Eşinizle konuşun / Tacim Çiçek
OYUN: EŞİNİZLE KONUŞUN -İşte kahven yazar bey (!) -Başlama lütfen! Şuraya indir! Sessizlik istiyorum… -Bitirmemiştim ki yeniden başlayım! -N’ olur ilgimi dağıtma! -Bu darmadağınık çalışma odasına kapanmaktan başka yaptığın bir şey yok ki zaten! -Lütfen beni yalnız bırak! Daha sonra konuşalım olmaz mı?! -Ertelenen konuşmalardan nefret ederim, ertelenmiş buluşmalar gibidir çünkü! -Ben de çalışmamın içine edilmesinden nefret ederim! -Bay yazar, ne yazıyorsun acaba(?!) -Rica ederim küçümseme lütfen! -Hayır hayır! Öğrenmek istiyorum! -Yeni bir oyun yazıyorum! -Kanıksanan oyunların farklı versiyonu mu acaba(?!) -Yazılan konular, yeniden yazılmaz diye bir kural mı var?! -Bu tümcenin ayakları yere basmıyor. Kendine daha mantıklı, gerçekçi gerekçeler bulsan olmaz mı, çünkü bu oldukça eskidi de(!) -İşin yok mu senin? -Hizmetçi yanım, evin tüm işlerini bitirdi. Sözde eşin olan yanım(!) burada. -Öyleyse bana saygı göster biraz! Vaktin varsa, oyunumdan söz edeyim sana! -Her yazdığın şeyle “oyun yazarı” olmadığını ve olamayacağını kanıtlıyorsun, bence bundan vazgeç artık! -Benimle seviyeli konuş, haddini bil ve dalga geçme! Hakkımda yazılanlar, oyunlarım için söylenenler, şu plâketler, ödüller, övgü dolu belgeler neyin kanıtı sence? Yazdıklarımın somut karşılığı değil mi yani? Bunlara niçin kör bakıyorsun? Kendine bir gün bile muhalif olmayan sen, hemen hemen her gün niçin bana karşısın? Başkalarının gösterdiği saygının milyonda birini bile göstermiyorsun. Yazdıklarımı okumuyorsun. Oyunlarımı izlemiyorsun… Kalkmış bol keseden karalıyorsun, eleştiriyorsun demiyorum, dikkat et! -Ciddiye almıyorum yazdıklarını ve de beğenmiyorum… -Olabilir, ama yeterli değil, en azından eleştireceğin şeyleri okumuş olman gerekiyor mu? -Hak edenleri, edecekleri okurum ve izlerim de. -Bu da bir görüş, saygı duyarım, ama sanki söz konusu benimkiler olunca nasıl desem biraz beni… -Düşündüğün gibi değil, seni kıskanmıyorum, çünkü bunu aklından geçirdiğini ve dillendirmediğini biliyorum. Okumaya, izlemeye değer görmüyorum! Üstelik biz, yokluk içinde kıvranırken senin kara bir tutkuya dönüşen yazarlığını da gerçekçi ve doğru bulmuyorum. -Sanata, edebiyata ve kültüre sevdalı biri olarak nasıl söylersin bunu?! Hiç gerçekçi değilsin! -Mum dibine ışık vermez. Maalesef, tipik bir mumsun, dibini görmüyorsun. Orada biz varız! Yani ben ve çocuklarımız! -Başa dönmeyelim yine! -Niçin gerçeği görmek ve anlamak istemiyorsun acaba?! Asıl işinden kazandığını -ki bu hepimizin geçim kaynağı- sen oyunlarının sahnelenmesi için harcıyorsun. Oyunlarından çok para kazanmalısın demiyorum, ama bırak sosyal gereksinimlerimizi bir kenara, çünkü sayende onları yıllardır unuttuk. Temel gereksinimlerimizden kısmana katlanamıyorum biliyor musun?! Yaptığın bir tür mastürbasyon, bana göre. Lütfen, n’ olur! Yalvarıyorum, inan ki çevremizdekilere maskara olduk sayende, senle dalga geçiyorlar düpedüz! Zoruma gidiyor… -Ulaşamadıkları ciğere murdar diyenlere kulaklarım tıkalı. Sonra ne eksiğimiz var onlardan? -Konuşmamızı başka yöne çekme şimdi. Başkaları ile kıyaslamaya başlarsam bizi, aramızdaki uçurumu görür müsün?! Anlar mısın acaba?! Her benzetmenin yanlış ve hatalı olduğunu bildiğimden, benzetme ve kıyaslama yapmak istemiyorum, yalnız şu kadarını bil ki hiç de iyi durumda değiliz! -Seninle doğru dürüst konuşulmaz zaten… -Hoşuna gitse de gitmese de gerçekler keçi gibi inatçıdır canım! -Anla beni lütfen, yazmak, yaşamımdır! -O “yaşam”ın atmosferi boğuyor bizi yavaş yavaş! -Tamam, haklısın, ama bir de beni düşün… Oyun yazmazsam, onları sahneletmezsem sudan çıkmış bir balık gibi olurum, anlıyor musun acaba?! -Ne benzetme ama! Ne hâlin varsa gör, ben gidiyorum. -Dur! Gitme! -Ne var yine?! -Tamam, artık yazmayacağım, söz; ama bir! -Sözünde durmazın teki olduğunu biliyorum, boş yere söz verme ve de beni… -Gerçekten söz veriyorum, dinle lütfen! Bir koşulum olacak! -Ne koşuluymuş bu?! -Son oyunum olacak bu oyun, eşinizle konuşun. Bari bir ilk yap ve dinle! İlginç bir oyun, özgün bir söylem. N’ olur kırma beni, otur şu koltuğa! İkimiz ve çocuklarımız için! -Oyununu dinlemeyeceğim desem, şu zarf açacağı ile öldürür müsün beni?! -Saçmalama! -Sıkılırsam kalkar giderim, anlaşıldı mı?! -Anlaşıldı… -Haydi başla! -Gerçekten dinleyeceksin beni değil mi?! -Evet, dinleyeceğim, söz verdim ya! P E R D E -Sahne: Bu çalışma odası gibi bir yer. Seyircilerin karşısında duvarı kaplayan bir kitaplık, kitap dolu. Kitapların önünde, plâketler, masklar, çerçevelenmiş fotoğraflar duruyor. Küçük küçük biblolar, alçı ve mermer tozundan heykelcikler: Antik Yunan Dönemi’ne ait. Ağaçtan yapılmış kağnı, döven ve öküz maketleri. Sahnenin uygun yerlerine asılmış afişler, resimler var. Kitaplığın hemen önünde ceviz kaplamalı geniş bir çalışma masası. Masanın üstünde, bir daktilo, dergiler, kitaplar, gazeteler, kalemlik ve düşünen adam heykelciği. Masanın az berisinde ise küçük bir sehpa. Sehpanın üstünde parlak yapraklı devetabanı, beyaz bir saksı içinde… Sehpanın çevresinde gülkurusu renkli ikili koltuk, masanın renginde ve antika… Yan duvarlarda Neşat Günel’in birkaç tablosunun kopyaları asılı. Yine yan duvarların kitaplığın kapladığı duvarla bağlantısını sağlayan köşelerde göze çarpan yeşil yapraklı bitkiler Rengârenk bir kilim tabanı boydan boya kaplamış. Müthiş bir sessizlik… Bana benzeyen yazar, kitaplığın yanındaki kapıdan çalışma odasına giriyor. Daktiloya beyaz kâğıt takıyor. Sessizlik, daktilonun çıkardığı sesle bozuluyor. Masayı aydınlatan ışık daha da canlanıyor. Yazar ışık içinde kalıyor âdeta. Bir şeyler yazıyor durmadan. Yazdıklarını beğenmiyor. Öfkeleniyor, renkten renge giriyor. Kâğıtları çıkarıyor, buruşturuyor avuçlarının arasında ve masanın az ilerisindeki sehpanın etrafına fırlatıyor. Yeni taktığı kâğıtları da, top top yapıp gelişigüzel oraya buraya atıyor. Bu saatler sürüyor… Sonra perde kapanıyor, ama daktilonun sesi kesilmiyor… P E R D E Perde açılıyor: Odanın içi, buruşturulmuş kâğıtlarla dolu. Binlerce kâğıttan dolayı odanın tabanındaki kilim görünmüyor. Yazar, masaya yüzükoyun abanmış. Uyuyor. Sessizlik var