Son Dakika



Prusyalı (Eski Almanya) bir generalin siyaset bilimine filozofik bir katkısı var:

"Savaş, siyasetin başka araçlarla (şiddet) devamıdır."

Dolayısıyla, diyeceklerimiz hamasetten öte esasa ilişkin olacaktır. Bizi derinden ilgilendiren Gazze Savaşı’nın haklı mı, haksız mı olduğunu irdelemeye çalışacağız. (Derinden ilgilendiren, dedim. Hem yeni bir mülteci riskiyle karşı karşıya olmamız hem de genişletilmesi durumunda İran’ın da dâhil edilmesiyle Türkiye’nin olası bir savaşa sürüklenme riskine vurgu yapmak istedim.)

Haklı-haksız demişken ortaya bir soru koyalım. Son tahlilde savaş, vahşet olduğuna göre haklı savaşlar olur mu, diyeceğim.

Ürkütücü gelecektir ama olur.

Ulusların zenginliklerini ve toplumsal hayatlarını kendilerince biçimlendirmek isteyen emperyalistlere karşı cephelerde verdikleri savaşlar vardır.

Uluslar daha az sömürü, daha çok özgürlük için savaşıyorlarsa bu haklı bir savaştır. Adı, Ulusal Kurtuluş Savaşı’dır. Tarihteki öncüsü de mazlum Anadolu halkıdır.

Dönelim Prusyalı generalin filozofik çıkarımına.

Çağdaş toplumların rejimi diye kutsanan demokrasi, bir savaş aygıtına dönüştürülebilmektedir. Bunun en hazin örneği, Hitler’i doğuran Almanya demokrasisi (!) olarak bilinir. Dolayısıyla efsunlanmaya yatkın toplumlara demokrasi pek hayır getirmez. Demokrasi, eğitilmiş insanların rejimidir, demek yerinde olacaktır.

Hitler rejiminin mezalimine diyet niyetine kurulmuş olan İsrail Devleti’ne de yaramamıştır. Demokrasi denen oyuncak, İsrail toplum yapısı içerisinde çoğunlukla diktatörlükler doğurmuştur. Bunun psikolojik kökeni şöylesi bir gerçekliğe dayandırılabilir. Toplumsal eğitilme denilince hep bir pozitif kabul vardır. Oysaki bunun karşıtı olan bir de negatif eğitim denilen tersine biçimleme vardır. Bu biçimlenme içerisinde psikiyatrik bir deforme vardır ki ezilenler ezmeye kalkışırlar. Tarihsel travmadan olsa gerek ki İsrail devlet anlayışı böylesi bir yapılanmaya evrilmiştir.

(Dikkat isterim. Bu yazının öznesi İsrail Devleti’dir. Her okuyucu yazının akışı içerisinde yerine göre aşina olduğu özneler koyabilir. Devlet örgütlenmesiyle bireyler karıştırılmamalıdır. Halklar ya da yurttaşlar tek tek düşünüldüğünde masumdurlar. Örneğin İsraillilerin, Yunanlıların, ya da Türklerin muhafazakâr demokratları, sosyal demokratları, solcuları, sosyalistleri hasılıkelam hümanistleri vardır ki büyük çoğunluğu bu sınıftadırlar.)

Savaşlar, her zaman görünen nedenlerle çıkarılmaz. Örneğin Birinci Dünya Savaşı görünürdeki sıradan bir Sırp milliyetçisinin bir imparatorluk veliahdını öldürmesi bahanesine dayandırılsa da gerçek neden o değildir. Alttan alta zaten kaynayan emperyalist planların yürürlüğe konulmasıdır o an.

Tekrar İsrail’e dönecek olursak. Yönetimde sıkışan bir dinci faşist hâkimiyet var. Kadere bakılsın ki bir zamanlar İsrail’in, Filistin topraklarını ele geçirmesine karşı Filistin halkının İsrail’e yönelik ayaklanmasını ifade eden intifada durumu, içeride İsrail halkınca özellikle yargıyı da denetimi altına alarak özgürlükleri tümden yok etmeye kalkışan faşist İsrail yönetimine karşı uygulanmaktaydı. Bu sıkışıklık aşılmalıydı. Nasıl olacaktı bu?

Freud, "insan kalabalıklarını tutkuyla bir araya getirmek daima mümkündür. Yeter ki onlara öfkelerini kusabilecekleri başka kalabalıklar gösterin." diyordu. Tanımlamada geçen “başka kalabalıklar” miti yerine “olay” ya da dikkat dağıtacak “odak” da konulabilir.

Otoriter yönetimlerin bir mottoları vardır ki vazgeçilmezdir. İktidarınızın devamlılığını tesis için arkanızdaki dağılmış kalabalıklarınızı yeniden toparlamak hatta muhaliflerinizi de pasifleştirmekle kalmayıp kendinize çekmek için dış kaynaklı bir tehdit varlığına onları inandırdığınızda önünüzdeki şeklî seçim için gereken kalabalıkları yeniden toparlamış olursunuz.

Diyelim ki işsizlik yanında hayat pahalılığı alabildiğine yükselmiş, açlık baş göstermeye başlamışken ayaklanmasına ramak kalmış halkın öfkesini, oluşturulan bir dış güç tehdidine karşı yönlendirebilirsiniz.

Bu taktiğe kitle psikolojisi terminolojisinde “Kitlelerin öfkesinin yer değiştirmesi.” denilmektedir.

