İlhan Selçuk'un mezarı başında konuşma / Vahap Erdoğdu
Ulusal bağımsızlık, ulusal onur, ulusal bilinç kavramları lanetli kavramlara dönüştürüldü. Emperyalizm, sömürgecilik yerini küreselleşmeye, piyasa ekonomisine terk etti. Sınıfların yerini, emperyalizmin güdümünde, kimlik politikaları ve sivil toplum örgütleri aldı.
23 Haziran, Hacıbektaş Değerli konuklar, Vahap Erdoğdu Gerçekedebiyat.com
İlhan Abinin sevgili dostları,
Baba erenlere sormuşlar: Erdem nedir, erdemli kimdir?
Yanıtı şöyle olmuş: Erdem kitaplarda kaldı, erdemliler ise mezarda.
Hacıbektaş, erdemin ve erdemlilerin toprağıdır. Bu ocaktan aldığı ışığı dünyanın dörtbir yanına taşıyan nice erdemli can var. Burada üç erdemli can daha yatıyor. Erdemi dervişliğe yücelten İlhan Selçuk, karikatürün “Everest”i, Turhan Selçuk, ozanlar ozanı Aşık Mahsuni Şerif.
Onları bu toprağa taşıyan, rastlantı değil, kuşkusuz. Bugün, büyük kentlerin geniş salonlarında değil de, burada, Anadolu'nun bu bozkır kasabasında, İlhan Ağabeyi anıyorsak, bunun derin bir anlamı olsa gerek. Gerçekten de, bu toprakların ürettiği nice değer, o salonların ışıklı sahnelerinde, birkaç yıl parlatıldıktan sonra, unutulup gitti.
Belki de “unutturuldular” demek daha doğru olacaktır. Özellikle yaşamakta olduğumuz şu günlerde, neleri unutturmak istemiyorlar ki! Toplumun belleğindeki bir tarih kazınıyor. Ağır bedeller ödenerek kazanılmış olan pek çok değer, dört yandan kuşatılıp yokedilmeye çalışılırken, yerine, tarihin çöplüğünde çürüyen atıklar doldurulmak isteniyor.
Tam da İlhan Abinin yaşayası günler, şu günler! Yaşanılanlara tanık oldukça, onun aramızda olmayışına hayıflanmamak mümkün mü? Kim bilir, “Pencere”sinden, her sabah, dünyamıza, umut dolu ne mesajlar veriyor olacaktı!
İçimiz kanasa da, umutsuzluğa yer yok! Her ekilen tohum, günü gelir biçilir bir gün. Kırk yıl önce atılmıştı tohumları, Gezi Parkının. Ama, gene “göğ ekinken biçilen”ler oldu. Gene, kaç ananın yanar içi, göynür özü!
Karamsarlık onun kitabına yazılmamıştı. En ağır koşullarda, 12 Martın Ziverbey Köşkünün işkence odalarında da, Selimiye Kışlasının hücrelerinde de ve nihayet, şafak vakti hasta yatağından sürüklenerek götürüldüğü Emniyet sorgu odalarında da, eğilip bükülmedi, dimdik ayakta durdu. O, zekanın, özverinin, umudun, direnişin, inatçı bir simgesi olarak yaşadı ve öyle de hakka yürüdü.
Yunus’un sabrını, Hacıbektaş’ın akılcılığını, Pir Sultan’ın devrimciliğini yüzyılımıza taşıyan bir dervişti o.
Türkiye halkı, İlhan Selçuk adıyla 1960 yıllarının başında karşılaşmaya başladı. Yığınlar onu, yurtsever, ulusalcı, laik bir Kemalist olarak tanıdı. Ben de İlhan Ağabey’i, o sıralarda, önce penceresinden, ardından da yakından tanımıştım.
Devrimci dalgaların doruklarda gezindiği günlerdi o günler. “Devrim” seslerinin yükseldiği, sloganların alanları çınlattığı günler. Kızların devrim türküleri söylediği, parkalı, postallı, sarkık bıyıklı, kirli sakallı gençlerin amfileri doldurduğu günler! Amfinin mikrofonunu eline aldığı anda İlhan Abi, yığınlar, koridorlara, bahçelere, sokaklara taşardı. Utangaç bir kolejli görünümündeydi. Dingin, yumuşak, ama kararlı sesi ve çelebi tavırlarıyla yığınları tarifsiz etkilerdi.
“Sosyalizm” kavramını yasaklı hücresinden çıkarıp, yığınlara ulaştıranların başında, o geliyordu. İlhan Selçuk, Cumhuriyetin temel ilkelerine dayanan “Anadolu Aydınlanmasını” günümüze taşıyan bilge bir kişiydi.
Cumhuriyetin temel ilkelerini, halkçılığı, ulusalcılığı, laikliği, devrimciliği, kemalizmi, günün koşullarında yeniden yorumlayan, daha da önemlisi, sosyalizmin diyalektiğinin süzgecinden geçiren, yeni anlayışın merkezinde o vardı.
O dönem, bir kuşağın adıyla anılır, 68’ler Kuşağı. İlhan Selçuk, o kuşağın “İlhan Abisi”ydi. Hepsinin yüzü, her sabah, o pencereden süzülen aydınlığa dönüktü. En karmaşık sorunlar, en çapraşık konular, birkaç kalem darbesiyle, aydınlanır, yalın gerçeklere dönüşür, penceresinden süzülerek, yığınların beynine kazınırdı.
Kahramanlar, tarihin yükseklerde dolaştığı dönemlerde ortaya çıkarlar. Tarih onları yaratırken, onlar da tarihi yaparlar. Tarihin yarattığı, tarih yapan kahramanların sayısı az değildi, çoktular. Yol karanlık, menzil uzaktı. Bu yolda nice yiğit toprağa düştü, nice bedenler çarmıha gerildi işkence hücrelerinde. İlhan Abinin yüreği onlarla çarpardı.
68, bir hüznün türküsüdür, umutsuzluğun değil. O her sabah yeniden doğuyordu, yeni şeyler söylemek için.
Büyük bir düşünürün usta kaleminden ak kağıda dökülen düşünceler, umutsuzluğa atılan “ilk kurşun” gibiydi, hedefini vuran.
Az tuzak kurulmadı yoluna. Yılmadı, o günlerin mirasını omuzlayarak, yirmi birinci yüzyıla taşıdı.
Dünya, artık o dünya değil. Türkiye, o Türkiye değil, çağ dışı, gerici bir anlayışın ellerinde tutsak. Ulusal bağımsızlık değerleri pervasızca yokediliyor.
68’li arkadaşların uğruna toprağa düştükleri sloganlar söylenemez oldu. “Ulusal bağımsızlık” , “ulusal onur”, “ulusal bilinç” kavramları lanetli kavramlara dönüştürüldü. “Emperyalizm”, “ sömürgecilik” yerini “küreselleşmeye”, “piyasa ekonomisine” terketti. ”Sınıfların” yerini, emperyalizmin güdümünde, kimlik politikaları ve “sivil toplum örgütleri” aldı.
Ama emperyalizm, aynı emperyalizm.
Irak yıllardır kanıyor. Irak’lı bebenin, anasının parçalanmış memelerine yapışmış, kan emen fotoğrafı unutulabilir mi? 1 milyon 200 bin insan öldü. 3.5 milyon insan komşu ülkelere sığındı. 5 milyon çocuk yetim kaldı. Her yıl, yüzbinlerce bebek sakat doğuyor, açlık ve hastalıktan 500 bin çocuk ölüyor.
Ortadoğu’nun kutsal toprakları, emperyalizmin kanlı elleriyle kirletiliyor. Öldürdüğü insanın ciğerini yiyen canavarı, cehennemin bütün şeytanları toplanmış, keyifle seyrediyor!
Bilgelerinin gözleri kör, kulakları sağır, çoktan toprak oldu kahramanlar. Beşikler umutla yeni kahramanlarını bekliyor.
Geçmişi yok etmek için, tarihi yok etmek gerekiyor. Tarihe düzenlenen “Taliban saldırıları”, tarihi yokedemeyeceği için, tarihin tanıklarını yoketmeye girişiyor.
Tarih, zamanın zincirine yeni halkalar ekliyor. O tuzaklarla dolu, çileli yoldan eğilip bükülmeden bugüne ulaşanlar, nicel olarak ne denli azalmış olurlarsa olsunlar, dünyayı değiştirmenin umudunu sürdürüyorlar.
Kapitalizmin cangılından süzülüp gelen, tarihin imbiğinde damıtılmış umudun taşıyıcıları, bugün de var.
Onlar, yalnızca geçmişin onurlu temsilcileri değil, geleceğin müjdecileridir de.
O günlerin coşkusunu ve kararlılığını bugünlere taşıyan umudun simgesi olarak, yalnızca bugünün kuşaklarına değil, yarının kuşaklarına da gülümsüyor, İlhan Abi.
En kaba milliyetçiliği, en bağnaz şovenizmi, siyasal ihtiraslarının bayrağı yapanlar, ulusalcılığın, laikliğin üzerinde tepiniyor.
Ulusalcılık tarihsel bir olgudur. Kapitalizmin şafak vakti, burjuvazinin siyasal sahneye çıkışıyla anlam kazanmış, siyasal-sınıfsal bir olgudur. Etnik ve ırksal bir terim değildir. Bu terimlerin üzerinde, ortak bir ulusal dil, ortak bir ulusal coğrafya oluşturmayı öngörür. Dil ve coğrafya, ulusal devletin vazgeçilemez önkoşuludur.
İtalyan birliğinin sağlanması sürecinde, halkın yüzde ikisi-üçü İtalyanca konuşuyordu. İtalyan devlet adamı, Massimo d’Azeglio’nun “İtalya’yı yaptık; geriye yalnızca İtalyan yapmak kaldı” sözü ünlüdür.
Türkiye Cumhuriyeti ulusalcılığı, halkçıdır, laiktir, devrimcidir, hepsinden de önemlisi, anti-emperyalisttir. Bu özellikleri nedeniyledir ki, Kurtuluş Savaşı, dünyanın bütün mazlum uluslarına örnek oldu.
Tam da bu nedenle, tıpkı “laiklik” gibi, “ulusal” ve “ulusalcılık” kavramlarının da bir nefretin, bir karalamanın aracı olarak kullanılması, entelektüel düzeysizliğin, ucuz sermayesi haline geldi.
Beri yandan, “millet” ve “milliyet” sözcükleri kimi çevrelerce pek sevilir oldu.
“Millet” sözcüğü Arapça kökenlidir ve din anlamına gelen “milla” sözcüğünden kaynaklanır. “Dini topluluk” anlamında kullanılmıştır. Osmanlıda, Türk milleti, Arap milleti olarak değil, İslam milleti, Hıristiyan milleti denirken, dinsel topluluklar amaçlanıyordu. O nedenle İslamcılar, “millet” sözcüğünü pek severler ve “ümmet” anlamında kullanırlar. Sık sık kullandıkları “millet iradesi” söyleminde kastedilen “halk çoğunluğunun demokratik iradesi” değil, “dinin”, daha doğru bir anlatımla, murat edilen, belli bir mezhebin inancının iradesidir. Bu iradenin gerçekleştirilmesinde “demokrasi” de bir araç olarak kabul görür, siyasal bir kavram ve toplumsal bir değer olarak algılanmaz.
Ne denli “milliyetçiliği” başkalarına yakıştırmış olurlarsa olsunlar, Türkiye’de milliyetçiliği İslamcılıktan ayırmak olanaksızdır. “Milliyetçi-muhafazakar gençlik” kavramı, cumhuriyet karşıtlığının bir nitelemesi olarak kullanılagelmiştir. AKP iktidarının çıkış kaynağının “milli görüş” oluşu bir rastlantı değildir. Türk-İslam sentezinde ifadesini bulan bu yaklaşım, siyasal arenada, zamanın koşullarına göre, biri ötekinin önüne geçerek, etle tırnak gibi biribirinden ayrılmaz hareketler olarak varlığını sürdüregelmiştir.
“Masumiyet” ve “zulüm” edebiyatına sarmalanarak, Türkiye Cumhuriyetine yöneltilen saldırıların temelinde de, bu milliyetçi-dinci anlayış yatıyor.
Bu olgu, yalnızca Türk milliyetçiliği için değil, genel olarak milliyetçilik için de geçerlidir. Bugün islam dünyasında egemen kılınmaya çalışılan, Müslüman Kardeşlerin, Ortadoğu’da Nazizmin en büyük destekçisi olmaları, bir rastlantı değildir. Müslüman Kardeş örgüt liderleri Alman Nazi partisiyle çok yakın organik bağlar kurmuşlardı. Bugün de, bu örgütler, Batı ittifakının silahşörlüğünü yapıyorlar. O nedenle, siyaset İslamlaştıkça, iktidarların da islamo-faşist yönetimlere dönüşmesi doğal oluyor.
