Kendini Main Nehrine atarak yaşama veda eden
dostum Lasaros'un anısına

 

NOT DEFTERIMDEN BİR YAPRAK                  

Havalimanı taksi durağındayım. Nikos Kazancakis'in Zorba romanını direksiyona yasladım, sindire sindire okuyorum. İnsana özgü hallerin rengârenk bahçesinde gezinen neşeli bir arı gibiyim. Yüce duyguların berrak sularıyla yıkanmış sayfalar, Akdeniz'in köpüklü dalgaları gibi ılık ılk çarpıyor yüreğime. Okudukça yaşam sevinciyle dolup taşıyorum...

Romanın büyüsüne kendimi büsbütün kaptırdığım anlarda artık taksi durağında değil, Girit kumsalında sirtaki oynayan Zorba'nın yanıbaşındayım. Arabamı öne çekmeyi unutuyorum. Sıra düzeni benim yüzümden aksıyor. Durağın dışına taşmış onlarca taksiden tek tük korna sesleri geliyor. Marşa basıp hızla öne çekiyorum aracımı; durakta yer açıyorum onlara. Ayırt etmeksizin her bir meslektaşıma saygıda kusur etmediğimden olmalı, diğer ağır canlı şoförlere yaptıkları gibi hemen hakaret yağdırmıyorlar bana. Şimdilik sadece kornayla yetiniyorlar. Fakat, öne çekme işini birkaç kez daha savsaklayınca, bu kez korna sesleri uzuyor, acılaşıyor. Kafasını camdan sarkıtıp, ''Profesör mü olacaksın, git evinde oku kitabını!'' diye bağıranlar oluyor... 

 
Kazancakis

Köprü altındaki bu kasvetli dar geçitten bir an önce kurtulup, kendilerini ana duraktaki kantine atmak istiyorlar. Kimi hemen kahvesini alıp iskambil oyununa tutuşacak, kimi kantin duvarındaki otomata bozuk para atıp, sırası gelene dek attığı paranın on katını, yüz katını kazanma heyecanını yaşayacak! Ne yazık ki, bir romanın esrik havasında kaybolmuşluğun nasıl bir duygu olduğunu düşünecek, anlayacak incelikte olan çok az aralarında. Yine de kızmıyorum, kızamıyorum. Her birimizin sırtında göçmenliğin ağır yükleri var. Romanımın büyüsü kaçmasın diye bağıranları duymazdan gelip ana durağın görece sessizliğinde okumaya devam ediyorum Zorba'yı...

 

Bir ara açık penceremden bir el uzanıp yanağımdan bir makas aldı. Baktım, herkesin ''Laso'' diye seslendiği Lasaros Abi'min eli. Dedesi, babası, mübadele yıllarında bohçasını sırtlayıp gözü arkada  Yunanistan'a göçen Anadolululardan. Türkçesi su gibi. Katerini'deki evlerinde, Trabzon'daki evlerinde olduğu gibi çoğunca Türkçe konuşulmuş. Yalnız, Lasaros abim öyle hemen Türkçe konuşmaz! Şartı var: İnsanlık parolası ''İrini'' yani ''Barış'' olacak karşısında konuştuğu Türk'ün.

Savaş yıllarının kinini içinden atamamış Yunanlara da yüz vermez pek. 

İşleri o gün iyi gider, neşesi yerinde olursa, ben ısrar etmeden ağzını kulağıma yaklaştırıp Şair Yannis Ritsos'un (çok sevdiğimi bilir) ''İrini'' şiirinden Yunanca bölümler okur:                       ...

                        ''Barış;

                               Herkesin kardeşim demesidir birbirine,

                                      yarın yeni bir dünya kuracağız demesidir;

                                                     ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle.

                                                                                            Barış budur işte!..''

Belleğinden okuduğu şiir biter bitmez onu coşkuyla kucaklayacağımı, kantinden ona hemen bir kahve kapıp getireceğimi bilir. Döş cebindeki paketten çıkarttığı sigarasını dudaklarının arasına yerleştirişi, sigarasını yakmayışı, getireceğim kahveyi gülümseyerek bekleyişi bir film sahnesini andıran güzelliktedir...