Bunu destekleyen bir notumu anımsıyorum. Açıp baktığımda "Diktatörlüğün Psikolojisi" isimli bir kitaptan aldığım yazılıyordu. Psikolog yazar şöyle diyordu:

"Demokratik yoldan seçilmiş karizmatik bir lider, azalan desteğini arttırmak için ulusun dikkatini dış kaynaklı tehditlere çekecek manevralara kalkıştığı zaman, demokrasiye yönelik en büyük tehlike baş gösterir ki bu durumdaki bir lider savaş bile çıkartabilir."

Gerek kotarılmış, gerek kendiliğinden gelişen bir dış saldırı, diktatörlüklerin canına minnet bir keyif verir. Dış politika, iç başarısızlıkları örtüleyen sihirli bir araç olarak kullanılabilmektedir.

İçeride Ecevit taktiğini anımsayalım. Kıbrıs davasındaki haklı başarısından dolayı elde edeceğini düşündüğü seçim yengisi için sancılı olan koalisyon hükümetini erken sonlandırmıştır. Bu bir diktatörlüğü güçlendirme taktiği değildi. Haklı ve zorunlu bir başarının doğal semeresi olarak düşünülen politik bir ataktı. Örneklememiz dış politikanın iç politikaya yön vermesi gerçeğine olumlu bir atıf yapmak amaçlıdır.

Şimdi gelelim karmaşık ilişkilere.

Temel taktik şudur:

İstilaya yönelmek için dünya kamuoyunun ve iç kitlelerin desteğini almak üzere bir komplo oluşturulması yolu tutulmaktadır. Nitekim İsrail’in BM ve ABD büyükelçileri Hamas saldırısı sonrası “Bu bizim 11 Eylül’ümüzdür.” diyorlardı.

Önce kendilerini mağdurlaştırıp sonra yok etme-ele geçirme planlarını yürürlüğe koyma başlangıcı oluyordu bu avazlar. Özdeşleştirdikleri 11 Eylül’de İkiz Kulelerin üç bin insan canıyla birlikte yıkılması sonrası Irak ve Afganistan’ın işgale kalkışılmasını anımsayalım.

Emperyalizmin bekası için gerektiğinde binleri bulan öz evlat kıyımı içselleştirilmiştir. Bunun böyle olduğu ABD-Küba geriliminde Amerikan iç belgelerine girmiştir. Şöyle yazıyordu: “Küba’ya karşı bir savaşa halk desteği yaratmak amacıyla ABD şehirlerinde masum insanları öldürmek ve terör eylemleri gerçekleştirmek…” yetmemiş olacak ki “Guantanamo Körfezi’nde bir ABD gemisini havaya uçurabilir ve Küba’yı suçlayabiliriz.” deniliyor. Bu acımasızlığın gerekçesi, “ABD gazetelerindeki kayıp listeleri yararlı bir öfke dalgasına neden olur.” şeklinde yazılıyordu.

Ve...

Dünyanın en güçlü istihbarat güçlerinden birine sahip olarak bilinen İsrail, iki yıldır planlanan bir saldırıyı bilemeyecekti. Üstelik de Mısır’ın uyarılarına rağmen.

Bunun yanıtı için yine açık istihbarat kaynaklarına başvuracağız.

Yaygın inanışa göre Hamas, İran tarafından yönetilmektedir. Oysaki açık istihbarat (basın) kaynaklarına yansıyan belgeler gerçeğin hiç de öyle olmadığını göstermektedir.

Hamas kurulduğunda Birleşik Krallık tarafından finanse ediliyor. Arafat’a karşı İsrail gizli servisleri tarafından destekleniyor. Daha sonra savaşa tutuşuyorlar. Örgütün dini lideri olan Şeyh Ahmed Yasin’e İsrail’ce suikast düzenleniyor. İsrail, Marksist Filistin direnişinin liderlerini ortadan kaldırmak için bir kez daha Hamas’ı kullanıyor. MOSSAD ajanlarıyla bir olan Hamas, Suriye’de İran yanlısı Hizbullah’a karşı savaşıyor.

1998’de Başbakan Mesut Yılmaz’ın, İsrail ziyaretinde yine başbakan olan Netanyahu, “Yardımlarınızı Arafat’a değil Hamas’a gönderin” demektedir.

Netenyahu, buna paralel 2019 yılında parti grup toplantısında aynen şunu söylemiştir:

“Filistin devletinin kurulmasını engellemek isteyen herkes, Hamas’ın desteklenmesini ve Hamas’a para aktarılmasını desteklemek zorundadır. Bu, Gazze’deki Filistinlileri Batı Şeria’daki Filistinlilerden tecrit etme stratejimizin bir parçasıdır.”

Kimin eli kimin cebinde?

“Yararlı düşman” denilen kavram bilinmeden olup bitenler anlaşılamaz.

Şimdi İsrail’e saldıran Hamas, o gün öyleydi de bugün başka oldu… Bilemem! Oyunlar, tepedeki dar bir kadronun uhdesinde olur. Diyelim ki örgüt militanları, Filistin davasının samimi savunucusudurlar. Demirel’in bir sözü vardı: “Mesele haklı olmak değil, haklılığını sürdürebilmektir.” Sivil insanlara saldırmak hoş görülemez.

Tüm bu komplolar (!) Filistin halkının haklı davasını gölgeleyemez.

Türkiye’ye gelince dış politikada duygulara yer yoktur. Filistin’in arkasında elbette insani olarak durulmalıdır. İşin içine Arap dünyası, Rusya, Çin ve hele hele İran da girmişken Cumhuriyet’in geleneksel dış politikasına tam uyum gösterilmelidir. Yatıştırıcılık ve tarafsızlıktan ayrılmamalıdır. 

Sami Günal
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)