"Çeyrek yüzyıl geçti. Daha kaç yıl böyle sürecek, derken gençlerin, yüz binlerce gencin öncülüğünde halk ayağa kalktı. Ne görkemli kalkışma.

Gençlikten hiç umudumu kesmedim. Haklı çıktım. Ne ki bir yandan da içim cız etti.

Kıyıcılar. İlk iş gençlere coplayarak, gaz sıkarak, su sıkarak, saçlarından sürükleyerek, cinsel tacizde bulunarak işkence ediliyor. Yüreğim yanıyor. Üç yüz kadar genci hapse attılar.

Genç kız yeğenim gidiyor meydanlara. Önlemeye çalışıyorum. Kendimden utanıyorum. Beni anlıyor mu? Yaşlıyım. Geçmişi anımsıyorum. Zarar görsünler istemiyorum. Her boyda, soyda oyun, satış çoktur. Defalarca sattılar halkı.

Genciyle, yaşlısıyla temiz insan çok. Halkı sevmeden demokratlık olmaz. Sitemin bile sevgiyle olmalı..."

dedi emekli diplomat yine kendi gibi eğitimci dostuna.

Bir ömür geçti ikisi için de. Ne dar zamanlar. Yalnızlar artık. İlgileri nasıl  sürmesin genç yakınlarına, gençlere... Koca bir deneyim bırakmışlar arkalarında.

Sıklıkla bir araya gelmeleri katlanmalarını kolaylaştırıyor.

“Üstadım, bir düşün ayrılığımız çıksa da az tartışsak diyorum ama aramama karşın bulamıyorum. Yine yok. Evet, aynı düşüncedeyim. Biz zamanlar salak bir generalin ağzından çıkan art niyetli tümce bugün doğru yerindedir: Halkın bilinci her boydan siyasiyi aştı. Bu bilince layık olmak gerek. Olamayanlar göçer. Halkın elinde Türk bayrakları, Atatürk posterleri. On yıllardır bu değerli gerçeği yazdık, anlattık. Kulak veren olmadı. Artık yediğimiz yaftaları saymıyorum... Muhalefet, iktidarla birlik gibi, aynı ağızla, ülkedeki etnik öbek adlarını, soy sopları saymakta.”

Diplomat ağırbaşlı bir kahkaha attı.

“Bizim de monşer alaycılığıyla saha dışına atılmamız yetmedi, muhalefet de Partiden dışladı. “

Öğretmen başını sallarken arkadaşı seslendi:

“Biraz daha ister misin?”

Ses çıkarmayışı evet demekti. Rakısını yeniledi dostunun. Kitap dolu dört yandan kısık, etkili bir senfoni duyulmakta. Beethoven dokuzuncu senfoni...

Bahar geliyor. Bu yıl daha da aldandı çiçekteki ağaçlar. Soğuk, don. Yaktı kavurdu. Nisanda görülmüş nen değil.

Bahar geliyor yine de. Bari halk aldanmasa. Bunca çektiğine değse. Çiçeğe durmuş tomurcukları meyve verse. Gençlerin teni, tini incinmese.

Odada anason kokusu. Az esrik yürekleri. Öğretmen demans hastası. Günbegün ilerliyor. Göz kapağına ve eline vuruyor zaman zaman.

“Daha çok savaşım vermeliydik. Eğitim diyeceğimiz bir iş kalmadı, bırakılmadı. Tarikatlar özgür olsun da aman çok sıkı denetlensin, ahkamını kesen kıytırık solcular şimdi neredeler. Duyuyoruz, kimisi de kapağı yurtdışına atmaktaymış.”

Diplomat bu alçakgönüllü evi on yıllar önce kooperatife girerek edinmişti. Eşiyle güzel bir yaşam sürmüşlerdi. Beş yıl önce yitirdiği eşiyle... Balkonumsu salon duvarından büyük bir koru görünüyor.

“Ne dersin dostum, biz de gidelim mi?”

“Düşündüğüm yere mi? Mitinge?”

“Evet. Neden olmasın? Gençliğinizde de bu doğru yerlerdeydik. Geçmişimle o denli barışığım ki. Hem biz oralarda bulunmasak o alanlar anında oyun kuranların işgaline uğrar. Hiçbir zaman yitirecek şeyimiz olmadı. Hele şimdi hiç. Neredeydi anımsamıyorum, İyi de kötü de dünyayı değiştirecek olay Türkiye’den doğacak, demiştim. Öyle çok olaya tanık, bilgiye açık oldum ki, uzmanlaştırıyor...”

Bu arada öğretmen kalkmış, kaç kez incelediği kitap raflarına göz gezdiriyordu. Bir an durakladıysa da bu ikilemden değildi. O da kararını vermişti. Döndü:

“Yine aynı düşünüyorum. Haydi gidelim Dostum...”

Günay Güner
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)