Bu kez tersi oldu! O, bana kahve getirdi. Hayrola! der gibi baktım. Özür kahvesiymiş! ''Neyin özürü Laso Abi?'' dedim. Demin arkamdan korna konseri verenlerin içinde Laso Abi'm de varmış meğerse! Sunduğu kahveyi teşekkür ederek aldım; elimde kitabımla indim arabadan. ''Ne kitabı o içine düştüğün?'' dedi. Yazarının adını elimle gizleyip kapağını gösterdim. Kapak resminde, ceketi elinde, çözük kravatı boynunda, sirtaki oynayan gamsız bir adam... Hemen tanıdı. Uzunca bir ''Amaan!'' çekti şaşkınlıktan.  ''Bizim Zorba'yı kornalamışım meğerse demin!'' dedi.

Ben de, üstüne basarak, ''Evet!.. Utan!..'' dedim.

''İyi de, kıçında zart zurt korna çalanların, tepende öküz gibi böğüren uçakların altında okunur mu bu güzelim kitap!'' 

Getirdiği kahveden ilk yudumu çekip sordum: ''Ya nerde okunur?''

''Dinle beni o zaman Kapadokyalı acemi çoban!'' dedi ve tepemizde yenice havalanan bir uçağı gösterdi:  ''Görüyor musun şu havadakini? Baharın ona bineceksin; doooğru Girit'e! Heraklion'a (Kandiye) ineceksin. Önce Koca Kazancakis'i mezarında selamlayacaksın. Sonra doğru bir zamanlar minareci dedelerinin sivrilttiği eski minareleri görmeye Rethymnon'a (Resmo), ardından Chania'nın (Hanya) dar sokaklarına, kemerli çarşısına! Adanın havasına biraz alıştıktan sonra, doğru Stavros kıyılarına!..

O sessiz kıyılarda kayalıklara oturacaksın. İpil ipil dalgaları seyrederken, Ege'den, Akdeniz'den esip gelen rüzgarı iyice çekeceksin içine. Bir kadeh Girit rakısını mavi gökyüzüne kaldırıp, ''Yamas Zorba! (Şerefine Zorba!)'' diyerek bir dikişte bitireceksin. Üstüne hemen iri parça Girit peyniri!..

Damağın bayram ederken, başlayacaksın Zorba'nın sayfalarını çevirmeye...''

 
Kazancakis'in mezarı

Öyle güzel anlattı ki, kafamda masmavi bir cennet çizdim. Elimi omzuna attım, ''Vallahi haklısın, Ege'nin, Akdeniz'in köpüklü dalgaları kabardı içimde seni dinlerken Lasaros Abi!''  dedim.

''Öyleyse söz ver bana; bir gün gidip Kazancakis'in memleketinde bir kez de benim için okuyacaksın Zorba'yı!..'' 

''Söz!'' dedim.

''Olmaz, dedi; ''Almanya'da herşey yazılı olur! Burası doğduğun köy değil, sözünü yazılı isterim!''

Torpido gözündeki defterimden kopardığım yaprağa şunları yazdım:

''Dağların yeşile boyandığı bir bahar günü Girit'e gideceğim. Zorba'yı Akdeniz kıyılarında yeniden okuyacağım. Bugün bana özür kahvesi sunan Lasaros Abi'm böyle buyurdu! Ben de şimdi ona, Giritli çapkın Tanrı Zeus'un önünde söz veriyorum. Zorba'yı Girit topraklarında yeniden okuyacağım!''

Yazdığım notu kitabımın arasına koymadan, sigarasından derin nefesler çekerek, sıcak bakışlarla beni izleyen dostum Laso'nun duyacağı tonda tane tane okudum yazdıklarımı...

                                                                          (25 Ekim 1995, Frankfurt Havalimanı Durağı)                           

                                                                     

UÇAĞIMIZ GİRİT'E ALÇALIRKEN

Akdeniz'e konacakmış gibi geniş kavislerle alçalan uçağımızın penceresinden Heraklion Limanı,Venedik Surları, hatta sakin limanda bekleşen balıkçı tekneleri bile olanca güzelliğiyle izlenebiliyordu artık. Frankfurt'un kurşuni göğü, iki buçuk saat sonra yerini göz kamaştıran bir Girit sabahına bırakmıştı...

Kitaplığımın 'yeniden okunacaklar' rafında sabırla Girit'e götürülmeyi bekleyen Zorba'yı heyecanla çıkardım çantamdan. Tam yirmi iki yıl önce kitabın arasına koyduğum notu solgun sayfaların arasından bulup hüzünle okudum. Birkaç yıl önce, Eski Köprü'den kendini Main nehrine bırakıp yaşamına son veren sevgili dostum Lasaros Papadopoulos'u  o günlerin sıcaklığıyla bir kez daha anımsadım. Zorba'dan okuyup yüreğine işlediği ''Sevgi ölümü her koşulda yener!'' sözünü ne çok yinelerdi oysa...

Girit'e alçalırken, yüzünden eksik etmediği gülümseyişiyle, sıcak elini omzuma koyup ağır ağır anlattığı çocukluk anılarıyla, Yunancayı Türkçeyle harmanlayarak Ritsos'tan, Seferis'ten, Nâzım'dan okuduğumuz şiirlerle bir kez daha gözlerimin önündeydi Lasaros abim...

Uçağımızın tekerlekleri Heraklion- Nikos Kazancakis Havalimanı'na bastığında, Girit'e ilk kez gelmenin çocuksu coşkusu ve bir dosta verilmiş sözü geç de olsa yerine getirmenin geniş huzuru içindeydim...
 

SURLARDA YATAN YAZAR

İlk durağımız Heraklion'u kuşatan ünlü Venedik surlarıydı. Büyük yazar Kazancakis, bu surların en yüksek yerinde, Martinego burcunda yatıyor çünkü. Girit dağlarından getirilen koyu granitlerle örülmüş, palmiyelerle ve türlü Akdeniz bitkileriyle çevrelenmiş sade bir mezarı var. Mezarının başında durup, Giritli bir Türk'ün, Ahmet Angın'ın Türkçeye başarıyla aktardığı 1993 baskısı Zorba romanıyla selamladım onu. Ayaklarını Akdeniz'e uzatmış, sırtını Yuktas Dağı'na vermiş, doğduğu topraklarla kucak kucağa, sonsuz dinlencesinin keyfini sürüyor büyük yazar. Mezar ve keyif gibi iki zıt sözcük, Kazancakis gibi yüce ruhlu yazarlar için kurulan tümcelerde yan yana getirilebilir ancak. Eski kitabeleri andıran mezar taşından, ''Hiçbir beklentim yok, hiçbir şeyden korkmuyorum, alabildiğine özgürüm!'' diye sesleniyor yazar. Mezarının yüce dağlara bakan manzarası altında, onun 'Tırmanış' şiirinin ilk dizelerini anımsadım:

"Ne büyük mutluluk dağın kutsal yalnızlığına tırmanmak
Tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı.''

 

ÖVGÜLERİME DÜŞEN PAPAZ GÖLGESİ

Surlardan inerken kafamda gezdirdiklerimi, tenha bir liman kahvesinde not defterime işliyordum: 

''Balkonlarda rüzgârla dans eden çamaşırlar, oturdukları bankta dertleşen yaşlı emekliler, pazarda meyve sebze seçen titiz ev kadınları, düzensiz ilerleyişleriyle caddeleri lunaparka çeviren arabalar, bisikletliler, yayalar... Garsonların köpüklü kahveleri bir bardak su ile sunuşundaki Akdenizlilik, eski evlerden dar sokaklara taşan rembetiko, sarmaşıkların altına büzüşmüş tembel kediler... Kısaca herşeyleri bizim topraklarımızı çağrıştırıyor bana...

Fakat, Yunanlar bizden çok daha vefalı. İşte Havalanlarının adı: Nicos Kazancakis!

İşte, koca yazarlarının mezar yeri: Ünlü Venedik surları!.. 

Ya biz? Türkçemizin Koca Nâzım'ı Moskova'da kaldı. Anadolu köyünde bir çınar gölgesi bulamadık ona hâlâ!

Ya mezarsız yatan Sabahattin Ali'lerimiz!

İşte Yunanistan'la farkımız burada! Onlar yazarını, şairlerini, aydınlarını, öldükten sonra bile bizim gibi acımasızca cezalandırmıyorlar. Adını ölümsüzleştiriyorlar...''

Tam bunları yazarken kahveye iyi giyimli birkaç yaşlı Yunan girdi. Göz göze geldik. Selamlaştık.

Tanışıyormuşuz gibi gülümseştik birbirimize. ''Nerelisiniz?'' dediler. ''Türküz.'' dedik. İçlerinden biri hemen Türkçe konuşmaya başladı. (Doksanlı yıllarda arabamızla birkaç kez boydan boya geçtiğimiz Yunanistan'ın bir çok yerinde Türkçe konuşan onlarca insana rastladığımızdan, Girit'te dilimizi konuşan bu yaşlı beyefendi hiç şaşırtmadı bizi. İyi ki de rastlamış, iyi ki de konuşmuşuz. Yoksa, not defterime duyguyla işlediklerim şimdi okuduğunuz yazıma hatalı geçecek, hatamı er geç farkettiğimde kimbilir ne çok utanacaktım!)

Emekli öğretmenmiş. Samimi sorularına hep ''Oğlum'' diyerek başlaması kırk yıllık dostlar gibi yakınlaştırdı bizi. Defterime ne yazdığımı merak etti. Şaşırtan benzerliklerimizi kabaca not aldığımı söyledim. Sadece, sanata ve sanatçıya verilen değerde Yunanlarla benzeşmediğimizi, geri kalan her şeyin bizdekiyle benzer ya da aynı olduğunu söyledim. Baktım söylediklerimi hemen onaylamıyor, devam ettim:

''Koca Kazancakis'i enginlere sığdıramayıp, taa surların tepelerine layık gören Yunan milletini, nasıl bizimkilere benzetebilirim!'' dedim

Yaşlı adam, beni dinlerken yudumladığı sıcak çayı zor yuttu. Gülmesini zar zor bastırarak:

 ''Sil oğlum o yazdığını, bildiğin gibi değil o iş! Yanılıyorsun. Ayrımız gayrımız yok! Orda da çok benzeriz birbirimize.'' dedi.

 ''Nasıl?'' dedim şaşkınca. Bazı kelimeleri hatırlamakta zorlana zorlana anlattı:

''Ben Gümülcine'nin köylerinde yıllarca öğretmenlik yaptım. Türklerle geçti ömrüm. Sizin imamlar, bahşişi önden bolca verirsen, ölmüş kişi ister dindar, ister dinsiz olsun, hatta isterse baş müftünün katili olsun, pek tınmazlar. Ölenin salasını okur, duasını eder, kefenine sarar istediğin yere de defnederler. Mezarlığa yasak koymazlar. Meftânın bir günahı varsa, zaten Allah ona aşağıda bunun hesabını soracak, cezasını verecek! derler. Ne güzel!.. (Sesini alçalttı) Laf aramızda, bizim papazlar sizin imamlar gibi değiller. Çok kinciler, hem de inatçılar! Koca Kazancakis'in yazdığı kitaplar dünyada İncil kadar olmasa da, İncil'e yakın okundu. Daha da okunacak! Yunan gençlerini kiliseden soğuttu, dinsizleştirdi diyerek çok kin bağladılar Kazancakis'e bizim papazlar. Gerçi, merhum da kiliseye, papazlara her kitabında demediğini koymadı ya!.. O da ayrı bir konu...'' 

Ağzım açık dinledim yaşlı öğretmenin anlattıklarını...

Meğer Kazancakis, 1957 yılında lösemiye yakalandığını bildiği halde, Çin ve Japonya'ya uzun bir yolculuk yapmış. Gezi dönüşü uğradığı Almanya'nın Freiburg kentinde hastalığı ağırlaşmış, bir kliniğe kaldırmışlar, orada ölmüş. Cenazesi, filme de alınan Zorba ile adını dünyaya duyurduğu memleketi Girit'e getirildiğinde kendine küçük bir mezar yeri bulamamış koca yazar.

Papazlar hınçla direnince, Ortodoks Kilisesi de, eserlerinde kendileriyle alay eden bu dinsiz yazarın Ortodoks mezarlığına defnedilmesine izin vermemiş! Dünyada ün yapmış koca bir yazarın cenazesini, biraz da utandıkları için mecburen Venedik burcuna defnetmişler. Yıllar sonra kültür elçileri, sosyalist siyasetçiler ağırlığını koymuş ve ona yakışan bu sade anıt mezar yapılmış...

Yaşlı öğretmene dedim ki:

''Papazlar aslında bilmeden iyilik etmişler Kazancakis'e! Doğduğu topraklara, Akdeniz'ine sonsuza dek yücelerden bakacak.''

Yaşlılar grubu kahveden ayrıldıktan sonra, Zorba'nın altını çizdiğim bazı satırlarına tekrar göz atarken, papaz olsam ben de ona mezar yeri vermezdim, dedim kendi kendime gülerek. 

''...Denizciler sordular: Doğru söyle Lemonis Kaptan, fırtınada arkan üç buçuk attı, değil mi?

Kaptan: Ulan çocuklar, size deniz üzerine yemin ederim ki, ölümü karşımda gördüğüm zaman aklıma ne Meryem geldi, ne de Ayos Nikolas! Kuluri'ye doğru döndüm, sadece karımı hatırladım ve şöyle bağırdım: Ah ulan Katerina! Şimdi yatağımızda, senin sıcak koynunda olsaydım!'' (S. 23)

''...Zorba: Patron Allah seni katırın gerisinden, keşişin de (papazın da) önünden korusun!'' (S. 65)

''...Ağaçlarla birlikte kızların göğüsleri de kabaracak, bluzlarına sığmayacak... Şeytan icadıdır namussuz ilkbahar! Bu dünyada iyi olan ne varsa, hepsi şeytanın icadıdır: Güzel kadınlar, ilkbahar, şarap... Bunları şeytan icat etti; Allah da, papazları (keşişleri), oruçları, adaçayını, çirkin kadınları yarattı. Yokolasıcalar!..'' (S. 234.)

 

KIYI KÖYLERİNDE DOLAŞIRKEN

Otelimiz küçük bir kıyı köyünde. Köyün adı: Georgopoli. Yaya olarak biraz açılınca, zeytinliklere, portakal bahçeleriyle bezeli yamaçlara, tepelerdeki özgün Girit köylerine kısa sürede ulaşılıyor. Keçiler, koyunlar, çoban köpekleri, kuşlar... Etrafa yayılan sesler, çocukluğumun yaylalarının Girit dağlarındaki yankısı sanki.

Sabah erkenden denizin sesini dinlemeye çıkıyoruz. Tek tük açık otellerde, pansiyonlarda ömürlerinin sakin akşamına uygun dinginlikler arayan yaşlı turistler var. Kumsal boyunca sıralanan palmiyelere sırtlarını vermişler, doğanın ve güneşin tadını çıkarıyorlar. Sağır eden gürültüyü, şamatayı dinlence sanan azgın turist kümeleri için çok şükür mevsim henüz erken.

Kıyı köylerinden uzaklaştıkça ilk çağlardaki dingin güzelliğine bürünüyor Akdeniz. Zeytinliklerin, portakal bahçelerinin ortasında kurulu tek tük çiftliklerin geniş taş avlularına uzanmış kediler, köpekler tıpkı çiftlik sahipleri gibi sabah güneşi altında uzun uzun geriniyor, esniyorlar.

Doğayla birlikte bir uyanış, bir canlanış var etrafta. Küçük limandaki balıkçı teknelerinde temizlik, onarım ve boya işleri başlamış.

Kendime ve karıma sözüm var: Girit'te kalacağımız on gün içinde, siyasetten, Yunanistan'ın mâli krizinden, işsizlikten, pahalılıktan... hiç söz etmeyeceğim. Çivit mavisi Akdeniz'e, pırıl pırıl gökyüzüne ve elimdeki Zorba kitabına on gün boyunca kuma getirmeyeceğim.

Ada insanlarını izlemek, salaş köy kahvelerinin çardaklarında köpüklü kahvemize Zorba'yı ortak etmenin keyfini çıkarmak, küçük notlar almak istiyorum...

HANYA'NIN HÜZÜNLÜ SOKAKLARINDA

Girit'in eski başkenti Hanya'dayız. Eski Türk mahallelerinde dolaşıyoruz. Terkedişlerin hüzünlü izlerini geçen on yıllar hâla silememiş. Eski evlerin solgun duvarlarında, dar taş sokaklarında, hatta küçük meydandaki dört asırlık çınar ağacında bile binlerce hüzünlü öykü gizli...

