Hidayet Karakuş’la Konuşma / Halit Payza
12 Eylül’de tezgâhlanan darbenin ereklerinden biri de bu. Kenan evren Türkiye’yi yedi eyalete bölmek istediklerini söylüyor. Başaramadı. Türkiye eyaletlere bölünemedi ama bir ülkeden iki ülke çıkarılmak isteniliyor ve bugün 12 Eylül’den daha fazla yol alındı.
avluya sermişler onu incecik
karanlığa karşı ölgün bir umut
korkular sızmasın kapılarından
gündüzün köşelerinden geçiyor gece
kör bir yolcu gibi eli değnekli
yılgın lamba yanıtsız bir bilmece
(Hidayet Karakuş, Küçük Solgun Işık’tan)
Halit Payza: Erich Maria Remarque, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’da savaşa katılanların eksiksiz, tamamının öldüğünü yazar. Bir bölümü fiziksel olarak, kalanlar ise ruhen… Savaştan sağ çıkmak diye bir şey yoktur. Fiziksel olarak canlarını yitirmeyenler de ruhlarını yitirmiş olarak çıkarlar ve artık asla savaştan önce oldukları gibi değillerdir; değişmişlerdir, içlerinde bir ölüyü taşımaktadırlar.
Hidayet Karakuş: Gerçek, savaşlardan sonra insanı kendi evrenine çeker. O güne değin düşünmediğiniz savaşın içyüzü, yaşamınızı yönlendirir; sizin elinizden geçen zamanı aldığı kadar gelecek zamanı da almaya başlar. Sivas katliamından sonra benim yaşamım da hem ruhsal, hem bedensel, hem düşünsel değişti. Arkadaşlarımın acısı, gençlerin otel merdivenlerindeki görüntüleri, dostlarımın son kez gördüğüm yüzleri hep benimle.
Bütün bunların yanında olayları daha derinliğine, genişliğine düşünme gereksinmesi, hem tarihsel kökenlerini irdeleme, hem toplumsal güncelin gerçekliğini yakalama düşüncesi doğdu.
Tarihsel süreçte yaşanan benzer olayların neden sonuç ilişkileriyle birbirine bağlanması gerektiğini gördüm. Birbirinin içinden çıkan matruşkalar gibi. Olaylara bütünsel baktığımızda sürecin pek çok aktörünü görüyoruz. Yüz elli yıldan bu yana yenileşme çabalarıyla bu çabalara direnen bir bilisiz, karanlık güçleri besleyen küresel efendileri görmemek körlüktür.
İçimdeki ölüler, küresel efendilerin hiçbir zaman acımadığı dostlarımın ölüleridir. İnsan yüzlerin, gençlerin, çocukların, temizliğin, aydınlığın ölüleridirler.
Halit PAYZA: Sivas’da,Pir Sultan adına düzenlenen etkinliğe katılanların diri diri yakılmaları sekiz saat’e yakın sürdü. Bu katliamdan kıl payı kurtulanlar arasında eşinizle birlikte siz de varsınız. Yaşamakla da ölüm arasında ‘pamuk ipliği’ tanımı kullanılır, Hidayet Karakuş ve eşi de ‘kıl payı’ ölümden döndü. Hem de diri diri yakılmaktan. Pamuk ipliğinden de ince bir kıl payı…
Ebû Hureyre, bir hadisinde Hz. Muhammed’in kendilerine bir haberci göndererek Kureyş’ten iki kişinin adını verdiğini ve o iki kişi için “rastlarsanız onları yakalayıp ateşte yakın” dediğini aktarır.
Ebû Hureyre kendisine verilen görevi yerine getirmek için yola çıkmadan önce Hz. Muhammed’i ziyarete gelir. Aralarında bu yakılma olayı konuşulur. Hz. Muhammed bu kez Hureyre’ye “Ben size falan ve falanı ele geçirdiğinizde yakarak öldürmenizi söylemiştim. Oysa ateşle yalnız Allah cezalandırır. Siz onları yakalarsanız yakmadan öldürün” der. (Buhârî, Cihâd, 107.)
Halifeliği döneminde Ebû Bekir’in “Allah mürtetlere karşı komutana zafer nasip ederse, komutan onları silahla ve ateşte yakma dâhil her çeşit usulle öldürür” dediği bilinir. Halife Ebû Bekir’in bu sözleri, kendisinden görüş isteyen komutanlarına gönderdiği bir mektupta yer alır.
Teberi Ebû Bekir’in, Hâlid Bin Velid’e, Buzâha savaşı sonrası ele geçirdiği esirlere ilişkin başka bir mektup gönderdiğini, bu mektupta “Allah’ın emirlerini yerine getirmek için ciddiyetle gayret et. Gevşeklik gösterme. Müslümanları öldürenleri ele geçirirsen onları başkalarına ibret olacak şekilde öldürerek öçlerini al. Şayet Allah sana zafer nasip ederse, onları ateşte yak” dediğini aktarır.
Hâlid Bin Velid’in Ebû Bekir’in bu mektubu üzerine Buzâha’da bir ay boyunca kalır, bu süre içerisinde ele geçirdiği esirleri ateşte yakar. (Taberî, III, 233. Külâ’î, 81)
Hâlid Bin Velid’in, Süleym Kabilesinden pek çok insanı yakalayıp, ahırlara doldurduğu ve orada topluca yaktırdığını da, Hayyât nakleder. (Hayyât, 130.)
Ateşte yakmakla ilgili örnekler bu kadarla da sınırlı değil.
Kur’an’da da cehennemde ateş vardır. Cehennem ‘derin kuyu’ anlamına geliyor. Günah işleyenler cehennemin yedi katında yanarak cezalandırılacaktır. Marifetname yazarı Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya göre Cehennemin birinci katı kendi adıyla anılıyor. İkinci katı; Sahir (çılgın ateş ve alev), Üçüncü katı; Sakar Ateş), Dördüncü katı; Cahim ((son derece büyük, alevleri kat kat yükselen ateş), Beşinci katı; Hutame (obur ve kızgın ateş), Altıncı katı; Leza (dumansız ve katıksız alev), Yedinci katı; Haviye (düşenlerin çoğunun geri dönmediği uçurum).
Kuşkusuz buna ilişkin daha çok örnekler verilebilir.
Sivas’ta, 33 kişiyi yakarak öldürenler kendilerini Allah yerine mi koymuş oluyorlar. Mademki yakarak öldürmek Allahın kendi uygulayacağı bir ceza, kulun uygulaması yasak… Üstelik Hz. Muhammed de Ebû Hureyre’ye; “Oysa ateşle yalnız Allah cezalandırır” dediğine göre.
Cehennem’in yeri belli değil?
33 canı yakarak öldürenler ‘Cehennem ateşi bu’ diye tekbir getirdiklerine göre, Cehennem Sivas’ta ve Madımak Oteli’nin bulunduğu yer olabilir mi?
Yakılarak öldürülenler ve ateşten kıl payı kurtulan Hidayet Karakuş ateşli cezalandırılması gerekenlerden mi? Mürtet mi? Yakarak öldürmek isteyenler, yalnızca Allahın yapacağı cezalandırmayı kendileri yaparak aynı anda Allaha da şirk koşmuş olmuyorlar mı?
Hidayet KARAKUŞ: Kişilerin günahkâr olup olmadığına kişiler karar verebilir mi? Kendilerini Tanrı’nın temsilcisi gibi görüp karar verenler kendi inançlarına ne denli bağlılar? Hangi hakla başkalarını cezalandırmayı kendilerine görev biliyorlar? Yukarıda anlatılan söylenceye gelince yanlış anlamadıysam Muhammet, adı geçen kişileri önce yakarak cezalandırmayı öneriyor. Sonra yakıcılar yola çıkmadan bu görüşünü değiştiriyor, “Ateşle yalnız Allah cezalandırır” diyor. Burada iki temel dinsel gerçeklik çıkıyor karşımıza:
Birincisi Muhammet, ilk sözüyle ateşle cezalandırmaya izin veriyor. Bu konuda sanırım yeterli vahiy henüz gelmemiş. Sonra ateşle cezalandırmanın Tanrı’nın işi olduğuna karar vererek, cehenneme bırakıyor asıl cezayı. Bir bakıma cehennemin temelini atıyor. Bin beş yüz yıl önce bu sözü söylemiş mi söylememiş mi önemli değil. Önemli olan buna inanılması, inananların eylemleridir.
İkincisi aradan geçen bunca yıl din kitaplarının varlığı ancak yorumlarla sürdüğüne göre hangi yorumun doğru, hangisinin yanlış olduğunu bulmak da kimsenin harcı değil. İnançlar tartışılmadığına göre Ortaçağ’da İslamların da, Hıristiyanların da ya da başka inançlardaki insanlığı ateşle düzeltmeye çalışanların da korkunç yüzleriyle günümüze değin yaşamış olmalarıdır. Avrupa’nın aydınlanma sancılarının büyük olduğunu biliyoruz. Biz bu sancıyı Mustafa Kemal Atatürk sayesinde kansız atlatacak, aydınlanmanın ışığıyla insan gibi yaşama olanağına kavuşacaktık. Küresel efendilerle, onların yurt içindeki işbirlikçileri insanımıza bunu çok gördüler. Barıştan korktular, güzelliklerden korktular, insanlıktan korktular.
Tanrı’ya şirk koşmak, ona inananların inancıyla varılabilecek bir sonuç. Kendilerini Tanrı yerine koyup onun adına insan kesenler bugün de var. Kan içiyorlar Tanrı adına. İslam inancını, geçmişte Hıristiyanlığı kesinkes doğru kabul ederek insanlığa zulmedenler dünyaya hiçbir şey kazandırmamışlardır. Aksine yüzyıllardır İslam coğrafyasında kan kurumamıştır. İnandıkları Tanrı’yı bile anlamayanların insanlığa verecekleri bir şey yoktur. Tanrı olsalar da yakarlar, olmasalar da. Romanlarımdan birinde sanırım Uykusu Derin Şehir’de bir kahraman “Herkesin Tanrı’sı kendisi kadardır” der. Bugün buna eklenebilecek bir boyut daha var sanırım: “Herkesin Tanrısı kendisi kadar olduğu gibi aynı zamanda kendisi gibidir de.” Kişi zalimse zalim bir Tanrısı vardır; kişi yumuşak, barışsever, insancılsa Tanrısı da insancıl, sevecen, barışçıdır.
Bugün dincilerin üretimle ilgili, insanlığa yeni değerler kazandırmakla ilgili bir sözleri, eylemleri var mıdır? Asıl önemli olan üretmek, çalışmak, paylaşmak, insanlığın gereksinmelerini karşılamak değil midir? Bu işe Tanrı’nın karşı çıktığını hiçbir yerde okumadım. Bir de böyle düşünelim.
Halit PAYZA: Pir Sultan Abdal, Osmanlı Ulema’sına göre dinsizdir. Namaz kılmamakta, oruç tutmamakta, şeriata aykırı davranmaktadır. Dinen yasaklanan şarap içmekte, Safevileri savunmakta, rafizi yasak kitapları okumaktadır. Ayrıca, semah dönmekte, çengili-çalgılı törenler düzenlemekte, haremlik-selamlık ilişkilerine boş vererek, kadınlı erkekli cem’e katılmaktadır. Bu gerekçelerle de din dışı sayılmıştır. Hızır Paşa, elinden feyz aldığı ve desteğini gördüğü Pir Sultan’ı, Osmanlı’nın otoriter baskıcı yönetimine baş eğmediği, halkı ezen ve onu daha da yoksullaştıran sömürüsüne mührünü basarak onay vermediği için idam sehpasına götürmüştür. Pir Sultan Abdal, hainlerle işbirliği yapmamış, özgür aklı ve insanca bir yönetim biçimini savunduğu için asılmıştır.
İki Sivas var: “Pir Sultan’ın yeniden küllerinden doğuran Sivas, ikincisi küllerinden doğan Pir Sultan’ı yeniden küle dönüştüren Sivas. Birincisi Sivas’sa, ikincisi Sivas’tan öte, Madımak’tır. Birincisi Musa’sına sahip çıkan Sivas, ikincisi Firavun gibi ateşlerle 33 canı yakan Sivas. İkincisi düpedüz utançtır. Saray, Pir Sultan Abdal’ı astırıp, Osmanlı’yı utanca kesmişti, Cumhuriyet onu yeniden anlatıp utancı silebilirdi. Bunu yapmadı. Utanca yeni utanç katarak, utancı daha belirginleştirdi. Utanmak güzel bir duygudur, insanın içini temizler. Ancak görüyoruz ki, yapıcı olan da artık yıkıcıdır.”
Pir Sultan’a yaraşır bir etkinliğin gerçekleştirilmesi için hazırlıklar aylar öncesinden başlanıldığını biliyoruz. Aydın’lar; sanatçılar, yazarlar bu amacın gerçekleşmesi için üzerlerine düşeni yapmaya hazırlar, üstelik canlarını verecek kadar. Ne var ki hazırlananlar yalnızca onlar değil, bir de hazırlananlara karşı hazırlananlar var. Kentte, “Müslümanlar” diye başlayan bir bildiri dağıtılıyor. Bildiride, etkinliğe katılacak olan sanatçı ve yazarların “Müslümanlığın kutsal değerlerine hakaret ettikleri” yazılı. Sivas Belediyesi, Pir Sultan Abdal Şenliklerine karşı, başka bir etkinliği gerçekleştiriyor; “Hicret Koşusu” bunun için düzenleniyor. Çevre illerden Sivas’a, bu koşuya katılmak ya da izlemek isteyenler de o gün Sivas’a geliyorlar. Yerel gazeteler de yazdıkları yazılarla “Müslümanlığa hakaretle” suçlayan ve “Müslümanlara, Müslümanlıklarını yerine getirmesini” isteyen bildirilerden farkı yok. Gazeteler bildiri, bildiriler gazetediler. Üstelik Madımak Otelin önünde yol çalışması yapılacağı gerekçesi ile kamyonlar dolusu taş getirilerek, göstericilerin emrine amade yığılmış durumda. Bunlar namluya sürülmüş ve patlamaya hazır fişekler. Güvenlik güçleri başka gerekçelerle, kent dışında…
Meydan Cami ile Paşa Cami’de Cuma namazından sonra sokaklara çıkıyorlar. Atatürk Caddesinden, Vilayet binası önüne doğru bir yürüyüş başlıyor. Başlangıçta, sayıları beş yüz civarında. Yürüyüşçüler Vilayet Alanına geldiklerinde, onları orada karşılayarak, kendilerine katılanlarla sayıları beş bini buluyor. İstasyon Caddesi güzergâhından akan kalabalık, etkinliklerin yapılacağı Kültür Merkezine ilerliyor. Kültür Merkezi’nin önünde Pir Sultan’ın önüne bir anıt dikilmiş, kanlı Sivas’tan bir gün önce: Ozanlar anıtı. Anıtın boğazından ip geçiriliyor, yerinden sökülüyor yerde kalabalıkça sürükleniyor. Bir yandan da kalabalık artmakta, sayılarının on beş-yirmi bin civarında olduğu söyleniyor.
Valilik olayların istenilmeyen bir yöne gittiğini görünce etkinlikleri iptal edildiğini açıklamak durumunda kalıyor. Vali’nin sözleri dikkate alınmıyor. Bu kez Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu konuşuyor ve cinnet’i gaza’ya benzetiyor; “Gazalarının mübarek olmasını” diliyor. Araçlar devriliyor, önce araçlar, sonra otelin kırılan camlarından dışarı taşan perdeler ateşe veriliyor. İtfaiye, yangını seyretmekle yetiniyor, görevlerinin yangını söndürmek değil, yangını gözlemek olduğunu varsayıyorlar. İş işten geçtikten sonra, görüntüyü kurtarmak için harekete geçiyorlar, içeride sağ kalanları kurtarmak için yangın merdiveni otele uzatıyorlar, asıl amaç Aziz Nesin’in yanındaki görevli polisleri kurtarmak olmalı. Rastlantısal olarak yangında boğularak ölmekten ve böylelikle yanmaktan kurtulan Aziz Nesin, merdivenlerden aşağı indirilirken fark ediliyor, merdivenden düşürülüyor, dövülüyor, sövülüyor. Sonuç: Nesimi Çimen, Asım Bezirci, Metin Altıok, Muhlis Akarsu, Behçet Aysan, Muhibe Akarsu, Edibe Suları, Uğur Kaynar, Asaf Koçak, Erdal Ayrancı, Sehengül Ateş, Hasret Gültekin, Muammer Çiçek, Gülender Akça, Mehmet Atay, Sait Metin, Corina Johanna, Gülsün Karababa, İnci Türk, Huriye Özkan, Murat Gündüz, Ahmet Özyurt, Handan Metin, Yeşim Özkan, Yasemin Sivri, Serpil Canik, Serkan Doğan, Belkıs Çakır, Nurcan Şahin, Özlem Şahin, Asuman Sivri, Menekşe Kaya, Koray Kaya, yangında boğularak, yanarak can veriyorlar.
Bütün bunlar olurken Hidayet karakuş da eşiyle birlikte, 2 Temmuz 1993’de orada ve ölümden kıl payı kurtulan 31 kişi arasında yer alıyor. Hidayet Karakuş ve eşi ‘mutlak ölüm’den nasıl ‘kıl payı’ kurtuluyor.
Burhan Günel’e de sormuştum. Bize; rastlantısal olarak, bir arkadaşı ile birlikte yangın anında otelde olmadığını söyledi.
Hidayet Karakuş, ‘mutlak ölüm’den nasıl ‘kıl payı’ kurtuldu?
SİVAS MADIMAK KATLİAMI'NIN GERÇEK ÖYKÜSÜ
Hidayet KARAKUŞ: Oteldeydik. Bunu çok yerde anlattım, yine anlatacağım. Özellikle gençlerin, olayı kulaktan duyma öğrenmemeleri için anlatacağım.
1 Temmuz 1993 sabahı Sivas’a indiğimizde her şey çok güzeldi. Pırıl pırıl bir güneş vardı. Saat 09.00 sıralarıydı. Bütün konukları otele, devlet kurumlarının konukevlerine dağıttılar başlangıçta. Sonra yazarların, sanatçıların birbirleriyle daha çok görüşebilmesi için Madımak Oteli’nde olmalarına karar verildi.
Kahvaltıdan sonra saat 10.00’da Kültür Merkezi’nde Pir Sultan Abdal Etkinliklerinin açılışı yapıldı. Pir Sultan Abdal Derneği başkanı Murtaza Demir, Ali Balkız, Asım Bezirci, Aziz Nesin… 1500 kişilik salonda kapılara taşan kalabalığa konuştular. Kimsenin tahrik olduğu görülmedi.
O gün yapılması gereken tiyatro gösterileri, saydam gösterisi, halk oyunları, karikatür sergisi, halk konserleri yapıldı. Etkinlikler çoğunlukla Kültür Merkezi’yle Buruciye Medresesi’nin avlusunda yapılıyordu.
2 Temmuz’da saat 11.00’de yazarların, şairlerin imza günü vardı. Hepimiz için Buruciye Medresesi’nde birer masa ayrılmış, kitaplarımız masalara konulmuştu. Ancak bir eksik vardı: Okur. Tek tük gelenler oldu ama biz daha çok kendi aramızda söyleştik. Bu arada fotoğraf sanatçısı olan Gülnaz Çolak arkadaşımız hepimizin tek tek fotoğraflarını çekti. Şimdi o fotoğraflar önemli bir belgedir. Saat 12.00’ye doğru ben otele döndüm. Eşimi hasta bırakmıştım. Sivas’ın yemekleri dokundu midesine. Odaya çıktığımda eşim uyuyordu. Onu uyandırmadan biraz kitap, gazete okudum. Saat 13.00 sıralarında uyandı. “Yemeğe gitmeyelim, sen dışarıdan peynir ekmek al, onları yiyelim” dedi. Otelden çıktım, sabahtan gezmiş, Madımak otunun nasıl bir ot olduğunu merak ederek Pazar yerine gitmiştim. Madımak bizim kuzukulağı dediğimiz ota benziyordu. Pazar yerinde gördüğüm bir bakkaldan peynir alıp çıktığımda fişin saati 13.25 yazıyordu. Bakkalın karşısında Paşa Camisi ya da öteki adıyla Merkez Camisi vardı. Caminin avlusunda bir öbek insan bağırıp çağırıyor, ortalarından da alevler yükseliyordu. Onları izleyen bir yurttaşa sordum “Ne yapıyorlar bunlar” diye. “Amerikan bayrağı yakıyorlar” dedi. Bunun bize yönelik bir tepki olduğunu düşünerek köşedeki büfeden ekmek alıp otele yöneldim. Yolumun üzerindeki Cumhuriyet Lokantasında yemek yiyen arkadaşlara da durum söyleyecektim ama zaten cami avlusundakiler peşimde caddeye çıkmışlar, bağıra çağıra yürümeye başlamışlardı. Yemekteki arkadaşlar da lokantanın önüne çıkıp onları izlemeye başlamışlardı. Otele geldi. Lobide Asım Bezirci’yle Cafer Can Aydın satranç oynuyor, Cahit Külebi, Aziz Nesin, Sami Karaören… daha birkaç kişi camdan dışarıdaki kalabalığı izliyordu.
Ben yukarı çıktım peynir ekmeği acele yiyip, toparlandık; odayı boşaltıp odaların önüne çıktık. Ali Yüce, eşi Nimet Abla, Cem Cilasun, Asım Bezirci, Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur Kaynar… daha nicesi merdivenlerde, odaların önünde gezinmeye başladık. Otele ilk taş anımsadığım kadarıyla saat 14.10 sıralarında düştü. O andan sonra yağmur gibi taşla, molozla otelin bütün camları kırıldı.
Çaresiz, bizi buradan çıkartacak bir erk bekliyorduk.
Ali Balkız’la bir çıkış yolu bulur muyuz, diye çatı aralığına kadar tırmandık. Çatıdaki kapağı kaldırdığımızda karşımızdaki iş hanının bütün katlarından otelin taşlandığını gördük. Anlaşılan iş hanı önceden taşlarla, molozlarla doldurulmuştu.
Yangın merdivenini kullanmayı düşündük ama hem kapı kilitliydi hem merdiven doğrudan kalabalığın içine iniyordu.
Kara kalabalık “Muhammet’in ordusu laiklerin korkusu”, “Hain vali, şeytan Aziz”, Cumhuriyet Burada kuruldu, burada yıkılacak”, “Şeriat gelecek laiklik bitecek” diye bağırıyordu.
Saat 15.30 sıralarında belediye başkanı Temel Karamollaoğlu, mikrofonla halka seslendi: “Gazanız mübarek olsun. Biz tepkimizi gösterdik, dağılalım artık” dedi. Onun bu seslenişi kalabalığı daha çok coşturdu, otel daha yoğun taşlanmaya başladı.
16.20 sıralarında alana bir askeri birlik geldi. Yirmi kadar asker vardı. Kapı aralığından gördük. Ancak sonradan öğrendiğimize göre onlar da o gün yemin etmiş acemi çocuklarmış, tüfeklerinde de eğitim mermisi varmış. Bunu da o çocukların içinde olan bir arkadaşımın oğlu söyledi sonradan.
17.00 sıralarında Ankara’yla telefon görüşmeleri yapılıyordu. Aziz Nesin, Arif Sağ, Murtaza Demir… başta Erdal İnönü olmak üzere ulaşabildikleri yetkililerle görüştüler. Hepsinin ortak önerisi, bizim sakin olmamızdı. Biz sakindik ama kara kalabalık hiç de sakin değildi.
17.30’da telefonlar kesildi.
