Son Dakika



“Felsefe” dergisinin 1979-80 yıllarında çıkan üç sayısında Prof. Afşar Timuçin’in bir yazısı dikkat çekiyordu:

“Hücre bir işkence odasıdır. Bir hücre yaşamı kolay kolay ulaşılamayacak özgün bir yaşamdır ki, ancak yaşayanın kaleminde canlılık kazanabilir. Soba başında hücreyi anlatamayız ne kadar usta olsak da. Ya da anlatırız anlatmasına ama o hücre gerçek hücre olmaz.”

Bir felsefe dergisinde “Hücre” neyin nesiydi? Acaba, bir kişinin hücrede geçirdiği sürecin ruhsal, felsefi, toplumbilimsel temellerine oturtarak anlatan bir araştırma mıydı yazı konusu? Hücre yaşamı felsefi açıdan mı irdelenecekti!..

Roman anlatımındaki yazı dizisinin ilk satırlarında bir aydının hücrede geçirdiği elli altı güne giriş yapılmıştı. İlerleyen satırlarda bir işkence anlatılmaya çalışılıyordu, ama fiziki değildi anlatılan işkence, zihinseldi daha çok.

Dergide yer alan, 1952 yılında yaşanan olay tam kırk beş yıl sonra 1997’de “Hücre 1952” adıyla yayımlandı. Bir yıl sonra da, 1998’de Orhan Kemal Roman Ödülü’nü aldı.

Altmış bir yıl sonra bugün, yaşamının bir kesitini "hücre"de geçiren Kemal Bekir’e soruyorum:

Soldan sağa: Ülkü Arısoy, Zehra Ünüvar, Zerrin Boratav Bağcivan, Sultan Su Esen, Mucize Özünal, Etem Oruç, Kemal Bekir, Selim Esen, Ömer Akşahan, Talat Avcı, A.Zeki Muslu, Burcu Özbek.

“Hücre’de olmak nasıl bir duygu, ne yaptınız Hocam?”

(Belli ki hoca Ege’nin bu güzel köşesinde o karanlığa girmek istemiyor. İnsan çektiği acıları anlatamaz derler ya…)

“İki buçuk metrekarelik bir hücreye tıkılan insan ne yapar? Elli altı bitmek bilmeyen gün... Ne ile suçlandığınızı bilmiyorsunuz, sorguya aldıklarında sadece “Söyle!” diyorlar. Ufacık bir yatak ve iki adımlık bir volta alanı... Ne yapar insan? Düşünür, kendi içiyle konuşur, durur. Çaresizdir. Kendiyle hesaplaşmasını yapar, geçmişi, pişmanlıkları, eğer kurtulabilirse bu zindandan geleceğe düşler kurar. Zayıf iradeli ise delirebilir. Hücre dediğin öyle bir yerdir…”

(Yazar Kemal Bekir, 1951 Komünist Tevkifatı Davası’nın sanıklarından ve o zamanın işkenceleriyle adını duyurmuş, birçok ünlü ismi de bir güzel ‘ağırlamış’ yaygın ismi ‘tabutluk’ olan Sansaryan Han’ın bir hücresinde geçirir kendisine biçilen süreyi.)

“Hocam, nasıl girdiniz hücreye?”

“Yirmi sekiz yaşımdaydım. Ankara konservatuarından mezun olmuş, oyunlarda sahne alıyordum. Marksçı damardan besleniyordu bizim kuşak aydını. Eh, hal böyle olunca da bir akşam temsil sonrası karşımda sivil polisler belirdi. Kollarıma girip beni derdest ettiler. Kara trenle İstanbul’a, oradan da Sirkeci’deki Sansaryan Han’a götürdüler… N’oluyor, dememe kalmadan hücre’ye tıkıp kapısını üzerime kilitlediler…”

“Siyasi tarihimizde önemli bir yeri olan 1951 tevkifatını bugünün gençleri bilmiyor, nedir bu olayın anlamı?”

“Başlangıcı 26 Ekim 1951’e dayanır. Menderes iktidarının, soğuk savaş aldatmacasında (ya da kapsamında), TKP üyelerini yurt çapında derdest etme girişimlerinin sol bilimdeki adıdır ’51 Tevkifatı… Komünist oldukları gerekçesiyle sürdürülen tutuklamalar; 1952’nin son aylarına kadar devam etmişti. 187 kişi tutuklandı, işkenceden geçirildi. Tipik Faşist Devlet anlayışı örneğidir 51 Tevkifatı.”