Bunu ancak bir ozan sesi anlatabilir:

''Eski bir minare mi yeni bir çan kulesi mi şu karşımdaki?
 
Eski bir çan kulesi mi yeni bir minare mi şu ardımdaki?''  (Ferruh Tunç)

İzmir'de öğrencilik yıllarımda, evlerine yemeğe davet eden arkadaşlarımın anne babalarından, dedelerinden, otobüslerde koltuk arkadaşlığı ettiğim bazı yaşlı İzmirlilerden, ''Evladım, biz aslen Giritliyiz!'' sözlerini sık sık duyardım. Fakat, Giritli olmak, oradan getirilip Batı Anadolu'nun dört bir yanında yeniden bir yaşam kurmak, sanki sıradan şeylermiş gibi gelirdi bana. Girit'teki çocukluklarından, ilk gençliklerinden anlatırken gözlerine dolan yaşlara pek anlam veremez, yirmili yaşların hayhuyu içinde yarım kulak dinler geçerdim anlattıklarını. O yıllarda kafamda, göç, göçmenlik, mübadele kavramları sadece kelimelerden ibaretti. Oysa, insanın doğduğu toprakta tohum gibi çatladığını, kök saldığını, o topraktan sökülüp başka yerlere tekrar dikilse bile artık yapraklarının, çiçeklerinin aynı canlılıkta açmayacağını, yıllar sonra kendim de uzak bir ülkede göçmen olunca kavradım.

Begonyalar sarkan eski evleriyle Türk mahalleleri karşıma çıkınca, mübadeleyle gelen ailelerden yıllar önce dinlediğim kederli yakınışlar tekrar tekrar çınladı kulaklarımda...

Önümde, buraya gelenlerin orayı, oraya gidenlerin de burayı düşlediği bir mahalle vardı. Sokaklarında yürüdükçe, önüme taş duvarları aşınmış mescitler, minareler, yarısı yıkılıp kalın camlı bir butik sergenine çevrilmiş hamamlara rastladıkça içimde hüzün rüzgârları esti.

 

Sessiz bir arka sokakta, küçük, temiz, masalara rengârenk Akdeniz çiçeklerinin sarktığı bütün masaları boş bir kafe gördük. Sahibi güleryüzlüydü, hemen oturduk.

''Nereye otursak ayağımız uğurlu geliyor, o kafe hemen doluyor!'' der karım hep; ben de her seferinde alaysı alaysı gülerim. Gülerim ama, içten içe artık ben de inanmaya başladım, gidip oturduğumuz kafelerin çoğu gerçekten bir süre sonra doluyor. Daha Zorba'dan on sayfa okumadan kafenin sokaktaki bütün masaları neşeli genç ailelerle silme doldu. 

Yazınsal yapıtların niteliklisi, salt içimizi arındırmakla kalmıyor, sınırları aşan güzel sohbetlere, dostluklara köprü de oluyor.

Heraklion'daki kafede, Kazancakis'in mezar öyküsünü anlatan yaşlı öğretmenden sonra, Hanya'da oturduğumuz bu kafede de Zorba'yı okuduğumu görünce, aile dostlarıyla birlikte oturdukları yan masadan sohbete yol veren sorular soran Stelios buldu beni!

Kazancakis'in yerdeşi olduğundan daha lise sıralarında yalamış yutmuş Zorba'yı Stelios. Atina Üniversitesi'nde gazetecilik ve siyaset bilimi okumuş. Heraklion'da serbest gazeteci olarak çalışıyormuş. Almancası iyi. Atina'dan gelen dostlarını, Hanya'yı gezdirmeye çıkarmışlar. Kitabımı kapağından tanımış. Zorba'nın Yunancadaki özgün kapağına çok benziyormuş. Stelios, öğrenciyken bir değişim proğramıyla İstanbul'a gitmiş ve birkaç ay bir Türk ailenin yanında kalmış. İstanbul'da öğrendiği Türkçe kelimeleri sıraladı. Masadaki dostlarıyla da tanıştırdı bizi. Sohbetimize onlar da katıldılar.

