Dil varlığın, olay örgüsü romanın evidir / Kaan Eminoğlu
Belli bir düşünceyi/öğretiyi/bilgiyi belli bir kitaptan öğrenebileceğimizi bilmemize rağmen genellikle bunu tercih etmeyiz. Bunun nedeni üzerine düşünüldüğü vakit o kitabın bize istediğimizi aktarma konusundaki yönteminin kısıtlılıklarının öğrenme önünde bir set oluşturduğu sonucuna varabiliriz. Bu ...
Roman (Hikâye için de aynı yargılar geçerli.) bu alternatif araçlardan sadece bir tanesidir. Roman ve hikâyenin bu hususta alternatif oluşturmasının en büyük nedeni kurgulanarak anlatılanın düz bir şekilde anlatılandan daha ilgi çekici olması nedeniyledir. Bu ilgi çekiciliği sağlama imkânı edebî anlatının (roman ve hikâye) aktarım noktasında bilimsel bilgi yazınlarına göre çok önemli bir avantaja sahip olduğunu gösterir. Şüphesiz bu avantajı yaratan en büyük husus romanı/hikâyeyi meydana getiren yapı unsurlarından biri olan kurgunun (fiction) yaratmış olduğu sınırsız olanak evrenidir. Bu sınırsız olanak evreninde kurgunun belli bir dizge ile okura sunulması okurun metni anlamlandırıp bir çıkarıma varabilmesi için olmazsa olmazdır. Bu yüzden romancı kurgusunu belli bir dizgeye göre okuruna sunmasını sağlayacak bir yapı unsuruna ihtiyaç duyar. Bu yapı unsuruna verilen isimse olay örgüsüdür. Olay örgüsü bu yönüyle düşünüldüğü vakit kurguyu belli bir düzende okura aktarmak ve yazarın hayal dünyasına okuru ortak etmek (okuru o dünyaya dâhil etmek) için bir araç görevindedir. Bu araçsallık görevinin nasıl bir ihtiyaçtan doğduğunu ve bu ihtiyaçlara ne ölçüde karşılık verebildiğini daha iyi anlamak için insanda anlatının yaratımı sağlayan itkiye sebebiyet veren varoluşa yönelik gelişimsel bir çıkarım yapmak gereklidir. Bu çıkarımı zorunluluğunu Martin Heidegger’in Dil, içinde konaklamak yoluyla var olduğu varlığın evidir, bunun içinde insan varlığın hakikatine bekçilik yaparak ona ait olur.[1]sözüyle somutlaştırması insanın zihinsel dünyasında -genel anlamda- sanatı ve -özel anlamda- edebiyatı anlamlandırabilmesini sağlamıştır. Dilin sahip olduğu imkânlarla kurgu yaratma ve bu kurguyu bir olay çerçevesinde verme insanın sanatsal anlatı ile var oluşunu ortaya koyması yolunda bir adımdır. Olay örgüsü içinde barındırdıkları (zaman, mekân, şahıs kadrosu, kurgu, anlatıcı vs.) göz önünde bulundurulduğu vakit Heidegger’in dil varlık bağlantısına benzer bir ilişki içerisinde “Olay örgüsü romanın/hikâyenin evidir.” şeklinde bir yargıya ulaşılabilir. Pek tabii bu yargıya ulaşılabilmesi için yargıyı destekleyecek oluşum evrelerini de açıklamak gerekir. Ancak insan dediğimiz canlı yerinde sayan bir organizmaya sahip olmadığı için belli bir zamandan sonra insanın seslerle kurduğu etkileşimin artması ve belli bir kas olgunluğunun kazanılması ardından mantıklı sesler dizgesine ulaşmaya başlaması kaçınılmaz bir hâle gelir. Bu ulaşım daha karmaşık isteklerin dile getirilmesi, sosyal ihtiyaçların karşılanması ve zihinsel işlevlerin aktifleşmesi konusunda insan türüne yepyeni imkânlar sağlar. Sesleri mantıklı bir