yaptırın diye..." dedi sesini yükseltip, içindeki öfkeyi kabartarak. "Umursamadılar... Bir sürü okumuş adam... Sanırsın bir korkuluk yaptırmayı akıl edemezler. Sanırsın koca fabrikanın iki çubuk demir alacak parası yok! Korkuluk yapılmazsa kanal çevresinde çalışmayız dedik de, biraz ilgilenir olmuşlardı. Yok müdürden onay bekliyor, yok projeleri çiziliyor, yok bütçeye para konuyor, yok bilmem ne diye oyalanıp duruyorduk işte... Olan zavallıya oldu. Yazık!" Necmi Usta, daha söylenecekti belki ama tam o sırada Aysel girdi odaya. Selma, hemen parmağını dudaklarına götürüp babasına sus işareti yaptı. Necmi Usta, kızının solgun yüzüne bakıp, "Hasta mısın kızım?" diye sordu. Aysel, yanıt vermek yerine babasının kollarına atılıp, onun sakalı uzamış yanaklarını sıcak öpücüklere boğdu. Neye uğradığını anlayamadı adamcağız. Artık büyüdü diye, yıllardır kollarına alıp sevmediği kızının sarı saçlarını nasırlı parmak uçlarıyla çekinerek okşarken, ne oluyor der gibilerden Selma'nın yüzüne baktı. "Bugün deniz kıyısına inmiştik hava almak için," dedi Selma. "Senin arkadaşındı sanırım, kumların üstünde cansız yatıyordu. Aysel, bir an sen sanmış onu, bütün gün ağladı durdu..." Necmi Usta, Aysel'in dağınık saçlarına baktı. Yüzünü göremiyordu ama sıcak soluğunu, göğsünün sessizce inip kalkmalarını duyuyordu. Duygulandı birden. Fabrikadan eve getirdiği sıkıntısı bir ağlamaya dönüşecek gibiydi. Bu korkuyla silkinip kurtuldu kızının sarılmasından. Derin bir iç geçirmeyle koltuktan kalkıp, yemek masasına oturdu. "Hadi gelin buraya, iyice soğuyacak yoksa çorba!" Hüseyin Akyüz Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR