Coşkuyu Estiren Hüzün – Afrodisyas Günleri / Tahsin Şimşek
                                         
	 
	1.
	Bir rüzgâr geçti buradan
	Aşk, umut, yaşam
	Kaç bulut anımsar bilmem
	Geçen o tırıs atı
	Terkisi düş,
	Yakası telkırma
	O sıcacık beyaz merhabayı
	 
	Ne günlerdi
	Hadrian’da sohbet
	Agorada tavla
	Tiyatroda perde arası beştaş
	Çeşme başı uzuneşek
	Aşka sobe,
	Islanacaksak
	Vaktinde ıslanalım derdik hep
	Güneş girmeden buluta
	Çıplak sözcüklerle
	Azda çoğalırken,
	Ve öğrenmiştik hepimiz
	Deneye sınaya
	Kuşlarla-taşlarla
	Yaşamın
	Anılara dar
	Bir epigram olduğunu
	 
	Hemşerim Koblanos,
	Bizi bir anımsayan kaldı mı bilmem
	Dostum Zenon,
	Sevgili Polineykes
	Taşın içindeki heykeli ararken 
	Kimler kırdı kavelamızı
	Kim sorguladı
	Taştaki ar ve hayâyı
	Söyleyin kimler çaldı
	Galatea’daki canı,
	Daha dün gibiydi değil mi Aristeas
	Her Afrodisyaslının
	Sim beden modelliği,
	Ara da bul şimdi
	O “altın oran”ı
	Ne bedende kaldı
	Ne ruhta
	Umarım bir gün hepten unutulmaz
	O altın kural
	“Emeğe saygı”
	
	Doktorum Ksenokrates
	Bilgem Aleksandros
	Tavla mı oynuyorsunuz agorada
	Nedir her “gele” molası
	Bu derin sohbet böyle
	Biricik derdiniz
	Bedenin
	Ve düşüncenin kudurmasına çare mi,
	Ve hâlâ yanıtını aradığınız soru
	Şu “ölümlü düşünme yetisi”ne
	İnsanoğlunun
	Ne zaman sahip çıkacağı mı,
	Umarım bulursunuz
	Sorunuza yanıt
	Derdinize çare
	Çünkü her şeyin en zorudur
	İnsan olmak
	Dahası umuda yelken insan…
	 
	Küllü suyla yunma
	Dünün
	Akarsu kıyısında yıkanma
	Bütün zamanların işi,
	Biz, kaç harmaniye bastırdık
	O silme sidik küplerine
	Ve sonra kaç kat duru sulardan geçirdik
	Nice gül dizliği
	Afrodit’i ilk orda görüp tanımıştık biz
	Aşktan değil
	Salt kötülükten korkup utanırdık
	Eğer bugün
	Bir yaralı parmağa işeyecekseniz
	Biraz da bizi anlayıp
	Dün neymiş deyin olur mu emi
	Çünkü bu soruda gizli
	Her aynanın “sır”ı
	 
	Kimler geldi kimler geçti
	Kolda coşkuyu estiren hüzün
	Hep bizdik geren gökkuşağını
	Çağdan çağa,
	Ah, kalanlar
	Ne gördü
	Ne de aldı
	Böyle bir selamı
	 
	2.
	Ve bir rüzgâr daha geçti buradan
	Acı, kırım, boran
	Hoca Nasreddin anımsar mı bilmem
	Ardına baktırılmayan o ırgın atı
	Yelesi körduman yangın
	O ilk sürgünü
	Afrodisyas’tan Akşehir’e
	Sonrası
	İşte bu zifir karanlık
	Şu koca obruk
	 
	Ah o Stavropolis günleri
	Aşkın haça gerildiği
	Taşta cinsiyet
	İnsanda baş bırakılmayan günler
	Ah insanın bitmez göçebeliği
	Meyveli ağacı taşlayıp
	Deveyi havutuyla yutan
	Kimler geldi
	Kimler geçti
	Hamutları şak şak atlarla
	Her taşı put sanan
	Ne sergerdeler
	Serpençeler
	Her biri ayrı bir aslan
	 
	İşte müze girişinde
	Üzeri figürlü bir kaide
	Bingeç Camii avlusunda
	Yıllarca üzerinde oturulan,
	Aç gözünü gör
	O fallus kafalı aslan
	Niye mi kaldırmış başını
	Gökyüzüne
	Çünkü simge ister
	Ölmek de dirilmek de
	Söylen de din de
	Varoluş mu
	O da yaşamın biricik anlamı kuşkusuz,
	Şimdi ver kulağını dinle
	Ne mi kaldı
	O fallustan geriye
	Adam boyu mezar taşları,
	Şaşırma
	Ne neyin başlangıcı
	Kim kimin atası
	Çünkü unuttuk bugün
	İt kovalamaktan
	Harmaniye savurtan
	O dal boy karyatitleri
	 
	Evet, böyle tuhaf bir dünyadayız
	Her yıkılan yapılmıyor kukumav
	Depremler tarihi yeniden yazılmalı
	Dinler topraktan daha öfkeli,
	Hâlâ mı anlamadın
	O halde çık üstüne tüne
	Mum dikip
	Dilek dile
	Zaten dilinden düşürmüyorsun
	“Yatır varken
	Müze benim neyime”
	 
	Oysa
	Müzeyi gezmek de güzel
	Müzelik olmak da
	Ah Nâzım usta
	Kim bilir
	Kaç çakır gözlüden hatıra
	Şimdilerde
	Kel başa yakıştırılan
	Şu çift yüzlü şimşir tarak
	Daha düne kadar
	Anamın saçlarına vurduğu
	Durup durup kokusuyla
	Babamın
	Er sabah esridiği
	 
	İşte müze bahçesi
	Yan yana nice lahit,
	Ah her biri
	Yerinden yurdundan edilmiş
	Et yiyen bir obur taş
	Nerden bileyim
	Gün gelip içinde
	Nasırlı çatlak topukların
	Şaraplık üzüm çiğneyeceğini
	Hani nerde kolyem
	Kaç aşkın kokusuyla
	Renklediğim harmaniyem
	Elimden düşürmediğim o şimşir tarak
	Hani nerde sarışın rüzgârlarda
	Beni turnalaştıran
	O parmak arası sandalet
	Ah bu nasıl talan
	Ne arsız yağma
	Bu nasıl yalan!...
	 
	Sormak neye yarar bilmem
	O odeonlu
	Tiyatrolu,
	Hipodromlu
	Bağbozumu günlerinden
	Ne mi kaldı geriye
	Küfrünü tekbirle bastıran bir halk,
	Çadır tiyatrosuna bile hasret
	Gölgeye renk arama kerametinde
	Bir hikâye
	Bu yüzden hâlâ dinmez ya
	Gönül sızısı
	Ve onmaz Aydın Bey’deki
	O derin mızrak yarası
	 
	Kimler geldi kimler geçti
	Yürekte şiiri yoran hüzün,
	Ah nasıl da
	Hepten unuttular bizi
	Gerçeği çekip nadasa
	Söze söylen eklerken
	Yolunu kaybedip
	Kendine dal arayan
	O aşksız kargalar
	Ne gördüler
	Ne de tanıdılar
	Anılar da çok uzak artık
	 
	Öyle bir zamandı
	                                    
	 
	 
	Afrodisyas O Beyaz Merhaba, Tahsin Şimşek, Arkeoloji ve Sanat  Yayınları 2013
	Koblanos, Zenon, Polineykes, Aristeas: Afrodisyaslı heykeltıraşlardan dördü.
	Altın oran: Heykelde, uyum açısından en yetkin boyutları verdiği kabul edilen geometrik ve sayısal bir oran. 
	Sidik küpü: Tarihin bir döneminde kirli çamaşırlar sidik küpünde bekletilir, sonra yıkanırdı.
	Bingeç:Afrodisyas’a komşu Plasara antik kentinin bulunduğu köy.
	Et yiyen taş (ölü yiyen taş): Lahit
	Aydın Bey: Aydınoğulları Beyliği’ne adını veren kişi. Afrodisyas önlerinde yaralandı, mezarı Karacasu-Boyasın’da (Esençay).
	Not: Afrodisyas’ı yazan Kenan Erim, Ara Güler, Cengiz Bektaş, Şadan Gökovalı, Orhan Atvur, Yaşar Atan, A. Semih Tulay, Mesut Ilgım, Erdal Yazıcı’ya, Afrodisyaslı saygısıyla
                            


















YORUMLAR