dizge şekline sokup onu bir iletişim aracı hâline getirme başarısı, insana doğaya karşı bir üstünlük kurma şansı yaratmıştır. Bu üstünlüğü koruma güdüsüyle insanlar dilin imkânlarını geliştirme yollarını aramışlardır. Bu arayış, dilin imkânlarının gelişimini sağlamış ve insana düşünce üretebilme yetisi kazandırmıştır. Şöyle ki ilk başta basit isteklerin karşılanması yolunda bir araç olan dil, daha sonraları daha karmaşık istek ve arzuların karşılanması için düşünceyi üretmiştir. Düşünce basit bir tanımlama ile insanın kendi kendiyle bir iletişim kurma (konuşma) eylemi olarak açıklanabilir. Kendi kendiyle konuşarak iletişim kuran insan bu iletişim sonucunda bir çıkarsama evresine girerek hayal üretmeye başlar. Hayaller dilin insanoğluna yaratmak istediği dünyayı yaratma konusunda bir sınırsızlık ve hız imkânı sağlar. İnsan, konuşmanın yarattığı düşünce ve düşüncenin yarattığı hayallerle yaratıcılığını geliştirme şansına kavuşur. Bu yaratıcılık geliştirme çabaları sırasında insanın hayal tecrübesi bu hayallerin paylaşılması yolunda sosyal bir istekle birleşince edebiyat denilen tür ortaya çıkmıştır. Edebiyat bu yönüyle hayallerin anlatımı/paylaşımı konusunda bir olanaklar bütünüdür. Bu olanaklar bütünü zihindeki ilk hâli gibi dağınık ve savruk olursa eğer ilgi çekiciliğini kaybedeceğinden sesleri belli bir dizgeye göre konumlandıran insanların hayalleri de belli bir dizgeye göre düzenlemesi gerekir. Yani bu düzenleme hayallerin belli bir nizamın içinde anlatılması zorunluluğunun bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu nizam sözünden basit bir sonralık ilişkisi anlaşılmamalıdır. Olay örgüsü okuru çoğu kez karmaşık bir neden-sonuç ilişkisi ağına sokar. Örgü sözünden de bu karmaşıklığın çözümüne yönelik bir okur bir çabasına ihtiyaç duyulduğu anlamı da çıkarılabilir Bu yönüyle olay örgüsü okurun romandaki tecrübesidir. Çünkü okur, karşısına çıkarılan anlatıda ilk defa karşılaştığı bir olaylar dizgesinin içine düşmüştür. Bu dizge ona bir yaşanmışlık hissi katacaktır. Bu tecrübe okur tarafından romanın/hikâyesinden doğan düğümün çözümünün bir ödülüdür âdeta.
Örneğin klasik mesnevilerimizden Leyla ile Mecnun’da anlatı Leyla’sına ulaşmak için kendini çöllere vuran Mecnun’un oradaki tecrübesiyle olgunlaşıp Leyla’dan vazgeçip mevlâsını bulmasını anlatır. Aynı şekilde Hüsn ü Aşk’ta Aşk’ın sevdiği kız olan Hüsn’e ulaşmak için Diyar-ı Kalp’e gidip ilm-i simyayı bulmaya çalışması anlatı geleneğimizdeki bir “klişe”nin sonucudur. Bu klişe olay örgülerinde dış görüntü kahramanın ben’i dışındaki arzu nesnesine ulaşmaya çabaladığı şeklindedir ancak öz itibarıyla kahraman tarafından aranan ben’i dışında değil yazarın onun ulaşmasını istediği benlik tasarısıdır. Yani romancı/hikâyeci kahramana bir başkasını/bir başka şeyi aratıyormuş gibi görünürken aslında kahramanı bir kendini arama macerasına sürükler. Bu olay örgüsünün yaşandığı süreç kahramanın kendi kendini inşası sürecidir. Feminist estetik kuramcılarından RitaFelski de bu klişe olay örgüsü mantığına şu şekilde değinir: Romanların en değişmez olay örgülerinden birini –hayatının nasıl bir şekil alması gerektiğini bulmaya çalışırken– kendini keşfetme sürecine giren kahramanların betimlenmesi oluşturur.