18.00 sıralarında biz üç arkadaş Lütfiye Aydın, Zerrin Taşpınar, ben 109 numaralı odada televizyonları karıştırdık. Yanılmıyorsam Star Televizyonunda bir alt yazı geçti: Sivas’ta olaylar… diye. O arada ben pencereden dışarı baktım. Orada üçgen, balkonumsu bir yer gördüm. Burası bizi bir süre koruyabilir, diye geçti içimden.
19.30’da elektrikler kesildi, karanlıkta aşağıdan gaz kokuları gelmeye başladı.
Saat 19.50 sıralarında bir ses “Arkadaşlar aşağı gelin” dedi. Sandık ki bizi güvenlikli bir yere götürecekler. Merdivende iki basamak inmeden bizi büyük bir sıcaklık, duman karşıladı. Aynı anda bir başka ses “Arkadaşlar yukarı” diye bağırdı. Ben o karanlıkta ateşin, dumanın hep yukarı çıktığını düşünerek “Arkadaşlar arka odalara yürüyün, kapıları, pencereleri kırın” dedim. Kim ne kadar duydu bilmiyorum ama 109 numaralı odadan biz az önce söylediğim o üçgenimsi yere çıktık. Karşımızda iki pencere vardı geçebileceğimiz ama iki pencerede iki Aczmendi sarıkları, cübbeleri, ellerinde sopalarıyla bize söverek “Gelmeyin, girdiğiniz yerden çıkın” diye bağırıyor; kadınlara ağza alınmadık küfürler ediyorlardı.
Bu arada dönenler olmuş. Biz kararsızlıkla beklerken Aczmendilerin gittiğini, yerlerine gelen tıknaz bir adamın bize “Gelin arkadaşlar” dediğini gördük. Eşim ondan da kuşkulandı.
Yeni bir tuzağa çekildiğimizi düşünerek “Gelmiyorum, sizin elinizde ölmektense burada yanarım” dedi. Saliseler içinde öteki pencerede Aziz Nesin’in üç korumasından biri olan Komiser Mehmet’i gördüm. Ötekiler olaylar başladıktan sonra kaybolmuşlardı. Bu koruma, elinde telsiziyle bize “Gelin arkadaşlar” dedi. “Ben güveniyorum” diyerek önce eşimi indirdim araya, sonra ben indim derken 31 kişi o binaya arka pencerelerinden girdik. Orasının BBP binası olduğunu girince öğrendik. Ayrıntıyı bir yana geçelim. Saat 20.50 sıralarında da bizi Komiser Mehmet’in belediyeden sağladığı bir personel otobüsüyle Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldük. Kurtuluşumuz böyle oldu.
Halit PAYZA: Madımak katliamı ile ilgili dava Sivas’ta açıldı, güvenliğin sağlanamayacağı, yeni olayların yaşanabileceği endişesi ile Ankara’ya taşındı. Adli yargı davayı örgütlü suç olarak nitelendirdi ve Devlet Güvenlik Mahnkemesi’ne -DGM- gönderdi.
1994 yılında DGM, suçluları ve suçluyu karıştırdı. Yakılarak öldürülmeye çalışılan, kurtulduğu anlaşılınca, kurtarılmak istenmeyen, tartaklanan Aziz Nesin’i suçladı, tahrikçi olduğu kanısını ileri sürdü. Aziz Nesin, bundan bir süre önce Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri adlı kitabının bazı bölümlerini Türkçeye çevirmiş ve düşünce özgürlüğünü savunmak adına, günlük Aydınlık gazetesinde yayımlatmıştı. Mahkemeye göre bu onu tahrikçi yapıyordu ve suçlular değil, tahrikçi olan Aziz Nesin suçluydu.
Yargıtay, DGM’nin verdiği kararı bozdu. Kararı hukuka uygun bulmadı.
DGM, 28 Şubat sürecinin de rüzgârlarıyla davayı bu kez “Anayasal düzeni bozarak şeriat devleti kurma” iddiasıyla yeniden görüldü. 33 sanık hakkında idam kararı verildi. 16 Haziran 2000’de mahkeme bozma üzerine yeniden idam kararı verdi. 2002’de ceza yasalarında yapılan değişiklikle idam cezası kaldırıldı. Sanıkların cezaları ömür boyu ağır hapis olarak değiştirildi.
