Edebiyatımızın tarihe bakışındaki sorunlar... Sol Gazetesi - Osman Çutsay'la konuşma....
Osman Çutsay'ın sorularına yayın yönetmenimiz Ahmet Yıldız'ın verdiği yanıtlar...
Yeni kitabınız “Nizamülmülk’ün Öldürülüşünü”nde, on yıllardır gericiliğin silahları arasında kabul edilen Türk tarihini birebir kullanan öykülere yer veriyorsunuz, niçin?
Biz Türk yazar ve şairler ideolojik bile ol(a)mayan bahanelerle tarihimizden uzak durup kaçıyoruz maalesef.
Benim için “Türk”, Türk dilini kullanan, bu dile kendini ait hisseden kişilerdir. Yoksa soy sopla ilgilenmek bizim işimiz değildir; doğru da değildir, sonuç almak da mümkün değildir.
Türk dili öyle ki, dünyadaki 5 bin küsur dil içinde dilbilgisi kuralı apayrı beş dilin başını çeken konumda. 4995 adet Hint Avrupa Dilleri karşısında tek Ural Altay dili gibi bir şey. İşte bu dilin izini geriye doğru sürdüğümüzde biz yazar ve edebiyatçılar için müthiş bir zenginlik görüyoruz. Benim “yol”um, ilgim buraya... Öyle ki bence Almanları da tanımak için diline bakılmalı. Örneğin Kürtleri de tanımak için Kürtçenin izini sürmek gerekir. Kimdir Kürtler? Dillerinin bir kuralı, türeme yapısı var mı? Niçin Urduca sözcükler var? Kürt aydınları niçin dillerini incelemiyorlar? Dilden anlamaya çalışmak, dil kültürünün izini sürmek fili tanımamızın tek yolu bence... Böylece kendisine Türküm diyen insanımızı tanımaya çalışıyorum.
Türkiye solunun ve sol edebiyatımızın, kendi tarihinden korktuğunu mu düşünüyorsunuz?
Edebiyat insanı insana anlatır. “Anlatmazsam duramam” duygusunun yaratısı. Tolstoy, Umberto Eco, Amin Maalouf, Borges, Shakespeare, Calvino bu yolla başarılı oldular. Tarih, ünlü Bizanslı tarihçi Kinnamos'un deyimiyle “geçmiş olayları sürüp giden hayata bağlar.” Çocukluğumuzdan ölene dek, ilk çağlardan modern çağlara dek süren çizgide hep insanların ve olayların hikayesiyle yaşarız. İnsanın insanlaşma serüveninin, gelecek kuşaklarla kurduğumuz zincirin diyalektik gücüdür bu. İnsanın trajik öyküsünün olduğu her yaralı nokta ilgim içinde.
Siz bu edebiyat âlemine 12 Eylül mahpusluğundan geçerek Türk edebiyatına, 80’lerin sonuna doğru “Üçlü Kavşak” kitabınızla birlikte “bir bıçak gibi” giriş yaptınız...
Bıçak gibi değil pek... Tam da postmodern rüzgarın kara bulutlarının toplaştığı dönemde girdim maalesef. Karşımızdakiler çok güçlüymüş, eğdiler o bıçağı. 20 yıl başka bir hegemonya kuruldu...
Üçlü Kavşak'ta da 12 Eylül öncesi sol bireyleri, daha doğrusu devrimci insan tekinin trajedilerini anlatmıştım; o da tarih değil mi? Şimdi Nizamülmülk'ün Öldürülüşü’nde de 1980'de bir tutuklunun tahliyesinde babasıyla buluşmasını konu edindiğim “Babamı Beklerken” öyküsü çok sevildi. Ama yeni kitabımda “Yazar Muzaffer Buyrukçu'nun Ölmeden Önce Gördüğü Son Düş”, “Enver Paşa'nın Ölüme Yürüyüşünün Gerçek Nedeni”, Nazım Hikmet'in Şeyh Bedreddin Destanı'nı yazdığı geceyi anlattığım “Yaratma Gecesi”, yine “Papa Urbanus'un Haçlı Savaşlarına Çağrı Konuşması Anında Duyduğu Endişe”, “1. ve 2. Arap Hazar Savaşlarından İnanılmaz Öyküler” gibi öyküler de böyle...
Yaşadığımız toprakların ve emekçi halkımızın gerçek tarihini bilmeden ne sosyalist, ne yazar, ne şair, ne politikacı vs. olunamayacağını savlamak istiyorum.
Tarihe, ilericilik adına ve kabullenerek yaklaşmak kolay değil...
Ülkemizde sol çevreler ve devrimci politikacıların artık kangren olmuş “geniş kitlelere ulaşma!” sorunu yok mu? Var. Solun ilgilenmediği, üzerinde durmadığı, eksik bıraktığı noktalardır tarihimiz. Nedense bu alanı milliyetçiyim diyen partiye emanet ettik; çok rahatız yani. Bu gerici çevrelerde ise Türk tarihine ve kültürüne nüfuz edecek ne yetenek vardır ne de slogandan ve hamasetten öte bir niyet... Ben Türklerin kendilerini tanımadığını düşünüyorum.
Tarihe böyle yaklaşıp bir kurgu nesnesi olarak kullanmak, ilerici/devrimci edebi müdahaleyi nasıl etkileyebilir? Sizin bakışınız ve tutumunuz nasıl oldu?
Dev-Genç'in eski başkanlarından Mehmet Ali Yılmaz geçen gün çok güzel yazmıştı: “Tarih” ve özellikle de “Türklerin Tarihi”, “Anadolu Tarihi”, “İslam Tarihi” ve bu tarihin geçtiği “coğrafyayı” bilmediğimiz gibi bu konularda sol tarafından yok denecek kadar az çalışma yapıldığını görürüz. Tarihini ve yaşadığı coğrafyayı iyi bilmediğimiz ve aslında tanımadığımız bir topluma ulaşmaya ve hatta onu örgütlemeye çalıştık. El yordamıyla yapılan sınıfsal tahlillere göre mücadele yürüterek de ancak o kadar başarılı olabildik. Emperyalist güçlere ve içerideki uzantılarına karşı yürütülecek mücadelede herkesin onlara karşı birlik içinde olması, en azından onların yanında olmaması gerekirdi.
Ahmet Yıldız
Bu bilinç eksikliğinin temelinde tarih ve coğrafya bilincine sahip olmayışımızın etkisi büyüktür. Bizdeki bu eksikliği, emperyalistler ve ülke içindeki işbirlikçileri bize karşı çok etkili şekillerde kullandılar ve bu sayede geniş kitleleri yanlarında tutmakta daha başarılı oldular.
Tarih ve coğrafya bilinci eksikliği, siyasi panoramaya bütünlüklü ve stratejik bakma yetisini de sınırlayan etkenlerdir. Örneklerini bugün bolca görebiliyoruz.
Doğan Avcıoğlu var...
İşte biz Doğan Avcıoğlu'nun yolundan gitmedik. Dört ciltlik müthiş çalışması olan Türklerin Tarihi'yle yapayalnız kaldı. Çok geniş bir tarih penceresi açtı. Anadolu'nun Türkleşmesi, Orta Asya Türkleri, Asya ve Avrupa Hunları, Göktürkler, Uygurlar, Rusya ve Avrupa Türkleri, Doğu Avrupa Yahudiliğinin Türk kökenli olup olmadığı tartışması vs. vs. kitaplarının müthiş konularıdır. Hangimiz o yoldan gitmeye çalıştık. Kocaman bir sıfırız. Yalçın Küçük, tarihçi de olmak zorundayım diyor isyan ederek.
Türk edebiyatı ve öykü, o günlerden bugüne nasıl dönüştü? Bugün ne durumda?
Çoğu emekçi, yoksul ? yukarıda belirttiğim anlamda ? “Türk” halkı, bence yazar ve şairlerimizce yalnız bırakıldı; her Türküm diyen potansiyel bir Kenan Evrenmiş “muamele”si gördü! “Resmi tarih”i eleştiriyoruz diye Türkleri katil, ırkçı, lanet insanlar olarak suçlayan azınlıkların tarihini bize tarihimiz diye dayatmaya çalıştılar... Öyle ki gençlerimiz için “Dersim Katliamı” ve Hrant Dink'in katledilişinden başka tarihimiz yok! Oysa Lenin'in, “Ruslar da diğer halklar ne kadar günahkarsa o kadar kötü, ne kadar uygarlığa katkıda bulunmuşsa o kadar değerli bir halktır” demişti. Eagleton'un lafını da unutmayalım: Azınlıklar hiçbir yerde devrim yapmamıştır!
Siz Nazım Hikmet'in Türkçe'ye ve Türk halkına, siz Neruda'nın İspanyolca'ya ve İspanyol halkına, siz Tolstoy'un Rus halkına saygısız, ilgisiz olabileceğini düşünür müsünüz? Biz Türkçe yazan tüm yazar ve şairler, Türk halkını anlaşılmaz bir granite benzeten Falih Rıfkı gibi, Türk bireyinin derinliklerine sondaj yapmak zorunda değil miyiz? Bunun için onları, tarihleriyle birlikte ilgi alanımızın birinci mertebesine koymak zorunda değil miyiz? İşte bu olmayınca Gezi'deki müthiş gençlerimize, “Kim bunlar? Nereden çıktı?” demek zorunda kalıyoruz...
AKP diktatörlüğünün damgasını taşıyan gericilik yıllarında sadece Türkiye halkının değil, anlaşıldığı kadarıyla Türk edebiyatının da hamuruna müdahale edildi diyebilir miyiz?
Bu kavramlar yanıltıcı olabilir: Tarihe ilgi gösterenler çoğu kez dinci ırkçı filan gibi algılanırken liberaller ters köşeye yatırıp gizli bir biçimde edebiyatımızı işgal ettiler. 70'lere dek ilerici demokrat kimliğiyle Türk aydınlanmasının dinamiği olmuş, belki de Cumhuriyetin ayakta kalmasana neden olmuş müthiş edebiyatımızı, başka bir kanala yönlendirip, kullandığı dile, içinde yaşadığı halka saygısı olmayan yeteneksizlerle doldurup çökertme yöntemi izlediler. Bir toplumun edebiyatını çökertmek, bu ilerici harekete darbe, asıl gericiliğin en büyüğüdür bence.
Edebiyatımızı işgal etmiş bu yeteneksizler ordusunun yarattığı bu gericiliği nasıl alt edeceğiz? Yıllardır gözümüzün önünde cansiperane çalıştılar; kitap ekleri çıkardılar; birbirleri hakkında yazılar yazdılar; gizli örgüt gibi köşe başlarını tuttular; biz seyrettik. İşte Murathan Mungan; geçen gün bir kanalda izledim; sıradan bir Kürt milliyetçisinden öte bir özelliği yokmuş.
Bu ters akışı şimdi nasıl değiştireceğiz? Hepimizin önünde bu deliler kervanından, bu sahtekarlıktan kurtulmanın yollarını aramak gibi bir görev duruyor. Benim Nizamülmülk'ün Öldürülüşü'nde yapmak istediğim agresiflik, bu sert kopuşu gerçekleştirme çabası belki de! Yeni bir devrimci tavır bana göre.
“Sultan”ların tarihiyle mi devrimci tavır?
Malazgirt savaşını kazanmış koca bir hükümdar olarak dimağımıza yerleşen “Sultan” Alparslan'ın, çok insani bir gururla karşısındaki düşmanının ellerini çözdürmesi yüzünden hançerlenerek öldü(rüldü)ğünü öğrenmek beni bunu mutlaka yazmalısın duygusuna götürdü. Bu insani duygusu yüzünden yazdım; Malazgirt'i aldığı için filan değil. Kaldı ki Malazgirt Savaşı tarihin dönüm noktalarından biridir onlarca roman film yapılmalıydı. Niçin Amin Maalouf'a bırakalım bu işleri? Borges bilse hemen yazardı örneğin.
Biliyoruz ki, gericilik ve baskı, genelde sanat için verimli bir topraktır; büyük yapıtlar ve yazarlar böyle ortamlara tepki olarak doğar...
Önce, kitap satmaya indirgenmiş, “editör”ü olan, eleştiri/tanıtım bürokrasisi olan, üstelik ilerici görünen ama fena halde gerici bu postmodern bulamacın ideolojik hegemonyasını kırmamız gerekiyor. Ben son kitabımla bunu yapmaya çalışıyorum. Bu müthiş heyecanlı geniş Türk toplumuna yalnızca azınlık kültürünün soğuk penceresinden değil, “halkımız” diyerek toprağa düşmüş binlerce devrimcinin yüreğindeki sevgi ve saygıyla bakmanın bu hegemonyayı kıracak devrimci bir tavır, edebiyatın geniş emekçi halk kesimleriyle barışmasını sağlayacak önemli bir aşama olduğunu düşünüyorum.
Teşekkür ederim sorular için.
Osman Çutsay
(24 Nisan 2014 – sol gazetesi)
YORUMLAR