yine. Beyaz köpüklere benzeyen kâğıtlar hareketleniyor. Kâğıtların içinden önce iki el çıkıyor. Eller, kâğıtları sağa sola itiyor ve üstü karalanmış, tamamlanmış tümcelerle kirlenmiş gibi beyaz kâğıttan giysili incecik bir kadın doğruluyor. Ayağa kalkıyor. Kadın yüzünü seyirciye dönüyor. O, biraz da sana benziyor. Gözleri iki korku çiçeği… Terli. Tedirgin. Heyecanlı da üstelik… Dolaşıp duruyor. Meraklı ve bulunduğu yere ilk kez gelmiş gibi. Uyuyan yazarı fark ediyor bir süre sonra. Usulca ve çekine çekine ona sokuluyor. Şöyle bir dokunuyor yazara. Yazarı uyandırıyor. Yazar, geriniyor, esniyor. Bakıyor. Sonra da öyle bir sıçrıyor ki kadını görünce, hiç görmeyi istemediği birini karşısında görmüş gibi. Kadın da ondan korkuyor, biraz geri çekiliyor. Yazar şaşkın, heyecanlı ve panik içinde. -Olamaz!!! -Ne diyorsun sen, ne oldu sana?! Olmayacak şey ne?! -Kurguladığım sen değilsin! Oyun yazarının eşisin!!! -Evet, ne var bunda şaşıracak?! -Ama bilincimin ete kemiğe büründürmek istediği eş nerede?! Seni içime hapsetmiştim. Kâğıtlarla birlikte atmıştım seni oysa. Ama sen! -Ne kağıdı?! Ne diyorsun sen Allah aşkına!... -Bilinçaltına itmiştim seni, sen; hep kendini yazdırmak ve içimden çıkmak istiyordun. Sana boyun eğmemiştim ve seni yaratmamıştım, seni yazmamıştım!... Bu kadar kâğıdı boşuna harcamadım ben! Rüya olmalısın! Uyuyorum herhalde daha!... -Kendine gel artık! Saçmalama lütfen! Çok geç uyudun galiba. Uyanıkken düş görene ve düşünü gerçekle karıştırana ne denir biliyorsun değil mi? Keşke seni uyandırmasaydım, eşinim senin eşin !!! -Hayır olamaz!... Yani şimdi sen!... Benim?!.... -Yeter artık! Ekonomik olmaktan söz edene bak sen, n’ oldu bu kâğıtlara böyle?! Bu ne perhiz bu ne lâhana turşusu! Ben bir çuval getirip kâğıtları toplayacağım, sen de bir an önce elini yüzünü yıka, şekersiz bir kahve iç kendine gelmeye çalış! Hadi durma doğru banyoya, oradan da mutfağa git!... Perde kapanır tekrar. P E R D E Perde açıldığında yazar masanın başındadır. Kâğıtlar toplanmıştır. Oda eskisi gibidir. Yazar yorgundur. Uykusuzdur. Kadın odaya girer. Dik başlıdır. Konuşurken kitapları, dergileri karıştırır, bir yandan da. -Ne düşünüyorsun öyle?! -Seni!... -Beni mi?!... Niçin peki?!... -Ne bileyim… Sanki hem eşimsin hem de eşim değilsin!... -Nasıl oluyor bu?! -Eşimin aynadaki görüntüsü ne kadar gerçek eşimse, sen de o kadar gerçek eşimsin!... -Allah Allah!!! -Düşüncemi anlatacak sözcük bulamıyorum, ama biliyorum ki çok garipsin ve… -Kafandaki şablona uymadığım için mi bütün bunlar?! -Hayır ama…Ne bileyim işte bir tuhafsın yani!... -Şunu unutma, bilincindeki “ben” karşında duran ben olabilir miyim hiç? Ben kendimim. Senin biçimlendirmeye çalıştığın değilim, olamam da, olmam da, anladın mı?! -Uzağa bakıyor gibisin. Gözlerin beni görmüyor sanki. Ellerimi tutan ellerin de yabancı bana. Gülümsemen bile içten değil. Yanımdasın, ama uzaksın. Sesin, konuşma biçimin değişmiş. Seninle ilgili yarattığımı söylediğin “imaj”ı bırakalım bir kenara, gerçekten de seni hiç mi hiç tanımıyorum! -Yeni oyunun için diyalog