[3] Her ne kadar olay örgüsünde bir orijinallik (özgünlük) arayışına sahip olsak da olay örgüsünü var eden dilin klişeye bile bambaşka bir hava katabileceğini, onu klişenin çeperini aşan bir noktaya taşıyabileceğini yadsıyamayız. Çünkü herkes bir olay anlatabilir. Ancak biz mevcut anlatıyı bazılarının daha etkileyici bir şekilde anlattığını fark eder ve onun ağzından dinlemeyi tercih ederiz. Çok ilgi çekici çok ilginç bir olay kimi insanların ağzında sıradan bir mesele gibi algılanır hâle gelebilirken çok basit çok sıradan bir olay kimi anlatıcıların ağzından anlatıldıkları vakit ilgi çekici bulunabilir. Bunu somutlaştırmak adına şu örneği de verebiliriz. Bütün fıkralar komiktir ancak bazı anlatıcıların elinde komikliklerini kaybederler bazılarının elinde ise daha komik olarak algılanabilirler. Olay örgüsü mevzubahis olduğunda da aynı durum geçerlidir. Bazıları dili daha etkileyici bir biçimde kullandıkları için klişe bir olayı bile ilgi çekici kılabilirler. Burada olay örgüsünün gücünü artıran ya da azaltan bir enstrüman olarak dilin önemi ortaya çıkmaktadır. Olay örgüsü metinde vücut bulan olaysa dil, o vücuda oksijen vererek organizmanın yaşamasını sağlayan, diğer organlar (yapılar) arası hayati fonksiyonların gerçekleştirilmesini sağlayan bir akciğerdir. Roman ve öyküyü var eden tüm unsurlar (olay örgüsü, kişiler, zaman, mekân vb.) roman/hikâye mantığı içerisinde ele alındıkları vakit birer araçtır. Onları konuşturan, onlara kimlik kazandıran dildir.[4] Olay örgüsü teknik bir sıralama mantığından çok daha farklı bir yapıdadır. Temel işlevini gerçekleştirebilmek için roman ve hikâyede merak duygusunu harekete geçirecek bir itki yaratması gerekir. Merak duygusu, okuru anlatıya dâhil etmek için olmazsa olmaz bir unsurdur. Bunu yaratan ise roman ve hikâyenin kendine özgü kurmaca imkânlarıdır. Bu imkânları hazırlayan olay örgüsü unsurunun ise determinist bir yaklaşımla anlatıya dâhil edilmesi gerekir. Aksi takdirde basit bir sıralama mantığı ile ilerleyen olaylar okuru kendi dünyasına çekemeyecek ve okurun zihnindeki gerçek dışılık ön yargısını yıkıp onu kendi mantığındaki kurmaca dünyanın içine dâhil edemeyecektir. Bu yönüyle düşünüldüğü vakit olay örgüsü ile basit kronolojiye ilişkin şöyle bir yorum yapılabilir: Basit kronolojik anlatıcı vak’a üzerinde konuşur; romancı vak’ayı konuşturur; ona, yeni bir nitelik ve misyon kazandırarak yapar bunu.