Zorba'nın, 1919 Hanya doğumlu Giritli bir Türk olan (Ölm.1977) edebiyatçı, çevirmen Ahmet Angın tarafından Yunanca aslından çevrildiğini, çevirinin olağüstü güzellikte olduğunu duyduklarında çok şaşırdılar. Türkiye'de Kazancakis'in ve çağdaş Yunan edebiyatının, hatta Yunan mitolojisinin hatırı sayılır bir okur kitlesinin bulunduğunu söylemem şaşkınlıklarını daha da artırdı...


STELİOS'A TÜRKÇE OKUDUĞUM BÖLÜM

Stelios'un sevimli bir kızı var: Alesia. Babası, bir süre kızından, karısından ve misafirlerinden çok bizimle sohbete dalınca Alesia kıskandı, bir şeyler mırıldanarak babasının kucağına zıpladı. Sohbetimizi noktalama zamanının geldiğini de hatırlattı bize. Stelio, ''Misafirlerim, birkaç gün daha buradalar. Zaten sık sık gelirler; ama siz belki bir daha hiç gelemezsiniz Girit'e. Güzel sohbetimize  devam edebiliriz!'' dedi.

Evinde konuk olduğu Türk aile onunla çok içten ilgilenmiş İstanbul'da. Türkleri çok seviyorum, dedi Stelios. Bıraksam, bizi de misafirlerinin yanına katıp Hanya'yı gezdirecek... 

''Ayrılık vakti geldi Stelios!'' dedim, ''Dolaşacağımız çok yer var daha!''.

İçtiklerimizi ödemek için içeri geçtim. Kahvenin sahibi, ''Hesabınız ödendi'' dedi. Israrım, itirazım işe yaramadı. Kahveci dönüp bakmadı bile. Stelios kararlı işareti vermişti. Masaya geri döndüm. Bunu kabul edemeyeceğimizi, ısrarla söyledim yeni dostuma. ''Ben değil Aleksi Zorba ödedi!'' dedi gülerek. ''O zaman bırak, Recep Efendi de (romanda Zorba'ya  kanun* çalmayı öğreten Türk) size bir şey ısmarlasın!'' dedim. Ona ve dostlarına Alman birası söyledim. Biralar hemen geldi. Bardakları tokuştururken bir ağızdan, ''Yamas Recep Efendi!'' dediler.

''Bu anıyı fotoğraflaştıralım, yoksa anlatacağım tüm dostlarım, biz de bir yerlere gidiyoruz, pek rastlayamıyoruz, hep sana mı denk geliyor böyle güzel anılar, diyecek, bana inanmayacaklar!'' dedim. Hemen fotoğraf çekindik.

Stelios: ''Bir ricam var senden!'' dedi, ''Ayrılmadan, romandan küçük bir bölümü -anlamasak da- Türkçe okur musun bize?''

''O zaman Recep Efendi ile Zorba'nın karşılaştıkları bölümü okuyorum, iyi açın kulaklarınızı!'' dedim. Veda konuşması dinler gibi sessizce dinlediler...

'' (…) Peki kanun çalmasını nasıl öğrendin Zorba?

Yirmi yaşımdaydım. Ta Olimpos'un dibindeki köyümde açılan bir panayırda, kanunu ilk kez dinlemiştim. Soluğum tutuldu. Üç gün ağzıma lokma koymadım. Tanrı ruhunu bağışlasın babam: 'Neyin var ulan!' diye sordu.'Ben kanun öğrenmek istiyorum.' dedim. ' Utanmıyor musun ulan? Sen çingene misin? Çalgı mı çalacaksın?' 'Ben kanun öğrenmek istiyorum!'

Vakti gelince evleneyim diye biraz para biriktirmiştim.Görüyorsun ya çocukluk! Kanım kaynıyordu, bir de evlenmek istiyordum. Neyim var neyim yoksa hepsini verip bir kanun satın aldım. Nah işte, şu gördüğün. Kanunu alıp Selanik'e kaçtım. Recep Efendi adında, kanun ustası, meraklı bir Türk'ü buldum. Ayaklarına kapandım. 'Ne istiyorsun ulan Rumoğlu?' diye sordu. 'Ben kanun öğrenmek istiyorum.' 'Peki ama niçin ayaklarıma kapanıyorsun?' 'Sana verecek param yok da, ondan!' 'Kanuna çok mu meraklısın?' 'Çok meraklıyım!' 'Peki ulan Rumoğlu, otur, ben  para falan istemem!' Bir yıl yanında kaldım Recep Efendi'nin. Öğrendim. Tanrı kemiklerini aziz etsin, şimdi ölmüştür. Tanrı cennete soksun Recep Efendi'yi! Kanunu öğrendikten sonra başka bir adam oldum. Gamlı olduğumda, fukaralık bastırdığı zaman kanun çalar hafiflerim. Ben çalarken başkaları konuşsa duymam, duysam da konuşamam. Ee bir sevda bu!...''

 

LASAROS'A GİRİT'TEN SESLENİŞ

Sevgili Lasaros,

Beni şimdi yıldızlardan izleyen sevgili dostum!

Bak, sözümde durdum! Zorba'yı, Girit'in ak köpüklerle yıkanmış kıyı kayalıklarında bir kez daha yüreğimle okudum. Yaratıldığı coğrafyanın büyüleyiciliğinden olmalı, bir ayrı çarptı bu beni Zorba. Kimi sayfalarına gözyaşım damladı. Kimi sayfalarında doyasıya güldüm. Kimi sayfalarında Zorba gibi, insan olmanın mutluluğunu içimin ta derinliklerinde duyumsadım...

Adanın gittiğimiz her köşesinden irili ufaklı güzel anılar devşirdik. Hanya'da, Zorba'nın torunlarından biri senden daha eliaçık çıktı, kahvelerimizi ödedi! Resmo çarşısındaki kitapçı kadın, elimde Zorba'nın Türkçesini görünce gizleyemediği bir gururla, raflardan hemen Yunacasını getirdi, ellerimizdeki kitapları yan yana tutup fotoğraf çektirdik...

Kaldığımız köyün çarşısında zeytinyağı ve şarap satan dükkanın yaşlı sahibi, Türk olduğumuzu duyunca uzun uzun hüzünle baktı gözlerimize. Küçük bardaklarda Girit rakısı sundu. Mübadele günlerinde Aydın'dan gelmişler Girit'e...

Soluklandığımız dağlarda, yaylalarda koyun, keçi sürülerine çocukluk günlerimdeki gibi ıslık attım, ''Karaman'dan akrabalarınızdan selamlar getirdim, koşun!'' diye Türkçe seslendim, hepsi koşuşup sardılar etrafımı. İzinsiz adımladığımız bağların, bahçelerin, çiftliklerin iri kıyım köpekleri bile havlamadılar bize. Dostça bakındılar...

 

Keşke yaşasaydın da, sık sık buluştuğumuz durakların durgun saatlerinde gözlerine bakarak coşkuyla anlatabilseydim bunları sana...

Bu son gecemiz. Yarın sabah Frankfurt yolcusuyuz...

Oturduğum kayalıklarda, gece sessizliğini okşayıp geçen ilkyaz rüzgârını derin derin çekiyorum içime. Karşıdaki burunda öksüz çocuklar gibi bir başına oturan eski deniz fenerinin ışığı bile hüzünlendiriyor şimdi beni...

Elliye yaslanan yaşımın hikmetinden mi, yoksa birkaç kadeh Girit şarabından mı, bilemiyorum!

 

Yıllar önce, Aleksi Zorba'nın bu kayalıklardan dünyaya haykırdıklarını şimdi ben yineliyorum, yaklaştır başını, kulak ver bana sevgili dostum...

''Nedir bu be? Bir bardakçık şarap içiyorsun, sonra dünya alabora oluyor! Hayat nedir be patron? Allahını seversen şu üstümüze sarkanlar üzüm mü, melek mi, ayırt edemiyorum...

Yoksa hiçbir şey mi yok, hiç bir şey mi gerçek değil? Ne tavuk, ne peri, ne de Girit!..

Konuş patron, anlat! Yoksa delireceğim...''

*Romandaki çalgı ''santur'' diye çevrilmiş; fakat ben çevirmenden ve Kazancakis'ten özür dileyerek santur geçen yerleri ''kanun'' ile değiştirdim. Öyle okudum. Romanın ve coğrafyamızın ruhuna giden o çalgı bence 'kanun'dur.


(Üvercinka, Sayı 48, Ekim 2018) 

SELÇUK ÜLGER
GERCEKEDEBİYAT.COM

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)