Tarih, genelinde, özellikle de günümüzde, düz bir yol izlemiyor. Bunun temel nedeni, ona dinamizm veren güçlerin değişkenliğidir. 19. ve 20. Yüzyılın proletaryasını 21.Yüzyılda boşuna aramış olursunuz. Bugün, 20. Yüzyılın ulusalcılığını aramak da boşuna bir çabadır. Çünkü ulusalcılık, zamana, coğrafyaya, toplumların özgün tarihsel birikimine ve kültürüne, toplumsal ve ekonomik gelişme düzeyine göre değişiklik gösterir. O nedenle, ulusalcılığın mutlak bir tanımı yapılamaz. Ulusalcılığı, kimin kullandığı, niçin kullandığı, nasıl kullandığı ve nihayet, sonuçlarını, irdeleyerek değerlendirebiliriz.
Doğduğu anavatanında ulusalcılık, ırkçılığa dayalı faşizme evrilerek, sermayenin kanlı diktatörlüğüne dönüşürken, ezilen halkların emperyalizme karşı başkaldırılarının esin kaynağı haline geldi.
Ulusalcılık, Asya, Latin Amerika ve Afrika’da yoğunlaşan bağımsızlık savaşlarının yönlendirici ideolojisi oldu. Özellikle, Mao Ze-tung önderliğinde Çin Devrimi, Ho Şi Minh önderliğinde Vietnam Devrimi, dinamizmini ulusalcılıktan alan halk devrimleridir.
O küçücük Küba’yı en büyük emperyalist güce karşı, bugüne kadar ayakta tutan dinamiğin, “devrimci ulusalcılık” olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Kuşkusuz her toplumsal olgu gibi, ulusalcılık da, kendini yadsıyarak, tarihin arşivindeki yerini alacaktır. Bu geçmişin değerlendirilmesi için olduğu kadar, siyasetin günlük pratiği için de, son derecede önem taşır.
Ümmetçi-milliyetçi anlayış, devletin ulusal niteliğiyle uzlaşmaz çelişki içerisindedir. İslamcı, ulusu, ümmetin karşıtı olarak görür. İslamcı devlet, kimliğini inanç birliğinden alır. Onun için önemli olan inanç birlikteliği, inanç kardeşliğidir.
Bu yaklaşımın bir başka uzlaşmaz çelişkisi de, laiklik olgusuyladır. Laiklik “inanç özgürlüğü” değildir. Laiklik “dinsizlik” de değildir. Laiklik devletin inançlar karşısında “tarafsızlığı” da değildir. Laiklik dinin devletten ayrıştırılması, bir başka anlatımla, devletin dinsizleştirilmesidir.
Laiklik, bireyin özgürlüğü sorunudur, bireyin yurttaş olma sorunudur. Bir başka anlatımla, bireyin toplumsal bilince erişmesi sorunudur. “Ulus-devlet” in vazgeçilemez, birleştirici ilkelerinden biridir laiklik.
Laiklik, bütün din eksenli siyasal hareketlerin temel hedefi haline gelmiştir. Onlara göre, laik bir ülke, dar-ul İslam değildir, dar-ul harptır, cihad gerektirir. Müslüman Kardeşlerin kurucusu Hasan el Banna gibi, Seyyit Kutb, Mavdudi, İzzet Begoviç gibi islamcılar, M. Kemal’in adını da vurgulayarak, laikliği yıkılması gereken baş hedef seçmişlerdi. Humeyni iktidarının ilk demecinde, birinci hedef olarak “laik, Kemalist Türkiye”yi göstermişti.
Bu bağlamda, Kemalist Cumhuriyetin dinle bir sorunu yoktur, olmamıştır da. Sorun, dinin bir güç olarak, siyasete ve buna bağlı olarak, devlet yönetimine ortak olma talebidir. Kemalist Türkiye bu talebi kabul etmemiştir.
Bugünkü görüntü, İslamın, devletleştirilmiş, “devletin islamına” dönüştürülmüş olmasıdır.
İslamcılar “devletin islamı” gibi, laikliği de “devletin laikliği” olarak algılıyorlar.
Hatasıyla sevabıyla bu tarih bizim, eğer onu yokedecek olursak, eğer ulusal mirasımızı terkedecek olursak, eğer köklerimizden koparılacak olursak, bizi özgür insan yapan kişiliğimizi, bizi geleceğe bağlayan umutlarımızı yitirmiş oluruz. Daha da önemlisi, toplum olarak birarada yaşama mutluluğunu, sevincini yitiririz.
Bütün bunlardan da tehlikeli olanı “ulusal gururumuzu” yitirmemizdir.
Biz, bu güzel yurdumuzu, çarığını kemirerek bize hediye eden kahraman halkımızı ve önderlerini severiz.