Hidayet Karakuş yargılamayı izleyebildi mi, tanık olarak ifade verdi mi? Yargı kararlarını ‘adil’ buluyor mu? Ahmet Arif’in “33 Kurşun”u gibi, 33 ölüme karşı 33 idam, ardından da ölüm cezasının kaldırılarak sanıkların farklı cezalara çarptırılmasını nasıl değerlendirilmeli?
Hidayet KARAKUŞ: Davayı avukatlarımız Nusret Senem, Şenal Saruhan… izlediler. Bizim Ankara’da davaları izleme olanağımız yoktu. Burada Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde ifademize başvurdular. Burada da savcının eşime sorduğu soruyu unutmadık: “Sivas’ta ne işiniz vardı?”
Türkiye’de adalet düzeneği öteden beri sorunlu olmuştur. Ancak bu davalarda özellikle ilk mahkeme sanki sanıklara daha bir yakınlık duyuyordu. Sonradan Yargıtay’ın bozmasıyla cezalar daha ağırlaştırıldı ama gerçek şu ki adalet hiçbir zaman vicdanları rahatlatacak biçimde gerçekleşmedi. Ayrıntıları basın sık sık yazıyor, biliyorsunuz.
Halit PAYZA: İslam ‘hoşgörü’ dini olarak biliniyor. Radikal İslam ise hızlı bir ivmeyle giderek yükseliyor. Üstelik ‘ılımlı’ olmanın ötesinde çok daha radikal… Laik ülkelerde bile ‘sağ’ İslam’ı kullanarak iktidar oluyor. Seçmenler ve inananlar; Allah ile aldatılıyor. Seçmenin bundan yakındığı da yok gibi. Yaşam biçiminin değiştirilmesini istemeyen kitleler; Gezi direnişinde, Atatürk mitinglerinde, benzer etkinliklerde seslerini yükseltmelerine karşın, örgütlü ve iktidar olmayı hedeflemedikleri için yeterince etkin olamıyorlar. Büyük Ortadoğu Projesi adım adım hedeflerine yürüyor. Asya, Afrika ülkelerinin haritaları yeniden çiziliyor, yeni devletçikler ortaya çıkarılıyor. Haritası değiştirilecek ülkeler arasında Türkiye de var. Türkiye de önce eyaletlerle ‘Birleşik Türkiye Cumhuriyeti” yapılmak isteniliyor. 12 Eylül’de tezgâhlanan darbenin ereklerinden biri de bu. Kenan evren Türkiye’yi yedi eyalete bölmek istediklerini söylüyor. Başaramadı. Türkiye eyaletlere bölünemedi ama bir ülkeden iki ülke çıkarılmak isteniliyor ve bugün 12 Eylül’den daha fazla yol alındı.
Hidayet KARAKUŞ: Düşüncelerimin doğru olduğuna inandığım için sonuna değin onları savunmaya çalışıyorum. Türkiye’nin üzerindeki karabasanın Sevr’in öcüyle açıklanabileceğini; işbirlikçilerin, Mustafa Kemal Atatürk’ün deyişiyle “gaflet, dalalet ve hıyanet içinde olanların” 1946’dan beri Cumhuriyet’in aydınlanmasına karşı sinsi sinsi savaştıklarını biliyoruz. Emperyalistlerin Ortadoğu pastasından gösterdikleri havuç ülkemizi parçalanmaya, dahası yok olmaya götürüyor. Bunu yurtseverlerin aşacağına, elbette yeni bir dünya kuracaklarına, o dünyayı namuslu, adaletli bir ülkede yaşayacaklarına inanmak istiyorum. Her zor günün bir aydınlığı vardır. Özgücümüze güvenerek ayağa kalkacağız. Başka bir çözüm yok. Bu da örgütlü bir çabayla olacaktır. O örgütü de yaratacağız.
Konuşma: Halit Payza
YORUMLAR