Son Dakika



Büyük bir üniversite hastanesindeydiler.

Profesör, DMD dedi. Önce algılayamadılar, birbirlerine endişeyle baktılar, yeni duymuşlardı bu hastalığın adını, “nasıl olsa vardır bir tedavisi” düşüncesi içinde, kendilerini rahatlatma gereksinimiyle dinlemeye başladılar hocayı.

Profesör:

“Duchenne Musküler Distrofi” kalıtsal olup bacak ve kalça bölgesinden başlayarak tüm vücut kaslarının kuvvetten düşmesi ve körelmesi sonucunda hastanın hareket yeteneğinin yitirilmesidir. Üçte ikisi anneden erkek çocuğa kalıtım yoluyla, üçte bir vaka ise mutasyon sonucu embriyoda ya da yumurtada oluşur. Genel olarak erkek çocuklarda görülür. Dört yaş civarında başlar.

Sözlerini onları teskin etmeye çalışarak sürdürmüştü hekim. Onlar, profesörün son söylediklerini duymamışlardı bile.

Dışarı çıktıklarında ne güneşin parlaklığı ne bahçedeki çiçeklerin renkleri ne de su satan çocukların sesleri onları ilgilendiriyordu artık. Uyurgezer gibi yürüyor, dalgınlıklarından nereye yöneleceklerini bilmiyorlardı. Küçük oğullarının ölümcül bir hastalığı olduğu gerçeğiyle karşı karşıya idiler. Şoktaydı ikisi de. Yıkılmışlardı. Ahmet, belli etmemeye çalışıyordu. Mehtap ise çevreye o an kör, sağır ve dilsizdi. Orada bir banka çöküverdiler. Hiç konuşamadan oturdular uzun süre.

Çevredeki sesleri bir uğultu olarak duyuyordu Mehtap. Boş bakışlarla tek bir noktaya bakıyor, gözlerini hareket ettiremiyordu. Bir ağırlık çökmüştü üstüne. Çevredeki ambulans sesleri... bir cenazenin alınışı sırasındaki ağıt ve çığlıklar...O sırada yukarıda dolanıp duran bir helikopterin çıkardığı yoğun gürültü... Hiçbir şeyi duymuyordu.

Ayberk´in su istemesiyle kendilerine gelebildiler.

Ayberk yürümeye başladığında pek belirgin değildi durum, belki de tam algılayamamışlardı. Zaman geçtikçe özellikle merdiven çıkışlarında biraz zorlandığını gördüklerinde getirmişlerdi hekime. Teşhis onlar için kabullenmesi zor bir durumun da adıydı. Ne yapacaklardı, nasıl bir yol izleyeceklerdi bilmiyorlardı. Bu konuda uzman hekimlerin de sayıca yeterli olmadığını öğrenmişlerdi. Çaresizliğin yoğun baskısını iliklerine değin hissetmek… bu duyguyla baş edebilecekler miydi, ikisi de birbirlerinden güç almak için sarıldılar, oğullarını kucakladılar ve ona bir şey belli etmeden hastanenin bahçesinden dışarıya doğru yavaş yavaş yürüdüler.

Günler geçtikçe yaşamın onlara sunacağı hiçbir güzelliğin kalmadığı, bundan sonra da olamayacağı düşüncesi kaplamıştı benliklerini. Mehtap, anne olmanın da verdiği yoğun duygusallıkla bu gerçeği bir türlü kabullenemiyor, böyle bir durumun başlarına gelmesine isyan ediyordu. Döktüğü gözyaşları sel olmuş, gözpınarları kurumuştu artık.

İlk zamanlar, yatıştırıcı ilaçlarla ayakta durmaya çalışmış, bu durumu kabullenmek uzun bir zaman almıştı.

İlk şoku atlatmalarının ardından birkaç ay içinde toparlanıp hızla bu hastalığın seyrine ve tedavi olanaklarına odaklandılar.

Ankara’da yaşıyor olmaları şanstı; çünkü başka yerlerdeki çocukların çok daha güç koşullarda olduklarını geçen zaman içinde öğrenmişlerdi. Koşullar sağlanabildiğinde ABD gibi ülkelerde otuz yaşa kadar yaşayabilen “DMD” hastaları, Türkiye koşullarında on beş yıl ya da iyi koşullar sağlandığında biraz daha uzun yaşayabiliyorlardı. Bu gerçeği bilmek her ikisine de derin ıstırap veriyordu.

Parka gittiklerinde,

“Anne, niye koşamıyorum?”

“Baba ben de bisiklete binmek istiyorum.”

Güzel geçmesi istenen bir akşam yemeğinde,

“Yoruldum, anne sen yedir lütfen!”

Yaz güneşi kendini iyice hissettirdiğinde,

“Denize gidelim, orada bacaklarım hareket edebiliyor baba.”

Resim yaparken,

“Kalemlerimi tam tutamıyorum, niye tutamıyorum anne?”

“...”

Mehtap, oğlunun her cümlesinde ağlamanın sadece kendisini değil onu da yıpratmak olduğu bilinciyle, dik durabilmesi gerektiğini artık iyice yerleştirmişti aklına. Zaman zaman ağlıyordu ama eskisi gibi değil, farkında olmanın yarattığı bilinçle dökülüyordu gözyaşları. En çok da DMD hastası bir çocuğun ölüm haberini aldığında derinden acıyordu içi, tutamıyordu akan yaşlarını.

Sadece evdeki yaşamı değil her türlü yaşantıyı; iş olsun, gezi olsun Ayberk’e göre düzenlemişlerdi. Tuvalet çevresine tutunabileceği sağlam metal kolluklardan odaların halısız olmasına, oğullarının tekerlekli sandalyesiyle dolaşabileceği alan boşluklarına değin her türlü konforu sağlamaya çalışmışlardı. Otomobilleri de Ayberk’e uygun olanlardandı. Haftada iki kez yüzme havuzuna gidiliyor ve kasların dayanıklılığı artırılmaya çalışılıyordu. Rehabilitasyon çalışması yine eve gelen özel bir uzmanca sağlanıyor, ilaçlara ek olarak yan ürünler kendi olanaklarıyla alınıyordu. Bu olanakları olmayan çocuklar akıllarında mıh gibi duruyor onlara da ellerinden geldiğince destek vermeye çalışıyorlardı.

Güneş kaç kez doğup batmış, ay gökyüzünden evlerine defalarca akmış, bulutlar binlerce kez gözyaşı dökmüş, ağaçlar her bahar kederle çiçeklenmiş, kuşlar hüzünle cıvıldamış, günler ayları kovalamış, yıllar geçmiş, onlar çocukları için mutlaka yaşamak zorunda olduklarını daha çok hisseder olmuşlardı.

En çok da Ayberk’in artık okula gidemeyişi üzmüştü Mehtap’ı. Kendisi bir öğretmendi çünkü. Kendi çocuğunun böyle bir olanaktan mahrum bıraktırılması kadar acı veren bir şey olamazdı. Oğlunun gittiği sınıf ertesi yıl üst kata alınmış asansörü olmayan binada tekerlekli sandalye ile merdiven çıkmak zor olduğu için güzel oğul, okulu bırakmak zorunda kalmıştı. Okul yönetimi bu sorunu çözme yetisinden yoksundu. Diğer velilerin hoşgörü noksanlığından da kaynaklanan böyle bir sorunun giderilmemesi, ayıpların en büyüğü olarak yazıldı deftere.

Kaldırımlarda bile engelliler için uygun koşulların sağlanabilmesi çalışmalarının daha yeni başladığı bir kentti burası, acaba doğal mı karşılanmalıydı böylesi aksaklıklar? Boyun eğildi. Böylesi çaresizliklere üzülmemeyi de yavaş yavaş öğreniyorlardı.

Her türlü olumsuzluğa karşı durabilmeyi, hayata dört elle sarılmayı ilke edindiler. Gökyüzü tüm maviliğiyle oradaydı. Ayberk’i gezdirebilecekleri parklar, kırlar, sahiller, kentler onları bekliyordu.

Her bahar ya da yaz döneminde yeni yerler görmeye ayırdılar zamanlarını. İlk yıllarda daha kolay oluyordu konaklamaları; ancak Ayberk büyüdükçe kalacakları yerler azalmaya başladı. Birkaç yer bulsalar da oldukça pahalı yerler oluyordu buralar. Bütün bunları göze alıyorlardı, amaç Ayberk’in daha dolu yaşayabilmesiydi ve buna değerdi.

Gün geçtikçe Ayberk’in de kendilerini üzmemek ve yormamak için güç sarf ettiğini seziyor ama ona belli etmiyorlardı. Ayberk duygulu ve zeki bir çocuktu, ağız alışkanlığı ile “çocuk” deseler de o artık bir delikanlıydı. Yirmi yaşını geçmişti. Banyosundan tuvalet ihtiyacına kadar anneye, babaya muhtaç yaşamak onu da derinden yaralıyordu.

Bunca zamanı alt kattaki sahaf ve ev arasında geçirmek zorunda kalması neyse ki onu olumsuz etkilemiyordu; akranlarının yaşam biçimlerine uzak kalsa da kendi dünyasında mutlu olmayı başarması anne ve babayı birazcık da olsa rahatlatıyordu. Dükkâna gelen entelektüel kişilerden oluşan iyi bir çevreleri vardı. Ayberk onların konuşmalarını dinliyor, onların kendisiyle ilgilenmelerinden hoşlanıyordu. Dükkân oldukça büyük olduğu için arabasıyla içeride rahat dolaşabiliyordu. Resim yapıyor, belgesel izliyor, çekmecelerini düzenliyor, politik haberleri ilgiyle takip ediyordu. Dükkâna gelen kediler onun için ayrı bir uğraş ve sevinç kaynağı olmuştu. Çevresindeki akraba ve dostlar sık görüşemeseler de buluştuklarında Ayberk’in keyfi de yerine geliyordu. Herkes onu seviyordu ve böyle bir ortamda yaşaması, onun yaşama daha sıkı sarılmasını sağlıyordu.

Bir gün dükkâna bir TV kanalından DMD hastalarının sorunlarıyla ilgili program yapmak için geldiler. Mehtap ve Ahmet gereken açıklamaları yaptılar. Ayberk de düzgün cümlelerle isteklerini iletti. Aslında çok konuşmazdı ama gerektiğinde de insanı şaşırtan cümleler kurardı. Gülüşü güzeldi bir de Ayberk’in. Mutlu olduğunda ağız dolusu gülüşü... Bu hastalık onu bulmasaydı şimdi ayakta olacak, belki de iyi bir üniversitede okuyacaktı.

Hayatın herkese aynı davranmadığı, kimine yaşamı çekilmez kıldığı, buna karşın hayatta kalma mücadelesinin verilmesi gerektiğinin bilincinde olan insanların varlığıyla, yaşamın yine üstün geldiği bir dünyaydı burası. Ölüm üstünmüş gibi görünse de aslolan hayattı. O yüzden değil miydi zaten her şeye karşın yaşama sıkı sıkıya sarılmaları.

Mehtap, dernek yönetimi olarak başlattıkları çalışmalar arasında koşturuyor, Ahmet de oğulları Ayberk’in kendilerine olan fiziksel bağımlılığının getirdiği ağır yükün hakkından gelmeye çalışıyor ama bir yandan da o acı sona yaklaşmanın derin hüznüyle yaşamın üstesinden birlikte gelmeye çalışıyorlardı.

Odaklandıkları tek noktanın Ayberk olması ve onun üzerine titremeleri, bu kabullenişi unuttursa da hastalığın seyrinin getirdiği yorgunluk vardı üstlerinde. Geceleri uyku sorunları başlamış, her an akciğer kaslarının nefes alıp vermeye yetmeyeceği korkusuyla geçirilen tedirgin geceler onların da sağlığını etkiler hale gelmişti.

Günler geçip gidiyor, geçen her gün, onlara ıstırap veriyordu.

Mehtap her gün olduğu gibi bilgisayar başında iletileri düzenledi. Kurdukları DMD Aileleri Derneği’nde, dernek çalışanları olarak seslerini yetkili makamlara duyurmanın yanında kamuoyu oluşturma etkinlikleriydi sosyal medya iletileri. Çocuklarının tedavisi için Türkiye’de de bir çalışma başlatılmasını istiyorlardı bütün DMD hastaları için. Haftalar, aylar geçiyordu ama zamanın hızla akması hiç de onların lehine işlemiyordu. Hiç olmazsa bu hastalığın henüz başında olanlar için bir şeyler yapılmalıydılar. Eskiye göre biraz yol alınmış, en azından seslerini duyurabilmişlerdi.

Yazdığı iletileri yeniden okudu:

“DMD aileleri olarak, umut değirmeninde acılarımızı öğütüp, yüreğimizin ateşinde sabır somunları pişiriyoruz. Acımasızca akan zamanın bizlere güzel haberler de getirmesini, evlatlarımızın tedaviye ulaşmasını umut ederek...#destekolDMDyiyenelim”

Bilgisayarın başından kalktı. Ayberk’ e yiyecek bir şeyler hazırladı.

Birkaç ileti daha yazması gerekiyordu:

“DMD hastaları, yurt dışında sonuçlanmak üzere olan gen tedavilerinin yapılabileceği donanıma sahip kas hastalıkları merkezlerinin açılmasını istiyor.”

“Sizin çocuklarınız sağlıkla koşarken bizim çocuklarımız daha yerden bile kalkamıyor. Yürüyemeyen çocuklarla kilometrelerce yol kat edip Antalya ve İzmir’e nasıl gidelim?”

“Neden koşamıyoruz diyorlar küçükken, büyüyünce neden nefes alamıyorum diyecekler.”

Gök gürlüyordu. Birkaç ileti daha yazdı, sonra yazmayı bıraktı. Kalktı, gözlerindeki yaşları sildi. Dışarıda yağmur başlamıştı. Perdeyi açtı, Ayberk’le cama vuran damlaları izlemeye başladılar. Ayberk kolunu yavaşça diğer elinden yardım alarak kaldırdı, yüzünde acı bir buruklukla annesinin gözyaşlarını sildi.

Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Yirmi beş yıl, her yeni güne buruk uyanışlarla geçip gitti.

Şimdi kim ziyarete gitse Ayberk’in gömütüne, derin bir acının, hüznün anne yüreğinden göğe yükselen bir çığlığın dizeleri karşılamakta onları:

“Ve sen, seni sana sormadan doğurduğum

Varım yoğum, gün ışığım oğlum

Siyah – beyaz sararmış bir fotoğraf

Olduysa çocukluğun, affet…”*


*Dizeler: Oya Uysal

Nesrin Pekcan
Gercekedebiyat.com


ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)