Dilimizi, kültürümüzü, yaşadığımız coğrafyayı severiz.
Biz, Hacıbektaş’ı, Ahi Evran’ı, Yunusu, Pir Sultan’ı, Şeyh Bedrettin’i, Karacaoğlan’ı, Dadaloğlu’nu, Köroğlu’nu severiz.
Biz, Namık Kemalleri, Mithat Paşaları, Tevfik Fikretleri severiz.
Biz Nazım Hikmetleri, Mehmet Akifleri, Ahmet Arifleri severiz.
Mustafa Suphileri, Şefik Hüsnüleri, Hikmet Kıvılcımlıları severiz.
Gönül gözümüzdür Veysel, yürek çarpıntımızdır Mahzuni.
Nasrettin Hoca, Aziz Nesin güldürür bizi düşündürerek.
Dersim utancımızdır bizim! Munzur’un ağıtları düğümlenir boğazımızda.
Maraş kanatır yüreğimizi, yakar ciğerlerimizi Madımak!
Anımsadıkça, Denizleri, Mahirleri, Sinanları, öfkemiz, hüznümüzü bastırır.
Kimse unutturamaz bize İlhan Erdostları, Uğur Mumcuları, Turhan Selçukları, İlhan Selçukları!
Kadıncık Ana, Nene Hatun, Kara Fatma, Satı Kadın denince, Anadolu tanrıçalarına kadar uzanan, analarımız düşer aklımıza.
Acılarımızla, sevinçlerimizle, ulusal gururumuzu zenginleştiren, yücelten her şeye saygımız, sevgimiz vardır. Kaynağı ne olursa olsun, nereden delirse gelsin, ulusal kültürümüzü zenginleştiren her şeye sahip çıkarız, her değeri benimseriz, özümseriz. Bütün bunlar, tarihimizin bize miras bıraktığı, ulusal gururumuzu yücelten değerlerdir.
Marx’ın dediği gibi, felsefe, “dünyayı yorumlamak değil, dünyayı değiştirmektir”. Bakınız Hacı Bektaş’a! Serçeşmenin suyu hala akıyor! Her “ulu”ya atfedilen mitolojik yönünü bir yana bırakacak olursak, o ne bir peygamber, ne de bir nebidir, o bir insandır. İnsan üzerine kurdu, felsefesini. Düşüncesi, yığınlar elinde, neredeyse bin yıldır, maddi bir güç haline geldi. Dünyayı yorumlamakla, değiştirmekle kalmadı, insanın omuzladığı bir dünya yarattı o. Bu nedenle, günümüze kadar, varlığını korudu, direncini sürdürebildi.
Anadolu aydınlanmasının meşalesini günümüze ulaştıranlar, gücünü bu olgudan almışlardır. İlhan Abi bir insandı. İlhan Ağabeyin dostları, okurları, Alevi-Bektaşi anlayışının, halkımızın geleceği için ne denli yaşamsal önem taşıdığını sık sık vurguladığını anımsayacaklardır.
Hakka yürüyüş yönünü bu topraklara çevirmesi, kuşkusuz bir rastlantı değil. Yaşam yolunu bilinçle çizdiği gibi, ölüm yolunu da bilinçle çizmiştir İlhan Ağabey. Bu toprağa gelip, Kadıncık Ananın sevecen kucağına, Hacıbektaş’ın engin hoşgörüsüne, Hacıbektaş halkının sıcak konukseverliğine sığınmıştır. Kuşkum yok ki, erenler ceminin bir “canı” olarak, onun adı, nice yıllar, bu salonlarda sevgi ve saygıyla anılır olacaktır. Çünkü onun adı, tıpkı Turhan Selçuk gibi, Mahzuni Şerif gibi, Anadolu halkının kadim kitabına yazıldı artık. Kimse bu adları o kitaptan silemez.
Değerli konuklar,
Sözlerimi bir dileğimi dikkatlerinize sunarak tamamlamak istiyorum:
Hacıbektaş’ın bu üç yeni mihmanı adına, İlhan Selçuk, Turhan Selçuk ve Mahsuni Şerif adına, gerçekleştirilecek olan bir “Aydınlanma Evi”nin Hacıbektaş Belediyesi ve Cumhuriyet Gazetesi öncülüğünde, hayata geçirilmesi için girişimde bulunulması, en içten dileğimdir. Bu girişimin, bu güzel kasabamıza yaraşacağına ve çok şey kazandıracağına inanıyor, sizleri saygıyla selamlıyorum.
YORUMLAR