Son Dakika



Şurası gerçek ki yazılan her söz, imlenen her dize, edebiyat denizine bırakılan çakıllar misali onda çözünür, günü geldiğinde dönüp dönemin ruhunu anlamak gerektiğinde, bütünün içinde yapıcı öğesi olarak derin anlamını kazanır.

Bu anlam karanlık ya da saydam, dolaylı ya da dolaysız olabilir. Böylelikle biz de, o günün anlatma biçimlerini, yaklaşımların duraklama, ilerleme ve geriye çekilme jestlerini anlama olanağı buluruz.

Kültür dediğimiz ki bu da o dönemin kültürü olacaktır, bu şekilde oluşur. Giyim kuşamdan ev gerecine, politik söylemden sanata, tüm kültür, yaşanan çağın teknolojisi ve ekopolitik doğasıyla çizilen sınırlar dahilinde gerçekleşir ve kaybolur. Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeşt’i artık yalnızca muhteşem bir dil ustalığıysa, bu, köleci kültürün artık yaşanmıyor oluşundandır. Beri taraftan, Fikret’in Han-ı Yağma’sı güncelliğini koruyorsa, devlet kademesinde yağmanın sürmesindendir.

Geçmiş kuşakların beyit üzerinde nesnele doğru bir açılma ve öznele doğru hemen kapanma kültürü, günlük konuşma biçimini de ama bağlacıyla sonradan yanlışlamak üzere ilkin var olanı doğrulama şeklinde belirliyordu. X ama y biçimli söylem, gazete yazılarından komşu sohbetine tüm düşüncenin ortak şemasıdır.

Her bireysel eylem, toplumsal ağacın bütününe akseden birer yaprak, damar, kıvrımdır, aynı biçimde toplumsal psikolojizmden beslenir, toplumsallığı biçimlendiren bireysel etki döngüsel olarak toplumsalın belirlenimidir de.

Dolayısıyla, edebiyat, en bireysel karşıtlıkta bile toplumsaldır, iyi şiir dendikte, üst katlarda yazılan dize, çöpçülerin sabah iş başısından bağımsız değildir.

Yine de bu demek değildir ki her edebi söylem toplum adına edilmelidir. Nitekim sanat yapıtı, bize gerçek bir savaşı değil savaşın gerçekliğini, gerçek bir aşkı değil aşkın gerçekliğini betimlemelidir ki bizi yaşama bağlasın ve sahnede slogan atmak yerine cephede savaşanlara katılmaktan alıkoyabilsin.

Bu bakımdan, sanatın toplumsallığıyla toplumcu sanatı birbirinden ayırmak gerekir, sanat ve toplum ilişkisini bir neden-sonuç bağlaşımı yerine ereksellik düzlemine taşımak gerekir. Kantçı terimlerle söylersek, sanat bir özgürlük – ve özgürleştirme- eylemidir. Bu özgürlük de aklın onu tutsak almaya çalışan baskıyla sürekli çatışması yoluyla elde edilecektir. Her eser, olumsal olmayanın dolayımıyla olumsal bir olumsuzlamadır, dönemin tarihselliğiyle bütünleşmek üzere ona gerekseyen bir nesnel bilinçtir.

Olumsuzlama ve olumlama, içsellik ve dışsallık sürekli yer değiştirir, sanatçı haklıdan haksızlığı, haksızdan haklılığı çıkartabilir ama her durumda eylemini yönseyen saltığa, kelimenin Hegel’ci anlamıyla hakikate ya da onun bilgisine sadık kalmak zorundadır.

Bu, ‘yaratı’nın varlık koşuludur.

Ancak hiç değilse, Raskolnikov’un aciz ve yaşlı bir bedene baltayı indirmesinden beri, edebiyat hakikatten sapmıştır. İyinin kimliği ruh değiştirmiştir, yazar kurbanı bırakıp celladın safına geçmiştir.

Beri taraftan, Flaubert’ten Hemingway’e, Dostoyevski’den Shakespeare’ e, Balzac’tan Turgenyev’e , yüksek rütbeli subaylar, hizmetçiler, çiftlik zengini bir aile ve bekar oğlanla kızdan ibaret şema da, geçen yüzyılın başlarından beridir ‘klasik’ sayılmakta.

'İyi de' diyeceksiniz, 'onlara klasiklik yani kalıcılık kazandıranın biraz da dil olduğunu unutuyorsunuz.' Hayır, unutmuyoruz. Fakat nesnelliğin içselleşmediği ya da sürekli dışsal münasebet seyrinde kaldığı yerde, dil sadece dilbilgisidir, kendine kapanmış bir topluluğun dilidir.

Nasıl ki bugün kendine kapalı Arabistan halkına Shakespeare’i esinleyemiyorsak, tekilliği üzerine kapanmış edebi dili de bir başka kültüre gerçek adıyla sunamayız. Bir Hamsun’un Açlık’ında, kahramanın hiçbir jest ve mimiğinde, onlarca saattir yemek yememiş, sokakta kalmış birinin ne hüznüne ne enerjisizliğine rastlarız. İçsellik yoktur, dışsal olandan başka şey yoktur.

Yine, bizden bir örnekte, Kürk Mantolu Madonna’da da kahramanın içselliği dışsallık biçimindedir, yazarın saygın üslubundan başka hiçbir şeyle baş başayızdır. Bu durumda, bu yapıtları başyapıt ilan eden değerler sistemini sorgulamamız gerekir.

Başlangıçtaki sorumuza geri dönüyoruz: İyi edebiyatın iyisine kim karar veriyor?

Takdimde ya da betimde, toplumlar ve bireyler arasında kanıksanmış, çözünmüş ve evrensellik kazanmış, olması gereken ölçüsel değerler bir yana, edebiyat muhafazakârlaşmıştır. Yazının nesnellikle bağı zaten olmaması bağlamında hiç kalmamıştır, edebiyatın iyisine ilişkin nesnel gerçeklik, öznellik düzlemine geçip bizden olanlar ve bizden olmayanlar ayrımına dönüşmüştür.

Eserini Raşel’e ithaf ederek burjuva kitap eklerine ya da dergilerine göndermeyip Seyfi’ye ithaf ettinse, yılların göz nuru emeğini kaldır at çöpe gitsin.

Arda Cevahir
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)