Konferansımız şaşırtıcı biçimde yeni olan bir konu hakkında.* ’Kollektif kimlik', 'kimlik grupları', 'kimlik siyaseti' ya da aynı bağlamda yer alan 'etniklik' gibi kavramları kullanmaya öylesine alıştık ki bunların, ne denli yakın zamanlarda siyasal söylemin jargonunun ya da sözcük dağarcığının bir parçası olduklarını güçlükle anımsayacak haldeyiz. Örneğin 1968'de yayınlanan, -demek ki 1960'ların ortalarında kaleme alınmış bulunan Uluslararası Toplum Bilimleri Ansiklopedisi'ne baktığımızda, ağırlıklı olarak, kendilerinin kim olduklarını keşfetmeye çalışan gençlerin 'kimlik bunalımı' gibi konularla ilgilenen Erik Erikson'un yazdığı, psiko-sosyal kimliğe ilişkin olan madde ile seçmenin özdeşleşimine ait  genel bir örnek dışında kimlik gibi bir kayıt bulamazsınız. Yine etniklik ise 1970'lerin başlarına ait olan Oxford İngilizce Sözlük'de hâlâ, sadece, 'putperestliği ya da pagan dogmaları' karşılayan tipik bir sözcük olarak görünmekte ve 18. yüzyıldan aktarmalarla belgelenmektedir.

Kısacası ilgilendiğimiz bu kavramlar aslında, ancak 1960'larda kullanıma girmiş bulunuyorlar. Kısmen, kendisinin sosyal ve psikolojik ateşi, tansiyonu ve diğer belirtilerini dinlemeye pek düşkün bir toplum olagelmesi nedeniyle; esas olarak da Avrupa'nın her yanından gelen göçler ülkesi halini alan Amerikan siyasetinde, kimlik siyasetinin -yegane olmasa da- en belirgin biçiminin, yani etnikliğin, merkezi oluşu nedeniyle, bunların ortaya çıkışı en rahat ABD'de izlenebiliyor. Etnikliğin, yeni haliyle kamusal tartışma alanına ilk çıkışı, Glazer ve Moynihan'ın 1963'deki Erime Potasının Ötesi ile olmuş ve Michael Novak'ın 1972'deki Eritilemez Etniklerin Yükselişi ile militan bir program halini almıştır. İlki, söylemek gereksiz ama, bir Yahudi profesör ile şimdi New York'un eski senatörlerinden biri olan bir İrlandalının çalışmasıdır; ikincisi ise Slovak kökenli bir Katolikten gelmiştir. Şimdi neden bütün bunların 1960'Iarda olduğunu geçebiliriz ama en azından hatırlatmama izin verin ki bu on yıl, -Amerikan tarzıyla- kimlik siyasetinin diğer iki değişkesinin de doğuşuna tanık olmuştur: Çağdaş (yani post-sufrajist) kadın hareketi ve gay hareketi.

1960'lardan önce kimselerin kamusal kimlikleri hakkında sorular sormadığını söylüyor değilim. Kimi belirsizlik durumlarında bunu yaptıkları vakidir. Son bir buçuk asırda sınırları yedi kez yeniden çizilmiş  resmi dilleri ve uyruklukları da yüzyıl içinde beş kez değişmiş olan ve kırsal yaşamları sanayileşmiş, yan-kentsel bir yaşama dönüşen Fransa sanayi kuşağı Loraine'dekiler gibi örneğin. Bu insanların 'Berlinliler, Berlinli olduklarını Parisliler, Parisli olduklarını bilirler; peki ama biz kimiz?’ diye sormalarına, ya da bir başka söyleşide, 'Loraincliyim, kültürüm Alman, uyrukluğum Fransız ve kendi yerel lehçemizde düşünüyorum' demelerine şaşmamalı.(1)

Gerçekten insanların, birçoğumuza doğal gelen çoklu ve birleşik kimliklere sahip oluşu engellendiğinde, sonuç esaslı kimlik sorunlarından başka bir yere varmaz. Yine insanlar 'geçmiş ve tüm ortak kültürel pratiklerinden' ayrıldıklarında zaman durum misliyle böyledir.(2) Bununla birlikte kimlik belirsizliği sorunları 1960'lara dek siyasetin kenar yörelerine hapsolmuşlardı. Henüz merkezi değildiler.

1960'lardan itibaren çok daha merkezi bir hal almış görünüyorlar. Niçin? Kuşku yok ki bunun, -mesela ABD' de anayasaca hükmedilmiş özgül prosedürlerde olduğu gibi şu ya da bu ülkenin siyaset ve kurumlarına ilişkin belirli nedenleri vardır. Örneğin 1950'lerin, önce siyahlara uygulanan sonra kadınları da kapsayan yurttaş haklarına dair yargı kararları, diğer kimlik grupları için bir model oluşturmuştur. Özellikle partilerin oy için yarıştığı ülkelerde, kişinin kendini böylesi bir grup kimliğiyle şekillendirmesi sonucunda, söz gelimi böyle bir grubun üyelerine tanınmış pozitif ayrımcılık, iş/mesleklerde kotalar ve benzeri somut siyasal yararlara ulaşabileceği sonucu çıkabilmektedir. ABD‘ndeki durumu bu olmakla birlikte durumun böyle olduğu tek yer ABD değildir. Örneğin hükümetin toplumsal eşitliği sağlama taahhüdünün bulunduğu Hindistan'da, daha düşük bir kasta dahil olmanız ya da bir yerli kabile grubuna mensup oluşunuz, gerçekten bu tür gruplara, işlere girmede sağlanan ilave kolaylıkları yaşamanıza yarayabilir.

Fakat bana kalırsa, kimlik siyaseti, bu yüzyılın üçüncü çeyreğinde insan toplumunun geçirdiği, Yirminci Yüzyılın Kısa Tarihi adlı çalışmamın ikinci kısmı olan Aşırılıklar Çağı'nda anlamaya ve betimlemeye çalıştığım olağanüstü hızlı ve köklü altüst oluş ve dönüşümlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Bu sadece benim fikrim değildir. Örneğin Amerikalı toplumbilimci Daniel Bell, 1975'de "Geleneksel otorite yapılan ile önceki duygusal olarak etkili toplumsal birimlerin -tarihsel olarak ulus ve sınıf-.... parçalanması etnik bağlılıkları daha belirgin hale getirdi" demektedir.(3)

Esasen biliyoruz ki hem ulus devlet, hem de eski sınıf temelli siyasi parti ve hareketler bu dönüşümler sonucunda zayıfladılar. Dahası, 'gelişmiş dünyanın pek çok sakinini mahzun ve yetim bırakan' devasa bir 'kültürel devrim'den geçerek 'geleneksel toplumsal norm, doku ve değerlerin olağanüstü bir çözülüşü'nü yaşadık -yaşamaktayız.

Kendimden alıntılayarak devam edersem, "Cemaat' kelimesi daha önce hiç, gerçek yaşamda sosyolojik anlamıyla cemaati bulmanın güçleştiği on yıllarda kullanıldığından daha rastgele ve anlamsız bir biçimde kullanılmadı."(4)

Kadınıyla, erkeğiyle insanlar, başkaca her şeyin hareket edip, değiştiği, içindeki her şeyin belirsiz olduğu bir dünyada kesin ve daimi olarak ait olacakları gruplar arıyorlar. Ve aradıklarını bir grup kimliğinde buluyorlar. Parlak zekalı (aklıma gelmişken söyleyeyim Karayipli) Harvard toplumbilimcisi Orlando Patterson ilginç bir paradoksu saptamıştır: İnsanlar bir kimlik grubuna mensup olmayı seçerler; ama 'bu seçim, bireyin kesinlikle o özgül gruba mensup olmaktan başka bir seçeneği olmadığı yönündeki, kuvvetli ve üzerinde yoğun olarak düşünülen bir inançla temellenmiştir.' (5)

Yani bu, kimi zaman açıklanabilir bir seçimdir. 1960 ila 1990 arasında sıradan nüfusbilim bilgileriyle açıklanamayacak bir biçimde, kendilerinin 'Amerika Kızılderilisi', ya da 'yerli (native) Amerikalı' olduğunu bildiren Amerikalıların sayısı yarım milyondan yaklaşık iki milyona katlanmıştır; hem bu arada, yerli Amerikalıların yüzde 70'i kendi ırklarının dışındakilerle evlendiğinden etnik olarak kimin yerli Amerikalı olduğu da hiç belli değildir.(6)

Michael Novak

Michael Novak

O halde bu kolektif 'kimlik'ten, bu birincil bir gruba aidiyet duygusundan ne anlayacağız, bunun temeli nedir? Dikkatinizi üç noktaya çekeceğim.

Birincisi, kolektif kimlikler negatif olarak tanımlanırlar; yani diğerlerine karşı olarak. 'Biz' kendimizi, 'Onlar'dan farklı olduğumuz için 'biz' olarak tanımlamaktayız. Şayet 'bizim' kendisinden farklı olduğumuz 'Onlar' olmasaydı, kendimize 'Biz'in kim olduğunu sormak durumunda olmazdık. Yabancılar olmaksızın, yerliler olmaz. Diğer bir deyişle kolektif kimlikler, üyelerinin ortaklaşa sahip oldukları üzerinde temellenmez -'Ötekiler'den olmamak dışında pek az ortaklıkları olabilir.

Başka türlü birbirlerinden ayırt edilemeyecek olan -aynı dili konuşan, aynı yaşam biçimine görünüme sahip, benzer davranan- Belfast'taki Birlikçiler ile Milliyetçiler ya da Sırp, Hırvat ve Müslüman Boşnaklar, birbirlerini ayrı eden bir şey (hasbelkader din oldu bu) üzerinde ısrar etmektedirler.

Buna karşılık komşuları Lübnan'da olduğu gibi çeşitli koşullarda birbirleriyle pekala savaşabilen envai çeşit Müslüman, Roma ve Yunan Katolikleri, Yunan Ortodoksları ve diğerlerinden oluşan karışık bir topluluğu Filistinliler adında bir birlik kazandıran nedir? İsrail siyasasının da onlara sürekli olarak anımsattığı üzere sadece, İsrailli olmayışlarıdır.

Elbette, biyolojik cinsiyet ya da deri rengi ve benzeri siyaseten nazik fiziksel özellikler dahil olmak üzere, üyelerinin ortaklaşa sahip oldukları nesnel özelliklere dayanan kolektif kimlikler de vardır. Bununla birlikte çoğu kolektif kimlikler deriden çok gömleğe benzerler, yani hiç değilse teoride seçimliktirler ve kaçınılmaz değildirler. Bedenlerimizi çekip çevirmeye yönelik halihazırdaki modaya rağmen hala başka bir gömlek giymek, başka bir kol takmaktan‘ daha kolaydır. Kimlik gruplarının çoğunluğu, toplumsal olarak yapılanmış olmaktan çok, doğal olduklarını iddia etme eğiliminde olsalar da, fiziksel benzerlik ya da farklılıklara dayanmazlar.

İkincisi, birinciden çıkarılabileceği gibi, gerçek yaşamda kimlikler, biricik ve bedene yapışık olmaktan çok, elbiseler gibi birleşimler halinde giyilebilir veya birbiriyle değiştirilebilirler. Zira, her kamuoyu yoklayıcısının pekala bildiği gibi, kimse tek bir kimliğe sahip değildir. İnsanlar, bürokratik amaçlar için olsa bile, birçok niteliğin birleşimi olmaksızın tanımlanamazlar.

Oysa kimlik siyaseti sahip olduğumuz birçok kimlikten birinin siyasetimizi belirlediğini ya da ona egemen olduğunu kabul eder: Feministseniz bir kadın olmanın, Antrim Birlikçisi iseniz Protestan oluşun, Katalan milliyetçisi iseniz bir Katalan oluşun, gay hareketinin içindeyseniz eşcinsel olmanın. Ve elbette 'gerçek siz' ile uyuşmaz olduğundan diğerlerinden sıyrılmak zorundasınızdır. Bu nedenle her yola gelir bir ideolog ve genel ifşacı David Selbourne ısrarla İngiltere'deki Yahudileri İngilizmiş gibi davranmaya son vermeye ve Yahudi olarak kendi 'gerçek' kimliklerini tanımaya çağırmaktadır.

Bu hem tehlikeli, hem de saçmadır. Dışardan bir güç ikisi birden olamayacağınızı buyurmadıkça ya da fiziksel bir imkansızlık söz konusu değilse, ortada pratik bir sorun yoktur. Aynı anda ve evrensel tarzda inanmış bir Katolik, inanmış bir Yahudi ve inanmış bir Budist olmayı istiyorsam neden olmasın? Beni fiziksel olarak durduracak olan tek neden yetkili dinsel otoritelerin bunları birleştiremeyeceğimi söylemesi yahut bunların bütün ritüellerini, kimilerinin bir diğerini engellemesi nedeniyle yerine getirmenin olanaksızlığıdır.

Genel olarak insanların kimliklerini bir araya getirmekte sorunları olmaz ve bu, tabii ki kesimsel kimlik siyasetinden farklı olarak, genel siyasetin temelidir. Genellikle insanlar, ya kimse onlardan talep etmediği ya da çok güç olduğu için kimlikleri arasında yeğleme yapmak gibi bir zahmete girmezler bile. ABD sakinlerinden kendi etnik kökenlerini belirtmeleri istendiğinde % 54'ü böyle bir soruyu ya reddetmiş ya da yanıt verememişlerdir. Kısacası dışlayıcı kimlik siyaseti insanlara doğal gelmemektedir. Bu daha çok, -Bosna'nın bir arada yaşayan, toplumsallaşan ve birbirleriyle evlenen Sırp, Hırvat ve Müslüman sakinlerinin ayrılmaya zorlandıkları * türden, ya da daha az zalimce yollarla dışarıdan dayatılıyor gibidir.  

Söylenecek üçüncü husus, kimliklerin ya da tezahürlerinin, Michael Portillo'nun, İspanyol olmaktansa İngiliz olmayı yeğlemesinde olduğu gibi, kendi muhtemel benlerinizden birini yeğlediğinizi varsaysak bile, değişmez olmadıklarıdır. Yer değiştirirler ve değişebilirler; eğer gerekiyorsa defalarca. Örneğin etnik olmayan, hasbelkader üyeleri siyah ya da Yahudi olan, grupların hemen hepsi ya da çoğu, kolayca bilinçli biçimde etnik gruplara dönüşebilirler. Martin Luther King zamanındaki Güney Hıristiyan Babtist Kilisesi için olan budur. Resmi IRA'nın kendisini bir Fenci** milliyetçiden, şimdi İşçi Partisi ve İrlanda Cumhuriyeti hükümetinin koalisyon ortağı olan bir sınıf örgütüne dönüştürmesi örneğinde olduğu gibi, bunun tersi de mümkündür.

Kimlik hakkında söylenecek dördüncü ve son şey ise değişebilen bir bağlama bağımlı oluşudur. 1920'lerin Oxbridge'indek 'gay'cemaatinin ödentili, kartlı üyelerinin nasıl, 1929'daki çöküş ile Hitler'in yükselişinden sonra, sevdikleri bir tabirle Homintem'den Comintem'e doğru saf değiştirdiklerini düşünebiliriz. Tabir caizse Burgess ve Blunt (Kabasaba ve Patavazsız), homoseksüelliklerini kamusal alandan, özel alana aktardılar. Ya da Hitler sonrasında birdenbire, Nazi ölçütlerine göre aslen Yahudi olduğu için (o ana dek farkında olmadığı bir olgu yüzünden) göç etmek zorunda olduğunu, kavrayan Protestan Alman klasik bilgesinin, Pederin, Londra'daki bir Klasik (dil ve edebiyat) profesörünün durumunu düşünelim. Kendisini daha önceden nasıl  tanımlıyor olursa olsun, artık yeni bir kimlik bulmak zorunda kalmıştır.

SOLUN EVRENSELCİLİĞİ

Bütün bunlar Sol için ne anlama gelir? Kimlik grupları sol için kesinlikle merkezi değildiler. Esasen, Solun Amerikan ve Fransız devrimleriyle, sosyalizmden mülhem toplumsal ve siyasal kitle hareketleri gerçekte koalisyonlar ya da grup ittifakları idi; fakat gruplara özgü amaçlarla değil ama her grubun kendi belirli amaçlarını gerçekleştirebileceklerine inandıkları demokrasi, cumhuriyet, sosyalizm, komünizm ya da bu kabil daha büyük, evrensel davalarla bir araya gelmişlerdi. Bizim İşçi Partimiz şanlı günlerinde hem bir sınıf partisiydi ve hem de başka şeylerin yanısıra, azınlık milliyetler ile Britanya anakarası göçmen topluluklarının partisi idi. Bir eşitlik ve toplumsal adalet partisi olduğu için bu böyle idi.

 Kendisinin, esasta sınıf temelli olma iddiasını yanlış anlamayalım. Emekçi ve sosyalist siyasi hareketler özünde hiçbir zaman ve hiçbir yerde dar Marksist anlamıyla proletarya ile sınırlı olmadılar. Aksi halde, bunlar böylesi geniş hareketler olamazdı; zira 1880'ler ile 1890'larda, belki Britanya istisna tutulabilir ama, işçi ve sosyalist kitle partilerinin, baharda tarlalardaki çan çiçekleri gibi bitiverdikleri çoğu ülkede endüstri işçi sınıfı oldukça küçük bir azınlık teşkil etmekteydi ve her halde bunların birçoğu da sosyalist işçi örgütlenmesinin dışında kalmışlardı. Unutmayın ki I. Dünya Savaşı'na kadar, Almanya'da da olduğu gibi, Danimarka, İsveç, Finlandiya gibi pek sanayileşememiş ülkelerde, sosyal demokratlar % 30 ila 47 arasında bir oranda seçmenin oyunu almışlardır. (İşçi Partisinin bu ülkede ulaştığı en yüksek oran 1951'de yüzde 48 olmuştur.) Üstelik, hareketlerinde işçilerin temel teşkil ettiğini vurgulayan sosyalist dava da, kesimsel bir dava değildi. Sendikalar ücretlilerin kesimsel çıkarlarını takip ediyorlardı; ancak sosyalist ve işçi partilerinin ortaklık ettikleri sendikalarla ilişkilerinin hiç sorunsuz kalmayışının nedenlerinden biri açıktır ki hareketin hedeflerinin sendikalarınkinden daha kapsamlı olmasıydı. Sosyalist argüman çoğu “insanın kafa ve kol işçisi' olmasından ibaret olmayıp, ayrıca işçilerin toplumsal değişimin zorunlu tarihsel özneleri olmasıydı. Yani, kim olursanız olun, eğer geleceğe talipseniz, işçi hareketiyle birlikte yürümek durumundaydınız.

l970'lerde İngiltere'de olduğu gibi, bunun tam tersi bir biçimde işçi hareketi, sanayi işçilerinin kesimsel bir hareketi ya da bir baskı grubundan başka bir şey olmayacak kadar darlığa düştüğünde, hem halkın genel hareketlenişinin potansiyel bir odağı olmuş hem de geleceğin esaslı bir ümidi olma yeteneğini yitirmiştir. Saldırgan 'ekonomist' sendikacılık kendisine doğrudan dahil olmayan insanları öylesine düşman etmiştir ki böylece Thatchercı Muhafazakarlığa -geleneksel tek- ulus Tory Partisi'nden hararetli sınıf mücadelesine taraf alan bir güce dönüşmesinin meşrulaştıran en güçlü argümanını kazandırmıştır. Üstelik bu proleter kimlik siyaseti yalnızca işçi sınıfını yanıltmakla kalmamış, işçi gruplarını birbirleri karşısına koyarak onu parçalamıştır da.

Öyleyse Sol için kimlik siyaseti ne demektir? Tekrar söylenmesi gerekmeyen bir şeyi açık bir biçimde söylememe izin verin: Solun siyasal tasarımı bütün insanlar içindir, evrenseldir. Kelimeleri nasıl yorumlarsak yorumlayalım söz konusu olan hissedarların ya da siyahların değil, herkesin özgürlüğüdür. Garrick Klubü üyelerinin ya da düşkünlerin değil herkesin eşitliğidir. Yaşlı Etonyalıların ya da homoseksüellerin değil herkesin kardeşliğidir.