“Kimler tutuklanmıştı bu dalgada?”

“Zeki Baştımar, Şefik Hüsnü, Mihri Belli, Sevim Belli, Enver Gökçe, Behice Boran, Zehra Kosava, Ruhi Su, Sıdıka Su, Aclan Sayılgan, Ulvi Uraz, Arif Damar, ilk anda aklıma gelenler. Aslında iktidar, sakıncalı gördüğü tüm isimleri tutukladı.”

“Sizleri içeri tıkmaktaki amaç neydi?”

“İki amacı vardı: İlki ve önemli olanı, Türkiye’nin bir süre önce Kore Savaşı nedeniyle Sovyetler Birliği ile karşı karşıya gelmesi, yani bloklaşması ve bu yolla sınırlı olan TKP kadroları üzerinden Sovyetler Birliği’ne mesaj vermesi. Diğeri ise, 1950 seçimlerinin ardından grev ve sendika kurma hakkını tanıyacağını söyleyen ancak bunu tanımayan DP iktidarına ve hızla kapitalistleşen Türkiye’de artan sömürüye karşı işçilerin irili ufaklı grev ve direnişlere başvurması.”

(Hücreleriyle ünlenen Sansaryan Han, günümüzde adliye olarak kullanılıyor. Aslında böyle bir siyasi geçmişe tanıklık ettiği için ‘müze’ olması beklenirken şimdi adalet dağıtılıyor.

Bir çınar gibi karşımda duran, yakışıklılığından hiçbir şey kaybetmemiş olan Kemal Bekir’in sanat yaşamı yelpazesi oldukça geniş. Siyasetten edebiyata, tiyatro oyunculuğundan diğerlerine uğraş vermiş, pırıl pırıl zekâlı, ülkemizin aydınlık bir anıtıdır o...

Hoca, 1924 Denizli Çivril doğumlu. Asıl adı Kemal Bekir Özmanav. 1949 yılında Devlet Konservatuarı’ndan mezun oldu. Devlet Tiyatrosu’nda oyuncu olarak çalıştı, yazar.)

“Hocam yazarlığa nasıl başladınız?”

“İzmir’de çıkan Fikirler dergisinde öykü yazarak başladım. 1947 ve 1950 yıllarında; Seçilmiş Hikâyeler, Yeditepe başta olmak üzere Ufuklar, Varlık ve daha başka yazın sanat dergileriyle gazetelerde öykü ve romanlarım yayımlandı.”

“Oyun yazarlığınız…”

“Hüseyin Rahmi’nin aynı adlı romanından ‘Utanmaz’ı; Nahid Sırrı Örik’in ‘Sultan Hamit Düşerken’ adlı romanından Kamil Bey’i oyunlaştırdım.”

“Ya ödülleriniz?”

“Onları karıştırma!”

“1952’ye, Sansaryan Han’a dönsek… Nasıl sonuçlandı ’51 Tevkifatı’?”

“184 sanıklıydı dava. 52 beraat, 131 mahkûmiyet kararı verildi. Ben 114’üncü sıradaydım. İki yıl hapis, sekiz ay Akhisar’da nezarete mahkûm oldum. İşte bunun romanıdır Hücre 1952”

“Romanın kahramanı Mustafa siz misiniz?”

“Doğrudur…”

(Denizli, İzmir, Ankara, İstanbul derken Hoca, yeniden İzmir’e dönmüş. Narlıdere’de T.C. İzmir Valiliği Dinlenme ve Bakım Evi’nde ikamet ediyor. Türkiye’nin örnek bir kuruluşu burası. Çok geniş bir alana yayılmış binalar topluluğu. Kemal Bekir Hoca bu tesiste yaşayan bin kişiden birisi. Ağustos’un 11.günü 11 kişi bizi karşısında görünce bir sevindi, bir sevindi… Edebiyatçı dostlarının sorularını bıkmadan, sabırla yanıtladı. Hüzün dolu bakışlarla ayrıldık yanından. Karşılıklı el sallaşırken seslendi):

“Son durak burası…”

Selim Esen
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)