oluşturmaya çalışıyorsun bu sözlerinle. Bu kez oyununa gelmeyeceğim. Çünkü içten sözlerimi değiştiriyor, çarpıtıyorsun. Sahnede bambaşka biri oluyorum bu yüzden. Yeter artık! Önüme yem atıp durma soyut oltalarına takılmayacağım! -Seni hiç anlamıyorum. Her sözünle, beni doğruluyorsun. Şimdi de uzak ve ıssız bir dağ pınarının suyusun. Değişen mevsimle birlikte bir yaşlının telaşı içine düşmüşsün. Farkında değilsin bunun. Korkuyorsun da. Paranoyakça saptamalarına yalnızca gülerim. Daha içmedin, ama kızgınlığından dolayı bilinçaltının sözcüsü olduğunu söylemeliyim. -Seni, oyunlarımda kullanmak mı, sözlerini çarpıtmak mı; en son değil de asla yapmayacağım bir şey bu! Senin beklediğin ve istediğin bu aslında... Merak etme seni hiçbir zaman bir oyun kahramanı yapmayacağım. Çünkü bir hiç bile değilsin, anlıyor musun beni! -Psikolog olduğunu da öğrendim böylece. İnsanı ne kadar kolay ve acımasızca yargılıyorsun, acıma duygusundan da yoksunsun. Şöyle bir bak bana, ben; daktilo tuşlarına basarak yarattığın biri miyim?! Bir gün, ortada hiçbir şey yokken, yani durup dururken intihar etmek istedim. Oysa o gün, intihar etmeyi hiç düşünmemiştim. Mutluydum da. Aklımda hiç yokken yerimden kalktım. Balkona çıktım. Balkonun korkuluk demirlerini aşacağım sırada beni arkamdan sımsıkı tuttun. Böylece beni hem kendine hem de hayata bağladın. O tutuşun hâlen gözümün önünde. Unutamıyorum. Niçin intihar etmek istediğimi sordun, bunu anlamak istemedim nedense o an. Unutmak ve yaşamamışım gibi… Utandım da… İntiharı o ana dek hiç aklımdan bile geçirmemiştim oysa. Keşke diyorum şimdi keşke, ya sen gelmeseydin arkamdan balkona ya da ben hızlı davransaydım. -Hiç kendini acındırmaya çalışma! Duygu sömürüsüne karnım tok! Kendini sorgula hele bir! Beni oynatıcısı olacağın bir kuklaya dönüştürmeye çalıştığını gör! Bu kuklanın ipleri, incecik saz telleri... Bununla beni boğmaya, acılandırmaya çalıştığını kabullen artık. Benimle birlikte kendini de yok etmeyi plânladığını itiraf et! Oynamaya çalıştığın kişi olmadığını biliyorum. Diyelim ki sahnede yarattığım sen, olmak istediğin kişilik, ama her nedense şiddetle karşı çıktığın kişiliğin. Onunla bu şekilde mutlu ve uyumlu olamazsın. Asıl olması gereken kişiliğinle bu şekilde mutlu ve uyumlu olmaya karşısın, peki niçin? Gerçek kişiliğinden niçin kaçıyorsun? İntihar, neyin çözümü olacaktı, bir düşün? Kendisinden kaçabileceğini düşünenler geri dönüşü olmayan bir yolda dörtnala koşan vahşi bir atın binicisi olabilirler ancak… -Yeni bir fantezi mi bu? Sözcüklerin birer soyut ok, yüreğimi parçalıyor. Karsında bir hedefim. Kutlarım seni, on ikiden vuruyorsun. Sözcüklerin aynı zamanda büyüyü de bozuyor. At gözlüğümü düşürdün. Bukağılar kırıldı sayende. Bilincim bilendi. Pantomimci değilim. Baldıran zehrini şarap diye sun bana. Benden kurtul. Sözcüklerin uyuyan prensesi uyandıran öpücük oldu!... -Ne diyorsun sen?! -Masalın uyuyan güzeli olmayacağımı bil demek istiyorum! Susmayacağım! Susmayacağım!! Susmayacağım!!! Yılların suskunluğunun öcünü alacağım senden! Hesap soracağım şimdi!! -Kimden?! -Dedim ya, senden!!! -Niçin ama?!! -Çünkü, bu an’a dek kendinde hapsettin beni. Uyuttun… Her nasılsa aldandın ve beni serbest bırakmak gibi bir yanlış yaptın!... Ok yaydan çıktı bir kere. Kum saati çalışıyor. Geriye döndürmen yaşanılanları olanaksız artık!... -Keşke mutlu an’ım dediğin o gün ölseydin. Keşke kurtarmasaydım seni. Yaşamımı kâbusa çevirdin. Düşlerimle gerçekleri senin yüzünden karıştırıyorum şimdi. Ne zaman biteceği belli olmayan gündüz kâbuslarına bir son ver! Bazen düşler toplamı mı gerçek yaşamım, yoksa seninle yaşadıklarım mı düşlerim anlayamıyorum. -Pek anlamadım ya, bu da bir şey, ama burada olmamı sen istedin. Bir oyun kahramanı değilim. Senin oyun kahramanların üretemezler, kıyaslayamazlar, yaşayamazlar asla benim gibi. Yalnızca senin söylettireceğin şeyleri söyler ve istediğin davranışları yaparlar. Yaratıcı değil taklitçidirler. Benimle, senin kafanın içindeki “ben” arasındaki temel fark da bu, anlıyor musun ?! -Anlıyorum. Olumsuz bir tip olarak düşünmemiştim seni hiç. Ama her yazdığım tümcede karşıma çıktın, kendin olmak adına, yaratmak istediğim kadına engel oldun. Kendini öne çıkardın. Buruşturduğum kâğıtların içinden çıktın. Bu oyuna bir son verelim, ne dersin?! Hiçbir yazarın yarattığı ya da yaratmak istediği tip kâğıtların içinden çıkıp ete kemiğe bürünmez. Benim gibi bir canlı olamaz yani!!! Sonra da yaratanına yön vermeye, ona kafa tutmaya, ona boyun eğdirmeye çalışmaz… -Ben de böyle düşünüyorum! Kâğıtlara kendine göre yazmak istediğin eş olmak istemediğim için karşındayım! Senin gerçek eşinim, anla artık bunu !! -Hayır, eşim değilsin!! -O hâlde kimim ben?!! -Yazmak istemediğim olumsuz tip… Oyun yazarının olumsuz eşsin. Sen gerçek olamazsın seni içimden ve dünyamdan uzaklaştıracağım!!! Bir yolu olmalı bunun !... -Düş ile gerçeği, benimle yaratmayı düşündüğün “ben”i birbirine karıştırdın yine farkında mısın?! Yaşamdan, bizden ve çevreden o kadar uzaksın ki, öyle bir düş dünyasındasın ki ne yaptığını, ne söylediğini biliyorsun. Ayakların ne zaman yere basacak ve ne zaman gerçekleri dillendireceksin?! Başkalarına kendiniz olun demekten vazgeç lütfen! Yarattığın tipler benim gibi canlanırlar mı hiç? Ete kemiğe bürünürler mi?! Senin benim gibi olurlar mı?! Asla!!! İpli kuklalar ile ipsiz kuklalar arasında fark var: İlkinde ipler konuşanın; ötekinde ise ipler oyun yazarının elindedir. Senin tiplerin ipsiz kuklalardır. Ben, senin kuklalarına benziyor muyum?! -Bu çalışma odası kafamın içi, belleğim, düş gücüm, düş becerim. Sen ve ben bunun sonuçlarıyız, başka türlü olamaz bu!!! Olamaz!!! Olamaz!... -Bence sen iyi değilsin! Bizden esinlenerek yarattığın ipsiz kuklalar ne kadar biz olabiliriz, düşünsene bir kere! Yanlışlarından biri de bu. Bence sen artık… Anlıyor musun, anlamıyor musun bilmiyorum ama, galiba şeysin!... -Lâf ebesi olduğunu bilmiyordum doğrusu. Yaratmak istemediğim hâlde karşıma çıkmış olmana ve beni böyle aşağılamana daha fazla katlanamayacağım!... -Yanılıyorsun! Senin sözcüklerle, eylemlerle sınırlandırdığın eylemsiz ve tepkisiz bir ipsiz kuklan değilim! Hâlen oyunundan kurtulamamışsın!... -Yeter!! Nesnel olmak adına sana katlanıyorum. Ya sus ya da ölçülü ol, yoksa!... -N’ oldu sana?! Niçin bu tepkin?! Yanlış doğrularını ayakta alkışlayan hayranların yok diye mi bu tafran?! -Saçmalama ya! -Yalan mı söylediğim?! -Beni incitiyorsun ama! -Gözündeki merteği gösterdim diye mi?! -Bana bak!!... -Ondan bundan çaldığın oyunlarını, yazılarını bildiğim için mi aşağılıyorsun ve küçümsüyorsun beni?! Yaptığın her şeyle kendini kandırdığını söylediğimden alınıyorsun, yalan mı bunlar?! -Çok ileri gidiyorsun!... -Şu fotoğraflara bak hele! Aynı giysiler içinde olmanız bir rastlantı mı acaba?! Ya şu masklarla çektirdikleriniz de mi öyle?!... Bölünüp çoğalan amip gibisiniz, niçin bu kadar birbirinize benziyorsunuz?! Hiç oturup düşündün mü bunu?! Ama sen yorulma ben söyleyeyim: Aynı nedenler aynı sonuçları oluşturur çünkü. Bir fabrikanın ürünleri gibi özdeş olmanız bu yüzden. -Gerçekten de çizmeyi aşıyorsun ama! Ben senin yaratıcınım, seviyesiz olma!! Bu nasıl oluyor anlamıyorum, yazmak istemediğim bir kahraman karşıma geçiyor ve kendince beni mahvetmeye çalışıyor, aklım almıyor, olacak şey değil ya!!! -Sağlıklı bir ruh taşımadığını biliyordum, ama bu kadar sağlıksız olabileceğini doğrusu hiç düşünmemiştim. Kafana sok şunu: Oyun kişisi değilim! -Beni kandıramazsın! Canlandırmak ve oyunumda yer vermek istemediğim bir tipsin! Çabaların boşuna, sana boyun eğmeyeceğim asla! -Yazmak ve yaratmak kolay değil öyle. Başkasının yararlanacağı bilgilerle, eylemlerle donanmış aydınlık ve tepkici tipler oluşturmak bilinç, sabır ve işçilik ister. Bunlar sende yok ki. Üstelik de düşünce hırsızının birisin!... -Sus diyorum sana, susss!!! Yazar, kalemlikteki madeni zarf açacağını alıyor. Kudurmuş bir kurdun dişleri gibi parlıyor açacağın sivri ve uzun ucu… Kadına sokuluyor. Kadın, yazarın niyetini son anda anlıyor, ama çok geç kalıyor, kaçamıyor. Gözleri büyüyor, yalvarıyor. O, duymuyor bile onu. Köşede sıkıştırıyor, delik deşik ediyor. Öfkesi geçiyor. Büyüden kurtulmuş gibi bir seyirciye bir de elindeki kanlı açacağa bakıyor. Ağlamaklı, şaşkın ve de pişman… Perde son kez kapanıyor. -Ama nasıl olur!!! -Bana ne yaptın böyle?! -Ama ben!!! Kâğıtların içinden çıkan kadını susturmak istedim, seni değil !... -Ne kadını?!... Ahhh!!!.. Oyununu anlatıyordun bana!!!... -Ama ben… ben… ben!!! -Ölüyorum, ölüyorum!!! -Sana benziyordu, ama sen değildin ki!!! -Çoooocuuuuklaaaar!!! -Seni değil, inan ki hayatım… Onu öldürmek…! Onu.. onu… onu…!!! -Çoooo-cuuuuuk-laarrrrr… Basından (Oyun, Eşinizle Konuşun yazarı Özden Özdek, iki çocuk annesi olan eşini madeni zarf açacağı ile hunharca öldürdü. “Onu değil bana kendisini yazdırmak isteyen kadını öldürmüştüm ben…” diyen oyun yazarının cinayet anını hiç anımsamadığı açıklandı. Ö. Özdek’in eşini öldürmesi sanat dünyasında, dostları ve okurları arasında büyük şaşkınlık yarattı. Uyumlu bir çift olarak bilinen, tanınan Özdek ailesinin geride bıraktığı sorulara hâlen yanıt aranıyor…) Tacim Çiçek Gercekedebiyat.com
YORUMLAR