Oysa kimlik siyaseti özünde, herkes için değil sadece özgül bir grubun üyeleri içindir. Bu, en iyi biçimde etnik ya da milliyetçi hareketlerde açık olan bir durumdur. Siyonist milliyetçilik beğenelim beğenmeyelim, münhasıran Yahudiler içindir ve gerisini ya sallandırır ya da daha fecisi bombalar. Tüm milliyetçilikler böyledir. Herkesin kendi kaderini belirleme hakkını savundukları yönündeki milliyetçi iddia düzmecedir.

Benedict Anderson
Benedict Anderson

İşte bunun içindir ki Sol kendini kimlik siyaseti temeline oturtamaz. Daha geniş bir gündeme sahiptir. Sol için İrlanda tarihsel olarak, uğruna savaştığı sömürülen, ezilen, zulmedilen birçok insan kümesinden biri, sadece bir tanesidir. IRA türü bir milliyetçilik için Sol, veri koşullarda kendi hedefleri için verdikleri savaşta olası tek müttefikti ve halen de öyledir. Başka koşullarda II. Dünya Savaşı sırasında kimi liderlerin yaptığı gibi Hitler'in desteğini kazanmak için ellerinden geleni yapmaya hazırdılar. Ve etnik ya da başka türlüsünden kimlik siyasetini kendine temel alan her grup için bu geçerlidir.

Şu halde, Solun kapsamlı gündemi. tabii ki onun en azından bir süre için birçok grup kimliğini destekleyeceği ve onların da buna karşılık Sola bel bağlayacakları anlamına gelir. Gerçekten, bu tür ittifaklar öylesine yıllanmış ve sıkıdır ki bunlar son bulduğunda, bir ömür sonra evlilikleri bitiveren insanlar gibi Sol da şaşkınlığa düşmüştür. ABD'de etnikler -yani yoksul göçmen kitlesi ve onların torunları neredeyse otomatik olarak verdikleri Demokrat Parti'ye artık oy vermedikleri görüldüğünde bu adeta tabiata aykırı bir şeymiş gibi göründü. Bir siyah Amerikalının (Colin Powell'ı kastediyorum) Amerikan Başkanlığı için Cumhuriyetçi Parti'den adaylığını koymayı düşünebilmesi handiyse akıl almaz bir olay gibi görüldü. Yine İrlandalı İtalyan Yahudi ve siyah Amerikalıların Demokrat Parti'ye yaygın ilgileri, gerçekçi siyasetçiler onların bu yöndeki duyarlılıklarına pey verseler bile kendi özgül etnikliklerinden, kaynaklanmamaktadır. Bunları bir araya getiren eşitliğe ve toplumsal adalete duydukları özlem ve bunların ikisini de geliştireceğine inandıkları bir program olmuştur.

ORTAK YARAR

Ancak bu tam da, kimlik siyasetçinin derin sularına balıklama daldıklarından, Soldaki birçok kimsenin, unuttuğu bir şeydir. 1970'lerden beri solu özsel olarak ırk, toplumsal cinsiyet, cinsel ve kültürel tercihler, yaşam biçimlerine ilişkin azınlık grup ve çıkarlarının; hatta sanayi işçi sınıfının o eski ellerinizi kirletmek deyişinde olduğu türden değerlendirilir hale geldiği gibi, ekonomik azınlıkların, bir koalisyonu olarak görme yönünde artan bir eğilim söz konusudur. Bu oldukça anlaşılır bir şey olduğu kadar, tehlikeli bir şeydir de; sadece çoğunluğu elde etmek, azınlıkları bir araya toplamakla aynı şey olmadığı için değil.

Önce müsaadenizle tekrarlayayım. Kimlik grupları kendilerine dair, kendileri içindir, başka birileri için değil. Böyle grupların ortak bir amaçlar ve değerler kümesiyle oluşmayan bir koalisyonunun, daha çok savaşta ortak bir düşmana karşı geçici olarak ittifak eden devletler gibi sadece 'ad hoc‘ bir birlikleri vardır. Bu biçimde bir arada tutunamayacakları vakit dağılırlar. Her durumda kimlik grupları Sola  kendi hedefleri için herhangi bir halde mümkünse destek almak amacı dışında. aslen bağlanmazlar. Kadınların Özgürleşimi gibi, Solla sosyalizmin başlangıcından hatta Marx ve Engels öncesinden beri yakından bağlantılı bir davayı düşünelim. Keza tarihsel olarak I914 öncesinin İngiliz sufrajet hareketi her üç partinin de hareketi idi ve ilk kadın milletvekili yine bildiğimiz gibi aslında bir Muhafazakar idi.(7)

İkinci olarak söylemleri ne olursu olsun gerçekte kimlik siyaseti hareketleri ve örgütlenmeleri bir biçimde yasallık ve baskı gücünü kullanmazdan önce ancak azınlıkları harekete geçirebilmişlerdir. Ulu. sal hissiyat evrensel olabilir: ama en azından benim bildiğim kadarıyla demokratik devletlerdeki hiçbir ayrılıkçı milliyetçi parti şimdiye kadar kendi yandaşlarının bile oylarının çoğunluğunu alamamıştır (Quebeclilerin son hazanları nihayet bulmuş olsa bile- ancak o vakitler onların milliyetçileri gerçekten tam bir ayrılmayı talep etmedikleri imasını vermekte özenli davranmışlardır). Bunun olamayacağını ya da olmayacağını söylemiyorum; yalnızca demek istediğim, şimdiye kadar ayrılarak ulusal bağımsızlığa kavuşmanın en sağlam yolu, onu başka yollarla zaten elde etmiş oluncaya dek halka oylarını sormamaktır.

Bunlar, görüldüğü gibi, kimlik siyasetine karşı olmanın iki pragmatik nedenini oluşturuyorlar. Kimlik siyasetinin öyle herhangi bir dışsal zorlama ya da baskı olmaksızın olağan koşullarda bir azınlıktan fazlasını -hatta kendi hedef grubunu bile harekete geçirmesi pek güçtür. Bundandır ki ayrı kadın partilerinin kurulması girişimleri kadınların oylarını seferber etmede çok etkili olamamışlardır. Diğer neden sadece tek bir kimliği üstlenmeye zorlamanın, insanları birbirinden ayırmakta oluşudur. Bundandır ki kimlik siyaseti, bu azınlıkları birbirinden yalıtmaktadır. Sonuç olarak, genel, bir hareketi azınlık baskı grupların özgül taleplerine bağlamak sıkıntı yaratır; üstelik bu talepler mutlaka grup tabanına ait olmayabilirler de. Belli azınlıklar lehine kurulan pozitif ayrımcılıklara tepkinin ve çokkültürcülüğün aşırılıklarının şimdi epey güçlü olduğu ABD'de bu durum çok açıktır; fakat sorun burada da mevcuttur.

Bugün hem Sağ hem de Sol, kimlik siyaseti ile yürümektedirler. Özünde Sol'un sloganları olan Aydınlanma'nın büyük evrensel sloganlarının zayıflaması, Sola, kesimsel sınırlan aşacak bir ortak yarar öne sürmek konusunda belli bir çare bırakmamıştır. Bu nedenle ne yazık ki bugün Sol için salt bir azınlıklar ittifakı içinde parçalanma tehlikesi, daha önce hiç olmadığı kadar büyüktür. Yeni toplumsal hareketler içinde bu tür sınırları geçebilen yegane hareket ekolojistlerin hareketi olmuştur. Fakat maalesef onun da siyasi cazibesi sınırlıdır ve öyle de kalacağa benzemektedir.

Bununla birlikte, en azından tek bir devletin sınırları dahilinde, ortak bir çıkarın üzerine temellendiği için gerçekten kapsayıcı olan bir kimlik siyaseti biçimi vardır: Yurttaş milliyetçiliği. Global perspektifte bakıldığında bu evrensel çekiciliğin tam zıttındadır; fakat hala içinde yaşadığımız ve göründüğümüz ulusal devlet perspektifinden bakıldığında bu, ortak bir kimlik ya da Benedict Anderson'un deyimiyle, hayal edilmiş olduğundan daha az gerçek olmayan 'bir hayali cemaat' temin etmektedir. Sağ, bilhassa iktidardaki Sağ, her zaman bunun kendi tekelinde olduğunu iddia edegelmiş ve hala da bunu ustalıkla kullanabilmektedir. Tek-ulus Muhafazakarlığının mezar kazıcısı Thatcherizm bile bunu yapmıştır. Bir ayağı çukurda, hayaletimsi halefi Major kabinesi de, bir seçim hezimetinden kaçmak için rakiplerini vatansever olmamakla karalamaktan medet ummaktadır.

Öyleyse Sol için, bilhassa İngilizce konuşulan ülkelerdeki Sol için, kendini bütün bir ulusun temsilcisi olarak görmek niçin bu kadar güç olmaktadır? (Elbette burada bir etnik varlık olarak değil de bir ülkenin tüm halkının cemaati olarak milletten söz ediyorum.) Niçin bunu denenmesi bile çok güç bir şey olarak görüyorlar? Üstelik Avrupa Solu, bir sınıfın ya da sınıf ittifakının, yani 1789 Fransız Genel Meclisi'ndeki Üçüncü Meclisin, egemen azınlık sınıfa karşı kendini 'millet’ olarak ilan etmeye karar verip, tam da siyasal 'millet’ kavramını yaratmasıyla ortaya çıkmıştır. Üstelik Marx da Komünist Manifesto'da böyle bir dönüşümü öngörmüştür. Aslında daha da ileri gidilebilir, Amerikan Solunun en iyi gözlemcilerinden biri olan Todd Gitlin yeni kitabı Ortak Rüyaların Alacakaranlığı'nda bunu dramatik biçimde ortaya koymuştur: 'Sol, hiç değilse makul tarafından, tüm halkın sesi de değilse nedir?.. Eğer halklardan gayrı halk yoksa, Sol da yoktur.'(9)

YENİ İŞÇİ PARTİSİNİN BOĞUK SESİ

Solun, millet olmayı yalnızca istemekle kalmayıp, Solun özlemlerine hiçbir sempati duymayanlar tarafından bile ulusal çıkarın temsilcisi kabul edildiği zamanlar da olmuştur: ABD'de Rooseveltçi Demokrat Parti'nin siyasal olarak hegemonik olduğu yıllarda, 1930'ların başlarından itibaren İskandinavya’da olduğu gibi. Daha genel olarak, II. Dünya Savaşı'nın sonunda neredeyse Avrupa'nın her yerinde. Hitler ve müttefiklerine karşı direnişi ve zaferi temsilciden, kelimenin en kitabi anlamıyla ulusun timsali olmuştur. 1945 sonrasında Avrupa siyasetine çabucak egemen olan yurtseverlik ve toplumsal dönüşümün müstesna evliliği buradan çıkmıştır. İngiltere'de de durum pek farklı değildir; 1945 yılı. ortamın en karizmatik ye muzaffer savaş liderinin başında bulunduğu tek-ulus Muhafazakarlığına karşı, İşçi Partisi'nin ulusu en iyi temsil eden parti olarak seçildiği yıldır. Bu, ülke tarihinin gelecek otuz beş yılının seyrini belirlemiştir. Çok daha yakınlarda Sola asli bir bağlılığı olmayan bir siyasetçi, François Mitterrand, tüm Fransız halkının liderliğine soyunmak için en iyi platform olarak Sosyalist Parti'nin liderliğini seçmişti.

Herhangi biri bugün İngiliz Solu için, güvenilirliği kalmamış, köhnemiş ve maneviyatı çökmüş bir rejime karşı, Britanya adına -yani başka deyişle tüm halk adına konuşma hakkını ele alma vakti olduğunu düşünecektir. Hem üstelik Birleşik Krallığın gelecek hükümeti olma umudundakilerin seçim öncesi söylemlerinde hile 'ülke', 'Büyük Britanya', 'ulus'. 'vatanseverlik'. hatta 'halk' sözcüklerini duymak pek nadir bir şey oldu!

I945 ve l964'dcn farklı olarak, 'gerek siyasetçide gerekse kamuoyunda hükümetin kayda değer bir şeyler yapabilme yeteneğine ancak naif bir inanç olduğu için' durumun böyle olduğu söylenmektedir.(10) İşçi Partisi'nin ulusa ya da ulus hakkında böylesi kısık bir sesle konuşmasının nedeni şayet buysa, durum üç misli daha saçmadır. Saçmadır çünkü birincisi, yurttaşlar sahiden hükümetin pek bir şeyler yapamayacağını düşünüyorsa niçin şu adamları değil de, diğerlerini seçme zulme katlanıyor ya da niçin bu nedenle hiçbirini seçmemezlik etmiyorlar? İkincisi, hükümet, yani kamu çıkarı adına devletin idaresi vazgeçilmezdir ve öyle de kalacaktır. Yerine evrensel egemen pazarı geçirme rüyasındaki çılgın Sağın ideologlarının bile ütopyalarını ya da daha doğrusu kara ütopyalarım kurmak için ona ihtiyacı vardır. Bunda başarılı oldukları ölçüde, eski sosyalist dünyada olduğu gibi piyasaya karşı şiddetli tepki, devleti toplumsal sorumluluğa geri çekmek isteyenleri yine siyasetin içine çekecektir. Eski devletlerini şevk ve heyecanla tasfiye etmelerinden beş yıl sonra, 1995'de, Doğu Almanyalıların üçte ikisi eski Demokratik Almanya'daki yaşam ve durumlarının bugünkü Alman medyasındaki 'olumsuz tarif ve açıklamalardan' çok daha iyi olduğunu ve yüzde 70'i de 'sosyalizm düşüncesinin iyi olduğunu, ancak kifayetsiz siyasetçilere sahip olduklarım' düşünmektedirler. Hiç itiraz götürmez bir biçimde saçmadır çünkü geçmiş on yedi yılda, hükümetin muazzam bir gücü olduğuna inanan ve bu gücü  ülkemizi besbelli daha kötü bir yönde değiştirmekte kullanan ve son demlerinde bile bunu sürdüren; bir hükümetin yaptığının bir diğerince kaldırılamaz olduğu inancını bize işleyen hükümetlerin yönetimi altında yaşadık. Devlet ortadan kalkmayacaktır; onu kullanmak hükümetlerin işi olmuştur.

Hükümet yalnızca seçilmek ve sonra tekrar seçilmekten ibaret değildir. Bu demokratik siyasetin içinde. her biçimiyle pek çok yalanı içeren bir süreçtir. Seçimler yalan mali vaatler yarışı haline gelmiştir. Yazık ki, gazeteciler kadar dar bir zaman ufkuna sahip olan siyasetçiler, siyaseti sürekli bir seçim kampanyası sürecinden başka türlü değerlendirmekten acizler. Yine de bunun ötesinde bir şeyler var: Orada hükümet ne yapar ve ne yapmalıdır var, Ülkenin geleceği var. Bir bütün olarak halkın yalnızca ideolojik bir kaytarma olan ’cemaatin' ya da kazananlar ile harcayanların yekunu (siyasal jargondaki 'vergi mükelleflerinin') değil fakat herhangi bir İngiliz takımının Dünya Kupasındaki zaferiyle coşmaya hazır olan türden (şayet umutlarını yitirmiş olsalardı böyle bir şey olamazdı) bir topluluğun, İngiliz halkının umutları ve kaygıları var. Bilim alanındaki gerileme ile birlikte, İngiliz takım Sporlarındaki gerileme, İngiltere'nin kötüye gidişi açısından az bir belirti değildir.

Bayan Thatcher'ın gücü, siyasetin bu boyutunu görmesinde yatıyor. Kendisini kendi sözleriyle 'bir zamanlar olduğu gibi büyük işler yapamayız artık diye düşünen', 'kötü gidişatın önüne geçilemez, tekrar eskisi gibi olamayız inancındaki' bir halkın lideri olarak görmüştür.(11) Sarsılmış ve maneviyatı çökmüş bir halka ümit ve 'hareket verme gereğini gördüğü oranda diğer siyasetçilerden ayrılmıştır. Belki sahte bir umut, kesinlikle yanlış bir hareketti bu; ancak yine de, gerek parti içindeki gerekse dışarıdaki muhalefeti bertaraf etmesine, ülkeyi değiştirmesine ve onu bir hayli mahvetmesine yetmiştir. Tasarımın başarısızlığı artık aşikardır. Ulus olarak gerilememiz durdurulamamıştır. Toplum olarak 1979'da olduğumuzdan çok daha sıkıntılı, çok daha yıkılmış durumdayız; bunun farkındayız. Ancak, Tory-sonrası bir hükümeti  tek başlarına kurabilecek olanların kendileri de başarısızlık ve yenilgiyle öylesine yıkılmış ve ürkmüşlerdir ki, vergileri arttırmayacak vaatlerden başka verebilecekleri hiç bir şey yoktur. Muhafazakarlar öncelikli olarak vergiler üzerinden değil de, İngiliz Birlikçiliği, İngiliz milliyetçiliği, yabancı düşmanlığı ve Jack Birliği üzerinden seçim mücadelesine girecek ve böylece bizi sarsalayacak olsalar da bu koşullarda önümüzdeki genel seçimleri kazanabiliriz ve kazanacağımızı umuyorum. Bizi seçenler pek bir fark ortaya koyabileceğimize gerçekten inanacaklar mıdır? Ve şayet sadece bizi seçmekle kalıp, yaptıkları gibi gerisine omuz silkerlerse ne yapacağız? Yeni İşçi Partisini oluşturmuş olacağız. İngiltere'yi onarmak ve dönüştürmek için aynı gayreti gösterecek miyiz? Bu soruları yanıtlamak için hala vakit var.

(Mürekkep -N.7, 1997 Ankara- için çeviren: Vahide Pekel)

NOTLAR

* Eğitim Enstitüsü'nde verilmiş olan Barry Amiel ve Norman Melburn Trust Konferansının metnidir. (2 Mayis 1996, Londra).

(1) l.M. L. Pradelles de Latou, 'Identitiy as a Complex Network', C. Fried, ed Minorities, Community and Identity, Berlin, 1983, s. 79 içinde.

(2) İbid., s.91.

(3) Daniel Bell 'Ethnicity and Social Change', Nathan Glazer ve Daniel P. Moynihan, der., Ethnicity: Theory and Experience, Cambridge, Mass, 1975 içinde, s.171.

(4) E.j.Hobsbawm, The Age of Extremes. The Short Twentieth Century, 1914-1991, London, 1994, s. 428.

(5) O. Patterson, 'Implication of Ethnic Identification', Fried,der., Minorities Community and Identity, ss. 28-29

(6) Todd Gitlin, The Twilight of Common Dreams, New York,1995, ss 162-109.

**Fenian sözcüğünün karşılığı olabilecek bu sözcükle anlatılan İrlanda Cumhuriyetçi Kardeşlik taraftarlarıdır. İrlanda'daki Fen adlı bir bölgeden adını alan bu terim, coğrafi bir referans vermekten çok kökleri eski İrlanda mitolojisine dayanan bir oluşumu anlatmaktadır. (çn)

 (7)Jihang Park, 'The British Suffrage Activists of 1913“, Past and Present, no. 120 Ağustos 1988, ss. 156-7.

(8) Proletarya  öncelikle siyasi egemenliğini kazanmalı, kendini ulusal bir sınıf konumuna yükseltmeli, kendini millet haline getirmelidir; bu nedenle proletarya burjuva anlamında değilse de bizatihi ulusaldır.  Karl Marx ve Frederick Engels, The Communist Manifesto, 1848, II. Bölüm (Orijinal (Almanca) baskısında 'ulusal sınıf yer alıyor. 1888 İngilizce çevirisi bunu, 'ulusun öncü sınıfı' olarak veriyor.

(9) Gitlin, The Twilight of Common Dreams, New York, 1995, s. 165.

(10) Hugo Young, 'No Waves in the Clear Blue Water, The Guardian, 23 Nisan 1996.

(11)  Eric Hobsbawm, Politics for a Rational Left, Verso, London, 1989, s. S4‘de alıntılanmıştır.

Eric Hobsbawm
(New Left Rewiew N. 217. 1996)
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)