Eşit olmayanlar yarışı / Siegfried Lenz
Almanya'da yaşayan Ahmet Arpad, 21 Alman yazar ve eleştirmenden derlediği 'tartışma-deneme' yazılarını babası Burhan Arpad'la birlikte 'Uçup Gitmediler - Alman Edebiyatında Denemeler ve Tartışmalar' adıyla çevirip kitaplaştırmıştı. Edebiyatın, bilim karşısında giderek eriyişini ve tutunacağı biricik...
Edebiyatın zaman içinde insanı tanımlanmasına katkıda bulunması olanağı, günümüzde elinden alınıyor. Kendisini geliştirmede bir yol olabilir mi sorusu da öfkeyle reddediliyor. Peki, ne kalıyor geriye? Ancak şu: Yöneticilerin işlerini kolaylaştırmak ve deyim yerinde ise, boynuna taş bağlandığında yerlere kadar eğilmek. Kendi kendime sorup duruyorum: Edebiyat dediğimiz bu "yaşar-ölü" kendini haklı çıkaramaz duruma düşerse, umutlarını gerçekleştirmesini isteyebilir miyiz? Edebiyat kendini yitirme konusunda açıkça kararlıysa, yüreklendirme çabalarının ne değeri olur? Her şeyden önce de şu var: Yazarların açıklamış olduğu edebiyatın yetersizliği görüşünü hangi gerekçeye dayandırabiliriz? Sanırım, kimi yazarların, edebiyat bundan böyle hiçbir işe yaramaz, korkusu, pozitif bilimler çağında bilgiler ve kavramlarla beslenen bizlerin, edebiyat bu görevi başaramaz, sanmamızdan ileri geliyor. Bilim ve edebiyat gibi eşit olmayan iki ayrı güç karşı karşıya getirilip, yarışmaya zorlanıyor. Elde edilen sonuç gözden geçiriliyor ve çaresizlikle şöyle düşünülüyor: “Bilimin kılı kırk yararcasına doğru bulguları önünde edebiyat umutsuz durumda geri kalmıştır." Bu ölçüye vurup karşılaştırınca, soruyu böyle koyunca, edebiyatın görevi sona ermiş izlenimi elde edilir gerçekten. Ben bu görüşü kuşkuyla karşıladığım için, ölüm belgesini zamanından erken imzalamaya hiç de hazır değilim ve edebiyata yeni şanslar, yeni görevler tanımayı deneyeceğim. Edebiyat, bilim ve felsefe üçlüsünün eşit olarak yan yana var olduğu ve birbiriyle çekiştiği o rahat zamanlar artık geride kaldı. Çağın bilim düzeyi ile edebiyatın bilgi verme değerinin eşit olduğu zamanlar da geçti. On yedinci yüzyılda gittikçe kendini belli eden şey bilimin bağımsızlaşması, edebiyatın sözünü geçirdiği alanların gittikçe azalması gibi bugün aşırı bir açıklıkla ortada: Edebiyat ve bilim, gerçeğe kendilerini zorla kabul ettirme konusunda, ilk bakışta rakiplermiş gibi davranıyorlar. Değişik uygulamalar geçerli de olsa, hemen hemen çok benzer amaçlar izleyen rakiplere benziyorlar. Daha doğrusu, dünyayı kendilerince yorumlamak ve kendilerine mal etmek istiyorlar. Fakat bilimler, kendi çalışmaları sonucu dünya bilim hazinesinin bütünüyle hemen her yedi yılda bir kat arttığını, görmezlikten gelebilir mi? Ya edebiyat? Nasıl sonuçlar bekleyebilir? Mikro-biyoloji ve fizik, sosyoloji ve psikolojinin vardığı parlak sonuçlar önünde yarış dışı bırakılmış değil mi? Bilimler en doğru bilgilere varmamızı sınırsız derecede sağladığı halde, edebiyat daha çok aşk, doğuş ve ölümde kalmış değil mi? Ya da iki Almanya ilişkilerinin puslu havasını anlatmıyor mu? Daha sonra özel başarısızlıklar, umutsuzluklar üzerine önemsiz yakınmalar sunuyor. Kavram gelişmesi bilime oranla pek önemsiz görünüyorsa, bildirme zahmetine değer mi? Soru, doğruya çok yakın gözükse de yanlış. Bilimin ve edebiyatın kendisini kabul ettirme isteklerinin hangi noktada birbirinden ayrıldığı anımsanırsa, sorunun yanlışlığı anlaşılır. Hiçbir bilim adamı, gerçeğin rastlantısal sonuçlarıyla tatmin olmaz. Hiçbiri geçici parçacıklar ve bir anlık ayrıntılarla yetinmez. Rastlantı reddedilir ve sonunda kuşkulu, belli belirsiz ve rastlantı olmaktan çıkış aranırken geride bırakılır. Elde edilmek istenilen şey, kuramlara uygunluk, geçerli kuram, herkesi ilgilendirecek genel bir hesaplayıştır. Gerçekle yakınlaşmamız sağlanır, gerçeği hiç değilse, tahminlere izin veren kurallara uygun olarak yeniden tanımış bulunuruz. Ya edebiyat? Edebiyatın kavramsallaştırma isteği hiç de, insan davranışları için genel kurallar bulmaya yönelmiş değildir. Kuramlara ve normlara varmak için rastlantıyı reddetmez. Parçaları ve ayrıntıları da yardımcı araç ve gereç diye küçümsemez. Edebiyat kavramı geçici, sübjektif ve vazgeçilebilir bir kavramdır. Bilim kavramı tespit etmeyi gerekli kılmasına karşın, edebiyat elde edilen bir görüşü sakıncalı kayıtla kabullenme özgürlüğüne izin verir. Başka bir söyleyişle, yerçekimi yasasıyla yetinmez. Edebiyatta belirsizliklerin, kuşkulu sayılanın ve birbirine karşıt olanın yeri vardır. Edebiyat, bilimin kavramsallaştırma yönteminden farklı olarak bunu kendine bir hak bilir. Bilgi konusunda da, algılamada olduğu gibi davranır. Edebiyat ve bilimin hiç değilse “bilmek” konusunda ortak yanı vardır. Fakat her ikisinin de bilim öğrenmek konusunda ayrıcalığını çok geçmeden kabullenmek zorunda kalırız. Biri için bilmek, düzenli, sistemli ve geniş ölçüde güvenilir bir sahip oluştur. Doğrulanmış gerçekler, tarihler ve sayılardan oluşmuştur. Ötekisi için ise bilmek, hiçbir güvence taşımaz. Değişebilir, elle tutulamaz ve geçicidir. Fakat ne tuhaftır ki, dünya çapında dile getirildiğinde, yine de geneldir. Kimyacı, yeni savaş maddesinin formüllerini bilir ve kullanır. Yazar, o formülün yol açtığı korkuyu ele alır. Bu farklılık, ortadan kaldırıcı değil, doğrudan doğruya birbirini tamamlayıcı olur. Edebiyatla bilim arasında var sanılan rekabetin gerçekte bulunmadığına ben bu nedenle inanmak istiyorum. Kavram yöntemi, bilginin kalitesi ve... daha başka ayrıcalıklar ararken, bilim ve edebiyatın dünyaya yönelttiği soruların mutlaka ve mutlaka birbirine karşı olmadığı anlaşılır. Bilim, soruları kendi adına ortaya koyar. Edebiyat ise, temsilcilik görevini üzerine alarak, okur adına da. Bilim sorularını özellikle güvenilemeyene yöneltirken, edebiyat sözüm ona güvenilir sayılanların sorgu konusu yapılmasında direnir, Hele o hiç değişmez diye sunulanlar için. Şu da var: Edebiyat, kimi soruların kendisi için hiçbir anlam taşımadığını kabul eder. Bilim ise, kimi soruların neden yanıtsız kaldığını öğrenmek ister. Sorulara başvurdukça, bilimle edebiyatın mutlaka birbirlerinin karşıtı olmak zorunda bulunmadığı gittikçe daha çok anlaşılır. Bilimin ağlarına yakalanan şey, edebiyatın örme tuzaklarına takılanla bir değildir. Varsayılan rakiplik ilişkisinin bir yanlış anlaşma olduğu ortaya çıksa da, edebiyatın bilim çağında görevini yeniden tespit etmek zorunda olduğunu kimse görmezlikten gelemez. Bu görev nedir? Bu görev, kuram açısından kavranabilir bilgiler ortaya koymak, kuramsal bilgiler sunmak olamaz. Edebiyat, bilimin aydınlattığı bir dünyada her şeyden önce bir olaya yönelmelidir. Daha doğrusu, parlak bilgilere sahip olsa da, tedirginliği geçmeyen, bunalmış ve biçimi bozulmuş birey olayına. Yan tutmayan bir bilim kuramıyla buna hiçbir çözüm bulunamaz. Fakat açıklayıcı, yan tutan bir edebiyatın görevleri burada başlar: Genel umutsuzluğun nereden geldiğini göstermek, taslaklarımızın başarısızlığının nedenlerini söylemek, korkuyu anlaşılır yapmak ve umuda bir ad bulmak... İşte, edebiyatın görevi! Edebiyatın daha başka denemeleri de olmalı diye aklımdan geçiriyorum. Korkuları zararsız duruma getirmek ve zorunlulukları değişebilir olarak ele almak, dilin olanaklarını denemek ve yeniden gözden geçirmek. Doğru ve yanlış davranışlar olduğunu ortaya koymak. Kendisini anlatan görüntüler, ya da şiirli simgeler kullanarak her şeyi görülebilir yapmak. Bu da başlı başına bir görev. Görevin hepsi bu kadar değil. Edebiyat her seferinde başardığı bir görevi, bilim çağında da yapabilir: Ayrıntıları ile anlatılanlara doğrudan doğruya katılma isteğini uyandırmak. Bu katılma isteği kendi kendimiz üzerinde bir aydınlatmaya yol açar. Hem olanaklarımızı öğreniriz, hem de sınırlarımıza çarparız. Edebiyatın görevleri böylesine apaçık olduğu gibi olanakları da böylesine bellidir. Nedir bunlar? Zamanıyla uyuşmak için, çağdaşları için yazılmış olmak. Edebiyat sadece her çağın sorunlarını anlatmakla kalmamalı, bilimlerin vardığı sonuçları da gözönünde bulundurmalıdır. Günümüz yazarının bilgileri olmalıdır. Paul Valery'nin o taş gibi sert itiraf cümlesi: "Budalalık değil benim güçlü yanım..."dan beridir ki, yazar parlak, fakat "bilgisiz" bir esinlenmenin verilerine güvenemez olmuştur. Günümüz edebiyatı belirli bir yere kadar edebiyatın gözle görülebilir sorunlarını da yansıtmalıdır. Bir edebiyat çağdaş olabilmek için yaşamımıza yön veren hiçbir şeyi bırakamaz. Bilimden de hiçbir zaman vazgeçemez. Brecht'in deyimiyle "Bilimden yararlanmayan bir sanatçı işin üstesinden gelemez.” Brecht: "Bilmeden hiçbir şey gösterilemez" de demişti. Peki, bir şeyin öğretilmeye değer olup olmadığını nasıl bilmeli? Bu yazı ne bilimin edebiyatlaştırılması için, ne de edebiyatın bilimleştirilmesi için bir savunma söylevidir. Ben sadece demek istiyorum ki, edebiyat dünyayı kavrayışını genişletmek istiyorsa, bilime gereksinimi vardır. Bilimsel kavramın kazandıklarını kullanmak ve onlardan yararlanmak edebiyatın olanaklarını arttırır. Edebiyat, kuşkulanmadan edemez ve hele kendisinden kuşkulanmadan hiç edemez. Edebiyat sorusuz kaldığı gün yeni bir klasikle karşılaşırız diye kaygılanmalıyız. Edebiyatın etkisi, çelişmelere ve karşı sorulara bağlıdır. Fakat her şeyden önce, reddetmek özgürlüğüne de, kabul etmek özgürlüğünde de sahip olan, başına buyruk okurlar gereklidir. Ne kadar çok tekrarlansa da, yine de yeterince söylenmiş değil dir: Edebiyatın var olabilmesi, o "ikinci" dediğimiz “öteki'”nin, “okur"un ortaya çıkmasına bağlıdır. Bir eseri kendine göze kabul eden, tekrarlayan, hatta yaratan, okurdur. Ancak edebiyata arada sırada gerekli olan şey, yürekliliği hiç yitirmeyecek bir vurdum duymazlıktır. Bütün etkisizliğine karşın sorularını dünyaya yöneltmekten vazgeçmeyerek. (d. 17 Mart 1926; Lyck, Doğu Prusya (bugün Polonya) - ö. 7 Ekim 2014, Hamburg), Alman yazar. 12 roman ve birçok kısa hikâye, makale ile radyo ve tiyatro için oyun yazmıştır. Johann Wolfgang von Goethe'nin 250. doğum yıldönümünde, Goethe ödülü ile ödüllendirilmiştir. Lenz ve karısı, Liselotte, 1952 ile 1961 yılları arasında, Paul Celan ve karısı, Gisèle Lestrange ile yüzden fazla kez mektuplaşmışlardır. (wikipedia) Siegfried LenzSİEGFRİED LENZ KİMDİR?
(Alman Edebiyatından Denemeler Tartışmalar, Papirüs Y. İstanbul 2004. Derleyen ve çeviren: Burhan Arpad-Ahmet Arpad. S. 17-21)
Gerçekedebiyat. com
YORUMLAR