[5] Bu işte önem denilen inceleme unsuru da devreye girer. Örneğin bir bilimsel araştırmada incelenen/gösterilmek istenen vaka (olay örgüsü) o bilim eserinin salt amacına uygun olmak zorundadır. Roman ve hikâyedeki vakada ise böyle bir zorunluluk yoktur. Olay örgüsünde romancının salt amacına hizmet etmeyen bölümler çeşitli cümle dolgularıyla okura sunulabilir. Bu karşılaştırmayı somutlaştırmak adına şöyle bir örnek verilebilir: Bir bilim adamı suyun yüz derece kaynadığını gösteren bir deneyin metne aktarımını yaparken deneyin aşamaları dışında kalan herhangi bir durumla ilgilenmez. Bu yüzden olay örgüsü çok dar bir bakış açısıyla sınırlandırılmıştır. Aynı deneyi bir romancı da ele alabilir. Ancak romancı olay örgüsü esnasında bu olayın salt bilimsel yönüne odaklanmaz, o deney sırasındaki başka unsurları da olay örgüsüne dâhil eder. Bilim adamının deney tüplerinden birini yanlışlıkla kırdığını, kırılan tüpün bilim adamının elini kestiğini, bu kesiğin oluşturduğu yaradan akan kana tampon yapan bilim adamının çektiği acıyı da olay örgüsüne malzeme eder romancı. Oysa bilimsel bir yazı yazan bilim adamı deney esnasında yaşamış olduğu bu aksilikleri bilimsel yazısına konu etmez. Çünkü bu yaşadığı kişisel tecrübe bilimin konusu değildir. Bu yaşanmışlık herhangi bir alanın konusu olacaksa da bu alan deneyselliği öncülleyen bilim değil, insaniliği öncülleyen edebiyat olmalıdır. [1]Heidegger, Martin (1977), Basic Writings. Ed. by Grayand Stambaugh, New York: Harperand Row. S.213 [2]Forster, E.M. (2001), Roman Sanatı, Adam Yayınları, 3.Basım, İstanbul, 2001, S. 63 [3]Felski, Rita (2019), Edebiyat Ne İşe Yarar?, “Tanıma”, Metis Yayınları, 4. Basım, İstanbul, S.39 [4]Tekin, Mehmet (2016), Roman Sanatı, Ötüken Yayınları, “Vak’a-Olay Örgüsü”, İstanbul, S.54 [5]A.g.e. s.55 Kan Eminoğlu
OLAY ÖRGÜSÜ NASIL BİR İHTİYACIN ÜRÜNÜDÜR?
İnsan dünyaya bazı sesleri çıkarabilme yetisiyle gelir. Ancak bu yetiye sahip insan ilk başta anlamlı dizgeler oluşturabilecek tecrübeye sahip olmadığından ve bazı kasların güç imkânlarının düşüklüğü gibi nedenlerle dil üzerinde istediği ölçüde bir hâkimiyet kuramaz. Dünyaya ilk adımlarını atan bir bebekte sesler daha çok çığlık şeklinde ortaya çıkar ve basit ihtiyaçların giderilmesini istemedeki bir talep aracı olarak işlev görür.
Okurunu belli çabaya itmeyen yapılar ise olay örgüsü değil, birer kronolojidir. Kronoloji ile salt tarihsel bir anlatı yapılabilir. Örneğin: “Annem 1968 yılında doğdu, 1988 yılında evlendi ve 1991 yılında vefat etti.” demek kronolojik bir anlatıdır ancak edebiyat eserini yaratan bir unsur olan olay örgüsü değildir. Bu kronolojinin içinde olaylar, isimler, mekânlar ve kişiler geçmesi kahramanın (annenin) bu unsurlarla kurduğu karmaşık ilişkilerin okuyucuda belli bir etki yaratması gerekir. Bu unsurların fazlalığı da okuyucuya da belli bir görev yüklemiştir. Bu görevin adı anlamaya çalışmaktır. Bu anlamaya çalışma görevi basit bir iş değildir. Çünkü anlamayı karmaşık hâle getiren bir olay örgüsü vardır. Okurun bu örgüyü çözüp bir anlamlandırma faaliyetine girişmesi gerekir. Bu faaliyet okurdan zekâ ile bellek de ister. [2]
OLAY ÖRGÜSÜNÜN SINIRLARI
Olay örgüsü çoğu kez sınırsız yaratım akışının gerçekleştiricisi gözükse de esas itibarıyla tıkandığı, kendini tekrar ettiği, benzeriyle tekrar dolaşıma sokulduğu durumlar da mevcuttur. Örneğin Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un romanlarının geneli hakkında bir yorum yapıldığı vakit benzer olay örgülerini farklı karakterler üzerinden kurguladığı yorumunu yapabiliriz. Pamuk’un olay örgüleri sevdiği bir şeyi/insanı kaybeden insanın onu bulmak için çabaladığı ve bu çaba etrafında kahramanın belli bir olgunluğa erişmesi söz konusudur. Yani kahraman arzunun nesnesine ulaşma noktasında belli sıkıntılar çekiyor, bazı hayat tecrübeleri ediniyor ve sonunda romancının istediği aydınlanmayı yaşayarak emeline ulaşıyor ya da ulaşamıyor. Bu temelde bakıldığında Kara Kitap’ta çok sevdiği eşi Rüya’nın ortadan kaybolmasıyla onu aramaya koyulan Galip’in İstanbul sokaklarında yaşadıkları, Masumiyet Müzesi’nde zengin ve züppe bir tip olan Kemal’in sevdiği kadın olan yoksul akrabası Füsun’un bir anda ortadan kaybolmasının ardından çektiği azap ve roman boyunca onu araması, Benim Adım Kırmızı’daysa Tezhipçi Zarif Efendi’nin öldürülmesi sonucunda katilin hangi nakkaş olduğunun bulunulmaya çalışılması yazarın bunu yaparken de suçlamalarla karşı karşıya kalan nakkaşların yaşadığı psikolojik gerilimleri ve bu gerilimlerden eskisinden daha güçlü bir şekilde çıkmalarını anlattığı görülecektir. Kaybedilenin bulunması/bulunmaya çalışılması romanlara birer polisiye havası verdiği için de okurda merak duygusunu uyandırıp romanların olay örgüsünün akışkanlığını sağlar bir niteliğe kavuşmasını sağlamıştır. Ancak bu olay örgüsü ortaklıkları Türk edebiyatında roman öncesi döneme ait olan mesnevi geleneğinin olay örgüsünün kullanılmasından daha farklı bir uygulama değildir.
Olay örgüsü ile ilgili bir başka sorun ise “Olay örgüsü olmayan edebiyat anlatısı olabilir mi?” hususudur. Özellikle postmodern anlatının ve durum öykücülüğünün olay örgüsünü reddetme çabasına rağmen olay örgüsünden soyutlanmış bir edebiyat anlatısı yapısı kurulamamıştır. Durum öyküsü denilen tür olay örgüsüz bir anlatım değil, olay örgüsü yavaşlatılmış bir anlatıdır. Bu yavaşlatma edimi eserin odak noktasını olay örgüsü olmaktan çıkarmış okur merceğinin yavaşlatılmış olaya (Buna durum deniliyor.) çevrilmesini sağlamıştır. Postmodern anlatıda ise gelişmiş bir soyutlama yapılarak olay örgüsü mantığı kırılmaya çalışılmış ancak yapılan soyutlama da kendi mantığı içinde bir olay örgüsü bağıntısı yarattığı için anlatıdaki vaka unsurunu yok etmeyi başaramamıştır.
İnsan zihni hareketi, oluşu öncülleyen bir yapıya sahiptir. Cümleler bir yargıya (yükleme) dayanırlar. Yüklem bir hareketin bildirilmesi olduğu için de başlı başına bir olayın habercisi konumundadır. Var olan bu konumundan dolayı edebiyatçı anlatısı ne olursa olsun (roman ya da öykü) olay örgüsü yaratısından kaçamaz. Zaten böylesi bir çaba dilin ve yaşamın tabiatına aykırı bir durum olur. Maddenin diyalektik ilerleyişi, insana da sirayet etmiş ve insanın bir işi, oluşu, varışı ya da bitişi anlatmaya mahkûm etmiştir. Doğanın insana vermiş olduğu bu mahkûmiyet, roman ve hikâyede sınırsız bir özgürlük alanı yaratmayı başarmıştır.
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR