Neden devlet? / Prof. Dr. İsmail H. Demirdöven
İnsan öyle bir canlı varlıktır ki, güdülerinin yani hayvanî yanının yönetimine terk edilirse, bir hayvandan çok daha fazla canavarlaşır. Çünkü o güdülerinin yanında düşünme, bilme, isteme… gibi daha başka özelliklere de sahiptir ve onun güdülerini bütün bu özellikleri yönettiği için insanın canavarlaşması dışarıdan bakıldığında “akıl almaz” boyutlara ulaşır. İnsan uygarlıklar yapan, ama aynı zamanda uygarlıklar yıkan da bir varlıktır. “Sütten çıkmış ak kaşık” değildir. Onu böyle farz edip, bu faraziye üzerine hukuk oluşturmak kimi zaman politikacının işine gelir. Böylece hukuk kötüye kullanılmış olur. Uygarlıklar yapması ve uygarlıklar yıkması, yani insanın kendisini eylem alanında varetmesi, onun doğuştan getirdiği yeteneklerinin çeşitli amaçlar doğrultusunda eğitilerek bir biçime sokulmasıyla gerçekleşir. Yıktığında düşünülemeyecek kadar canavarlaşabilen insan, yapıcı olduğunda ise bilimi, felsefeyi, sanatı yapar. Sanatta dünya durdukça hatırlanacak şaheserleri yaratır ve onları, insan olmanın “işte bu” demek olduğunu gururla bize gösteren insanlık tarihine bırakır bir miras olarak. Felsefede insanlık için çok çeşitli açılımları olabilecek ve yüzyıllarca eleştirilip tartışılabilecek düşünceleri vareder. Bilimsel araştırmaların sonucu olarak insanların yaşamlarını zenginleştirip kolaylaştıran teknolojiyi yaratır. O halde insanın yıkıcı değil, yapıcı olması gerekiyor. Bu gereklilik, onun yukarıda sözü edilen alanlarda meydana getirdiği yapıtlarla, insanlık değerleriyle temelleniyor. İnsanın dünyasında böyle bir gerekliliği bir güç olarak gerçekliğe dönüştürebilecek tek bir kurumsal yapı vardır : Devlet. Bu gereklilik, devlet denen kuruma öyle bir sorumluluk yükler ki, bu sorumluluk yeterince bilinçlendirilmediği ya da kişisel ve grupsal çıkarlar ön planda tutulduğu zaman, devleti insan için son derece yıkıcı yapabilmektedir. Acaba nasıl bir devlet örgütlenmesi toplumsal ilişkileri yapıcı bir düzen içinde yönetip işletebilir? Ya da devletin temel ilkesi ve icraatlarındaki hareket noktası ne olmalıdır ki o devletin çatısı altında yer alan toplumsal ilişkiler düzeninde insanlar kendilerini insan olarak geliştirebilecekleri olanaklara sahip olsunlar ve mutlu olsunlar? Bu sorular aynı zamanda "devlet Felsefesi”nin ana soruları olarak özellikle politikacıların devleti nasıl, ne olarak görüp anladıklarıyla da yakından ilgilidir. Bu sorulara yaşanmış olan ve yaşanan toplumsal gerçekliklerin ışığında bakmak gerekir. Çünkü yeni düşünceler ve kavramlar gerçeklikle ilişkilerinde ortaya konduklarında ancak o zaman bilgisel bir anlam ifâde edebilirler. İnsanlar binbir türlü bilgiye, düşünceye, izlenime, kanıya ve inanca sahiptirler. İşte bütün bunlar devleti yönetenler aracılığıyla o devletin/devletlerin de biçiminin, renginin, karakterinin belirleyicileri olurlar. Ünlü düşünür Goethe’ye atfedilen anlamlı bir deyiş vardır: “İnsanlara oldukları gibi muamele edersek, onları daha kötü kılarız; eğer onları olması gerektiği gibi ele alırsak, olabilecekleri kadar iyi yaparız”. Bu deyişte “İnsanlara oldukları gibi muamele etmek” ifâdesi ile insanın sadece biyolojik ve güdüsel yanının dikkate alındığını ve insanlar için yapılacakların buradan hareketle belirlenmesinin uygun olacağına ilişkin bir düşüncenin yattığını görmek zor değildir. İnsanın en temelde diğer canlılarla birlikte ilkin biyolojik bir varlık olması önemlidir. Çünkü insanın dünyada kendini gerçekleştirebilmesi bakımından hayatta ve ayakta kalması, yeme –içme, barınma, sağlık gibi temel gereksinimlerinin yeterince karşılanıyor olması gerekir. Bunun ne biçimde ve nasıl olabileceğine ilişkin kuramlar ve (felsefî) görüşler geliştirilmiştir. Ancak politik alan söz konusu olduğunda ve seçimler yaklaştığında, insanın bu vazgeçilemeyecek olan ve günümüzde temel insan haklarıyla doğrudan bağlantısı bulunan, bu özelliğinin çok çeşitli biçimlerde ve oy kaygılarıyla, ayrıca da insan haklarına dayandığı izlenimi ve retoriği yaratılarak nasıl kötüye kullanıldığına çoğu zaman şahit olunmaktadır. Artık günümüzde, Goethe’nin deyişindeki, “insanları olması gerektiği gibi ele alarak olabilecekleri kadar iyi yapma”nın devlet açısından tek ölçütünün İnsan Hakları düşüncesi olduğu söylenebilir. Ancak bu düşüncenin gerçekten yaşama geçirilebilmesi, başka bir deyişle, bu düşünceyi yaşama geçirebilecek tek kurum olarak devletin/devletlerin gerçekten insan haklarına dayalı politikaları nasıl üretebilecekleri, üzerinde düşünmeye değer yaşamsal bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü bu soruya verilebilecek yanıtlara yol ve yön gösterebilecek ve onlarla yüzleşebilecek düşünce, devletin/devletlerin ancak ve ancak, kayıtsız koşulsuz insan hakları temelli bir insan kurumu olabileceği düşüncesidir. Bu da doğrudan doğruya bir devletin/devletlerin varolma nedenine ilişkin sorunun yanıtını oluşturur. Daha antik çağda, Platon’un “Filozofların kral, kralların filozof…” olmalarına ilişkin dileği boşuna değildir. Devlet adamlığı (ve politikacılık) birkaç türden bilginin bir bütün olarak birarada, zamanında ve yerli yerinde kullanılmasını gerektiriyor. Olan bitenler, değişmez bir ilkenin sürekli doğrulandığını göstermektedir: Öyle ki, bu ilke anlaşılır bir şekilde dile getirildiğinde, bir insan teki olarak nasıl bir kişiyseniz yaptığınız işi de öylece kendinize benzeteceğinizi bize söyler. Bir devletin insan haklarına dayalı bir devlet olabilmesi en başta, devlet adamları ve politikacıların insanı ve toplumu doğru okuyabilmesine bağlıdır. Bir devletin yöneticisi durumunda da olsa kişiler yaşanan toplumsal ilişkileri tabi ki en başta bir insan teki olarak kendi istemeleri, kendi inançları kısaca kendi değerleri doğrultusunda değerlendirirler. Ancak bunları bir görüş olarak beyan etmeden önce o toplumda yaşayan ve kendisi gibi olan kişilerin de kendisi gibi ama çok farklı olabilecek istemlere, inanç ve bilgilere, değerlere sahip oldukları gerçeğini unutmamalı, böylece onları anlamaya çalışmalıdır. O, ancak bundan sonra Demokrasinin, azınlığın çoğunluk haline gelebilmesi için olanakların var olduğu bir yönetim biçimi1 olduğunu kavrayabilecektir. Bir devlette temel insan haklarının belirli bir durumda nasıl gerçekleştiğine/gerçekleştirilebileceğine ilişkin olarak Uğur Mumcu’nun 30 Temmuz 1986 tarihinde “Gözlem” köşesinde yazdığı, bugün de güncelliğini ve tazeliğini koruyan “Devlet Adamlığı…” başlıklı yazısı örnek verilebilir : Uğur Mumcu bu yazısında özetle, o zamanki başbakan İsmet İnönü’nün, 21 Mayıs 1963’de gerçekleştirilen ihtilâl girişimine katılan ve bunun sonunda Harp Okulu’ndan atılan ve sayıları yüzleri aşan Harbiyeli öğrencilere sahip çıkarak onları topluma nasıl kazandırdığını anlatmaktadır. Bu amaçla Genel Kurmay Başkanlığı ve hükümet işbirliği yapmış, “İnönü hükümeti ve Genel Kurmay, kendilerine karşı ‘eylemli kalkışma' içine giren öğrencilere 'hasım' gibi değil 'hukuk devleti’ gibi davranmışlardı”. Bu öğrencilerin çeşitli fakülte ve yüksek okullara yerleştirildikleri ve bu sayede meslek sahibi olarak toplumdaki yerlerini aldıkları yazıda belirtilmektedir. Örneğin bunlar içinden “ikisi milletvekili olmak üzere 6 politikacı, 12 gazeteci, 41 avukat, savcı ve yargıç, 262 öğretmen, 94 inşaat, elektrik ve kimya mühendisi, 216 tüccar, sanayici, firma yöneticisi ya da ortağı, 27 öğretim üyesi…” çıkmıştır. Uğur Mumcu devam ediyor: “O günün Başbakanı İnönü, bu gençlere devlet kapılarını kapatsaydı, bu insanlar bugünkü yerlere gelebilirler miydi?.. Bu öğrencilerin dosyalarına 'İhtilâl hareketine karışmıştır sakıncalıdır' diye kayıtlar düşülse, toplum bu insanları kazanabilir miydi ?..” Yazısını şöyle bitiriyor: “Bu örneği, bugünkü uygulamalarla lütfen karşılaştırır mısınız? …Bugün korunan devlet ise İnönü’nün o gün koruduğu neydi, evet ne?” Zaman zaman ezbere eleştirilen bir devlet adamı olarak İsmet İnönü örneği bize insan haklarını ilgilendiren bütün tek toplumsal durumlarda bir devlet adamının insan haklarına dayalı ve sürekli tutarlı eylemlerde bulunup bulunamayacağı sorusunu sordurabilir. Ama yaşanmış örneklerin değeri, bunun olanaklılığını bize göstermesinde ve bizi düşündürmesindedir. Prof. Dr. İsmail H. Demirdöven
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR