Cahit Sıtkı Tarancı / Adnan Binyazar
Ünlü şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı'yı yine ünlü bir yazarımızın değerlendirmesi bizim için büyük bir şans. Adnan Binyazar Tarancı'yı yazdı.
Geleceği bilmiş gibi, Cahit Sıtkı Tarancı, “Benim senden pek büyük ümitlerim vardır... Bu ümitlerimin boşa çıkmamasına gayret et, hayatta her şeye gül, neşeli ol, insan ol...” diyen babasına şunları yazar: “Benim de çizilmiş bir mefkürem vardır. Ben her şeyden evvel yaşamış olduğuma delil olmak için bir eser meydana getireceğim. Namınızı, memleketimizi ve namımı yükselteceğim. Gelecek nesiller bir Pirinççizâde ailesinin var olduğunu bilecekler ve bu ismi hürmet ve takdirle anacaklardır.” Mektubunu, “Siz haldeki saadetten mesulseniz ben istikbaldeki şöhretimizi hazırlamakla meşgulüm,” diye sürdüren 19 yaşındaki Cahit, özellikle, babasının “insan ol” deyimi üzerinde duracaktır: “Maddi şeylerden haz almadığımı, sahtekârlıktan, dolandırıcılıktan, yalancı hedefler için didinmekten zevk almayacağımı anladım, Benim için yaşamak bir saadet değil, mütemadi bir say ve gayret! demektir. Mektepteki sevmediğim derslere çalışmak değil, mefkâremin esrarını anlayabilmek için sarf edeceğim gayrettir. Zannedersem ne deliyim ne de çocukça şeyler düşünecek bir yaştayım. Vaktinden evvel acı bir surette pişmiş bir meyveyim ki varlığımda toplanan lezzeti, şiirin ilahi kalbinde göstereceğim...” dedikten sonra, onların (anasının ve babasının) gönlünü hoş etmek için, “Babacığım, oğlunuzun insan olmasını İş. tiyor musunuz? Merak etmeyin, arzunuz yerine gelecek. Anneciğim, oğlunuzun gülmesini istiyor musunuz? Gülecektir ve bu sefer samimi olarak gülecektir,” diye bağlayacaktır mektubunu. O, “insan olmayı” ve “gülmeyi” başka biçimde anlamaktadır. Yaşamında bu iki şeye de kendi anladığı anlamı vermiştir. O günün ölçülerine göre “insan olmak” kesintisiz bir öğrenimi sürdürüp yetkili bir “bürokrat” olmaktır. “Gülmek” ise Cahit Sıtkı'nın şiirinin temelini oluşturan “karamsarlık”tan kurtulmaktır. Oysa onun “insan olma”ya verdiği anlam, “şiir yazmak”la özdeşleşmiştir. Şiir neyi gerektiriyorsa onu yapacaktır. Bu şiirle bütünleşen yaşam 2 Ekim 1910'da 'Diyarbakır'ın Camı-ı Kebir Mahallesi'nde başlıyor. Babası Bekir Sıtkı, anası Arife Hanım'dır. Babası Sıtkı Bey, Hüseyin Cahit Yalçın'ı o dönemin örnek kişilerinden saydığı için oğlunun adını da Cahit koydu. Bu ada dede adı Hüseyin de ekleniyordu: Hüseyin Cahit. Cahit önce, Diyarbakır'da Nümune-i Terakki-i Hamidi Mekteb-i İptidai'ye verildi. Bir yıl sonra Mekteb-i Sultani'nin iptida bölümüne geçti. Böylece ilkokulu bitirdi. Oradan İstanbul'a gelip Saint-Joseph Lisesi'ne girdi. Daha sonra Galatasaray Lisesi'ne nakletti. Galatasaray Lisesi'ni bitirdikten sonra Mekteb-i Mülkiye'ye giriş, oradaki başarısızlık, oradan Yüksek Ticaret Okulu'na ya” zılış, küçük memurluklar... ve Cahit Sıtkı'ya Paris yolu görünüyor. Paris'te Sciences Politigues'te okuyacaktır. Bir yandan derslerini yürütür, bir yandan da Paris Radyosu'nda Türkçe yayınları spikerliği yapar. Ne ki, savaşın patlak vermesi, ozanın İstanbul'a dönmesine yol açar. Askerlik, başka memurluklar... Bu yaşam sınırları içinde asıl gelişen, Cahit Sıtkı Tarancı'nın şiiridir. Şiirini dönem dönem geliştirmiştir yargısını ileri sürmek için söylemiyorum bunu. Gerek duyarlık, gerekse biçim yönünden büyük dalgalanmalar göstermez Cahit Sıtkı'nın şiiri. 'Tersine, bir tekdüzelik gösterir. Sanki aynı şeyleri söylüyormuş gibi bir kanı da uyandırır. Ancak, zaman zaman koyu bir karamsarlık içinde boğuİursunuz bu şiirleri okurken, kimi zaman da “berrak” bir sabah aydınlığıyla karşılaşırsınız. Cahit Sıtkı'nın kişiliği de şir gibidir. Kimi zaman bir aile yuvasına sığınma isteği, kimi zaman yalnızlığı yaşama güdüsü yoğunluk kazanır Aynı durum, şiirine de yansır. Cahit Sıtkı, varoluşla yok oluş arasındaki gizi çözümlemeye çalışır gibidir. İnsanın varlığına inanması ve yokluğunun bilincine varması ikilemi, Cahit Sıtkı'nın şiirinin temelini oluşturan ana öğelerden biridir. Sevinçlerinde de karamsarlıklarında da bu ikilem, hiç etkisini yitirmemiştir. Bir yandan cıvıl cıvıl bir “bahçe"nin imgesini yaşama sevincine dönüştürürken bir yandan bu cıvıl cıvıl bahçeyi “mezarlık” çağrışımı ile bütünlemeye çalışır. Daha doğrusu, böyle bir imge bütünlüğü içinde kalır hep. Onun düşüncesine göre ömür bir oyalanmadır, sanki zaman insanla alay eder gibidir. Cahit Sıtkı'yı en çok ezen de budur. Bir türlü yaşamın doğallığına dönüştüremez bu “alay"ı. Doğu gizemciliğinin çağdaş düşünceyle uyuşumundan doğan gerçekçi düşünce, onun şiirinde düş kırıklığına dönüşür. İlk kitabının daha birinci şiirinde görürüz bunu: Çıngıraksız, rehbersiz deve kervanı nasıl,
İpekli mallarını kimseye göstermeden,
Sonu gelmez kumlara uzanırsa muttasıl,
Ömrüm öyle esrarlı geçecek ses vermeden. Hep sonsuzluk, boşluk içinde yitip giden bir “zaman” sürecidir ömür. Geçişi sonsuz bir gizlilik içindedir. Bunu kimileri “ölüm korkusu” diye nitelendiriyor. Oysa Cahit Sıtkı'nın şiirinde —hemen her şiirinde beliren, ölüm kor. kusu değil, varoluş gerçeğidir. Ondaki ölüm, ölümün kendisinden öte, yaratılan şiirsel bir duygudur. Ölümün şiire dönüşümüdür. Ölümün karşısına coşkuyla koyduğu yaşam, sanki ölüme ilerleyiş sürecidir. “Ne gün aslına dürtecek bu ten?” diye sorar bir dizesinde... “Ten”in aslı taş, toprak, çiçek, su ya da “maden”dir. Gizemcilerin “varlık birli. gi” görüşü, Cahit Sıtkı'da, gürleşen bir öğedir, insan, sürekli dönüşümün bir “zerre”sidir. Cahit Sıtkı'nın şiiri, bu “zerre” oluş bilincine eren bir şiirdir. Şairin zaman zaman işlediği yalnızlık, karamsarlık, sığınma duygusu, yaşam sevinci gibi temel hep bu temel amaçtan kaynaklanır: Ve böylece bu ömür, bu ömür her dakika,
Bir buz parçası gibi kendinden eriyecek.
Semada yıldızlardan, yerde kurtlardan başka,
Yaşayıp öldüğümü kimseler bilmeyecek! Semada yıldızların yarattığı bir boşluk duygusu, toprağın yarattığı sonsuz bir bilinmezlik, Cahit Sıtkı'nın (duygu değişimlerinde olduğu gibi) şiirlerindeki gerçeği vurgular. Dış dünyanın bilmezliği, gerçekleri duymaması karşısında yok olup giden bir varlığın evrensel sonsuzluğu söz konusudur. Bu iç düşünce, varlığın bilincini kavrama karşısında, içinde “sanki sesten bir orman” yaşatmaktadır. Ölüm, “aynada zifiri bir gece”dir. Hem aynaya vuran hem de zifiri karanlıklığıyla onu karartan... Cahit Sıtkı'da o soluk alan yalnızlığı yaratan işte bu duygudur. “Yalnızım diye hayıflanmıyasın. / İğilmiş üstüne gökyüzü masmavi” diyor bir şiirinde. Ölümün dır şındaki yalnızlıktan kurtulmak öyle güç bir şey değildir. Ne ki, yalnızlıktan kurtulup sığındığı yer de gökyüzüdür, yani sonsuz boşluktur. Sığındığı ana kucağı da “gök”tür ya da göğe benzer bir başka boşluk. “Üstüne eğilmiş” masmavi gökyüzünü “Bir anne şefkatine müsavi” tutarken, “Tavan bir anne gibi eğilmiş üzerime,” der. Bu nedenle, ozanın sığındığı yerler, insanın acıma duygusu, koruyucu gücü, tümüyle insanın gücü değildir, sonsuz boşluklardır. Belki ölümün bile “hiç” olduğu bir evrendir. Cahit Sıtkı Tarancı'nın şiirlerinde çok işlenen kavramlar arasında “ayna” ve “rüya” başta gelir. Ama bu kavramlar Ahmet Haşim'de olduğu gibi, imgesel öğeden çok, gerçeği vurgulayan soyutlamalardır. Örneğin Ahmet Haşim'in dizelerinin yarattığı görünümde, sözcüklerin betimleme değeri önemlidir. Seyreyledim eşkâl-i hayâtı
Ben havz-ı hayalin sularında;
Bir aks-i mülevvendir onunçün
Arzın bana ahcâr ü nebatı Cahit Sıtkı ise, sözcüklerin gizemci yönü üzerinde durur. Aynadan yansıyanları, gölgesi ve kendisiyle bir tutar. Varlığı, var olup olmadığını da gizemciliğin getirdiği sis içinde düşünür. Ayna, ona insanlığını hatırlatan bir yansıtaçtır, içiyle dışını bir devle bir cüce gibi gösterir. Ölümü de yansımayla açıklar ve aynanın gerçeğine sığınır: Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akarsuda aksimizden eser yok. İnsan temizliğini ve “şeffaflığını” yine aynada (suda) bulur; Bir havuz kenarında yan yana oturmuşuz;
Bu su bizim gölgemiz, biziz şeffaf ve temiz. Simgecilerde olduğu gibi simgeyle gerçeğe varma Cahit Sıtkı'da da aynıdır. Ama onlardan ayrılan yanı, Cahit Sıtkı'nın sözcüklere aşırı ölçüde anlam yüklemesidir. Örneğin Haşim'de renk olan, ses olan, simge olan sözcükler, Cahit Sıtkı'da anlamı yoğunlaştıran bir öğedir Ona göre sözcük, “annedir, dosttur, kadehtir, hasrettir hayaldir, yani bir mânâsı, bir tedaisi, bir gölgesi, hatta bir rengi ve tadı olan nesnedir. Şiir başka bir dile çevrilemez, Çevrilince sözcükler ses ve çağrışım değerini yitirir, Zaman zaman bu boşluk duygusunun yaşama sevincine dönüştüğünü görürüz. Ama gene de şiirsel bir hüzün vardır hepsinin temelinde. Sevgiyi yüceleştirme, sevgili karşısında duyulan tapınç düzeyindeki coşku bu hüzünle beslenir: Ancak sen tazelikte gül yaraşır pencereme,
Uykusuz gecelerimde kokusunu duyduğum Bu dizeler, sevgilinin ne denli yüceleştirildiğini, sevgiliden uzaklığın yarattığı hüznü duyumsatır. O, öldükten sonra bile sevgi gücünü yitirmeyecektir. Sevgilisinin güzelliğini kabirde böceklere ezberletecektir. Mahşer günü sesi duyulunca da, “Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum,' diyecektir. Gizlisiz saklısız bir coşkuyla şöyle seslenir: Ben aşk adamıyım,
Sevmeye geldim insanları,
Gönlümle, elimle, kafamla sevmeye;
Hesapsız, karşılıksız,
Ayrılık gayrılık gözetmeden Bu sevgi öyle düzeylere ulaşır ki, şiirimizin şu güzel dizeleri dökülür Cahit Sıtkı'nın dilinden: Öyle dalmışım ki bu akşamüstü,
Komşu arsadır gözümde gökyüzü,
(...)
Koşun çocuklar, koşun komşu kızlar,
Avuçlarıma sığmıyor yıldızlar, Gündüzün aldatıcı gerçekliğinin yerine, gecenin, aynanın, rüyanın sonsuzluğunu koyar. Umut oradadır. Şu dizeler de bunu kanıtlıyor: Güneşe kavuşabilmek için çocuk,
Gündüzün boş yere çırpınır durur.
Nihayet, nihayet geceleyin çocuk,
Koynunda güneşle beraber uyur. Cahit Sıtkı Tarancı koynunda güneşle girdi toprağa. Bir çocuk gibi. Şiir güneştir onda. Güneş toprağa can verir, şiir insana. Toprak ürünüyle topraksa, insan da duyarlığıyla insandır. Cahit Sıtkı yeni bir duyarlık yaratıcısı olmuştur şiirimizde. Gökyüzünün başka renginin de olduğunu, taşın sertliğini o göstermiştir, insanın dışsal değişiminden çok içsel değişiminin sonsuzluğuna o çekmiştir ilgiyi. Ömrümde Süküt, Otuz Beş Yaş, Düşten Güzel ve Sonrası'nda toplanan şiirleri tek bir şiir gibidir. Özellikle insandaki ikilemi, duygusal dalgalanmayı, insanın iç gerçeğiyle dış gerçeği arasındaki uyumu, uyumsuzluğu, insanın evrensel anlamdaki varlığını, karamsarlıkla yaşama sevinci arasındaki gelgitleri duyurması yönünden. Bütün bunlar, ozanın yarattığı o büyük insan sevgisinde odaklanmıştır. Mahşer günü, sesimizi duyar duymaz ortalığa düşmüş bizi ararken görürsek Cahit Sıtkı'yı, şaşmayalım... (Ozanlar Yazarlar Kitaplar, Can yayınları, İstanbul 2020, s.107 – 113) Adnan Binyazar
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR