Din ve Devlet İlişkisi / Hüseyin Atabaş
Biz insanoğlu devlet örgütlenmesini niçin mi gerekli görmüşüz? Birilerinin, daha doğrusu devlet yönetimini eline geçirenlerin o gücü kullanarak, eğilim ve isteklerini (egolarını) tatmin etsinler ya da kamusal iradeyi dayanak yaparak ceplerini doldursunlar diye değil!.. Tersine, biz insanlar toplu yaşamayı gereksinim olarak gördükten sonra; devlet örgütü yaşamımızı düzenleyip sürdürsün, bizi saldırılardan korusun, barınmamızı sağlasın, soyumuzun sürmesine, eğitilmemizin sağlanmasına yardımcı olsun, iş alanları açsın ki çalışıp üreterek karnımızı doyurmamızın yolunu bulsun diye oluşturduk devlet kurumunu.
Bir arada, birlikte yaşamayı gerekli görmemize karşın, aramızda çıkan ya da çıkması olası sorunları çözüme vardırmak da devletin başat görevlerindendir. Yani devlet yapacağı düzenlemelerle de birbirimizin haklarına saygılı olmamızı denetlemeli, aramızda oluşacak sorunları çözerek eşitlik içinde, adaletli bir ortamda yaşamamızı sağlamalıdır.
Özetle söylersek, insan devleti, devlet insanı örgütleyerek uygarca yaşanabilecek bir dünya, bir ortam oluşturulmasına gayret etmişler. Yani devlet, toplulukların birlikte yaşama gereksinimi ve buna dayalı olarak doğan istencin/gereksinimin bir sonucu olarak var edildi. Ama insan birlikte yaşamayı bir gereksinin olarak görse ve seçse de, içinden geldiği, o güne dek yaşadığı koşullar nedeniyle doğasına yerleşmiş olan sapkınlıkları, kişisel hırsları ve tutkuları onun zaman zaman başkalarının alanına sarkma olumsuzluğunu kişiliğine yerleştirmiş olabiliyor!..
Tüm bu gereklilikler ile olasılıklar ortadayken, bu ülkenin yönetimine uzun yıllardır hâkim olan zihniyet sürdükçe, devlet örgütünün gerekliliği hilafına daha neler duyacağız, neler yaşayacağız ve daha neler öğreneceğiz(!) kim bilir? Bu bağlamda, bu yazıda üzerinde duracağımız konu ve olay aslında herkesin bilgisi içindedir: Efendim, Başbakanlık makamında oturan Bay Erdoğan, Almanya Cumhurbaşkanı’nı eleştirirken; “Almanya’da Ali’siz Alevilik denen bir olay var, yani ateist bir anlayışın, Alevilik kisvesi altında, kendilerinin de desteklemiş olduğu bir yapı var, bunu bize yansıtıyor...” keşfinde bulunmuştu.
Bu sözlerden, bu ülkenin yurttaşı olarak endişe etmemek olanaksız; çünkü anayasasında, “Türkiye Cumhuriyeti, (…) demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir” yazan bir ülkenin başbakanının söyleyebileceği sözler değildir bunlar. Çünkü laiklik ya da laisizm denilen ilke; devlet yönetiminde herhangi bir dinin ya da dinsizliğin bir öneri olarak dikkate alınmamasını, dolayısıyla devletin dinler karşısında tarafsız kalmasını gerektirir. Ama Anayasa’da bunu böyle yazılması zat-ı muhteremin umurunda değil. Ona göre yurttaş olmak İslamlığın Hanefi mezhebinden olmakla eşdeğerdir!..
Başbakanı böyle bir düşünceye sahip olan bir ülkenin yurttaşları endişe duymakta öncelikle iki nedenle yerden göğe kadar haklıdırlar: 1) Bu düşünce, ülkeyi ayrışmaya ve kaosa sürükleyebilir; 2) Bu düşünce, ülkenin dünyadan dışlamasının yolunu açabilir.
Arapçada, “din” sözcüğü köken itibariyle “yol, hüküm, armağan” gibi anlamlara gelir. Bununla birlikte din genellikle doğaüstü, kutsal ve ahlaki öğeler taşıyan, çeşitli ayin, uygulama, değer ve kurallara (ritüellere) sahip inançlar ve ibadetler bütünüdür.
Din, zaman zaman inanç sözcüğünün yerine kullanıldığı gibi, kimi kez de inanç sözcüğü din sözcüğünün yerinde kullanılır. Dinler tarihine bakıldığında da; farklı kültür, topluluk ve bireylerde din kavramının farklı biçimlere sahip olduğu, dinlerin bağlananı tarafından her çağda, coğrafya ve kültür değerlerine göre yeniden tasarlandığı da görülür.
Bunlardan anlaşılması gereken; herkesin dini ya da dinsizliği kendisini bağlar; hiçbir kimse kendi dini görüşünü başkasına zorla dayatamaz. Çünkü hiç kimsenin şu dinden, bu dinden ya da dinsiz olması devlet yöneticisini de, sıradan vatandaşı da bir sorumluluk altına sokmaz. Hiçbir din kitabında böyle bir sorumluluk yükleme zorunluluğu ya da ilkesi yoktur. Bunun böyle olduğu, İslamiyet’te “din adamı” diye bir görevlinin olmamasından da anlaşılır. Ama herhangi bir dini inanışa sahip olan kişi, kendi dininin özelliklerini ya da üstün taraflarını sıralayarak başkalarını kendi dinine davet edebilir. Ancak bu da hiçbir biçimde bir dayatma ya da çıkar karşılığında yapılamaz.
Peki, Almanya Cumhurbaşkanı “Ali’siz Aleviliği”, “Ateist Aleviliği” Türkiye’ye ya da Almanya’daki Türklere mi dayatıyor ki, Recep Bey bundan rahatsızlık duyuyor? Böyle bir şey yok kuşkusuz, o türden dayatmalar Ortaçağ’da kaldı. Almanların ya da tüm Avrupalıların yeni bir Haçlı Seferi düzenlemeleri de olası bir durum değil; modern devlet ilişkilerinde böyle bir şey olamaz. Ama “bizimki” herkesi kendisi gibi sandığı için ıkıntıya düşüyor!..
* * *
Peki, Türkiye’nin başbakanlık makamında oturan Recep Beyin sıkıntısı nedir, neden rahatsız oluyor? Benim anladığıma göre, dindarlığı hiç kimselere bırakmak istemeyen bugünkü iktidarın başının; biri yalan, öteki din ticareti (dini kullanma) olan iki uçlu sermayesinin zarar görebilmesi söz konusudur kendi algısına göre.
Dininden başka dayanağı bulunmayan bu ezik halk da, dininin elinden alınabilir bir şey olduğu endişesiyle bu türden insanların peşine takılıp gidiyor. İktidar ve onun başı da işte bu durumdan yararlanmakta, iktidarlarını sürdürebilme adına halkın bu umarsızlığını kullanmaktadırlar… Yoksa kimin hangi dinden, hangi mezhepten, hangi ateist gruptan olup olmadığı, şayet bu inanışlar ülke aleyhine kullanılmadığı sürece hiç kimseyi ilgilendirmemeli; ne kişileri, ne de devletleri. Ama bugün ülkemizde güdülen asıl amaç, İslâm dinini siyasallaştırmaktır.
Oysa siyasal İslam’ın Türkiye’yi yönetemeyeceği, Türkiye toplumunun bu kalıba sığmayacağı ortadadır… Bu ülkenin birikimi Siyasal İslam’ın şu ya da bu biçimde yerleştirmesine izin vermez. Cumhuriyetin temellerini atan usta, bu temeli şaşılacak denli sağlam olarak bağımsızlık ve özgürlük anlayışı üzerine oturtmuştur… O ustanın “çağdaş uygarlık düzeyi” dediği bilimsel akıl ise bizi o karanlığa sürüklemenin önündeki kocaman bir engeldir…
Hüseyin Atabaş
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR