Akdeniz’in Kıyısında yazınımızda pek yoğun olmayan emek odaklı roman. İlk romanı Akdeniz’in Kıyısında için Fethi Naci’nin, 1987’de, “Elveda Korku, Merhaba Umut” başlığıyla, “Nicedir beklediğim romanın habercisi” diye yazması boşa değildi. Yıl 1987… Faşizmin kılıcının her yeri kesip biçtiği yıllar. Atila’nın romanı toplumda korku duvarının aşılmasına, umudun yeşermesine öncülük edenlerden. Naci bunun için bekliyor Akdeniz’in Kıyısında’yı. Yüzyılın 100 Türk Romanı adlı kitabına alır. Ölü Canlar Sivas Madımak Kıyımına, ölen canların acısına ayrı bir yaklaşımla tarihe düşülen ağıt. Dargeçit’te öngörülemez bir kurgu, öngörülemez olaylar; siyasal savruluşun öyküsü. Bir bağlamda Alaturka Rapsodi’yle süreklilik gösterir. Ailenin tarihi üzerinden kırılma dönemleri, direniş, bilinç anlatılır. İzlekte çeteci, Kuvayımilliyeci, savaşçı dede, köy enstitülü baba, halk ozanı amca da vardır…

Evet, Beethoven Club’ta hem önceki romanların izi var hem başlı başına ayrı bir yapıt. Evin yetenekli küçük kızının keman öğretmeni, giderek dedesi olmuş, bu durumu sevgiyle benimsemiş başkemancı (conzermaister) yaşlı müzik adamı aynı zamanda kendilerini Beethoven’e yakınlıkla özdeşleştirmiş bir öbek yaşlı müzik adamının da derin saygı duyduğu, başkemancıları bildiği bir erdemli sanatçıdır. Atila’nın yeni romanı Beethoven Club son on yılların beklenen romanı. Tüm yapıtlarında bulunan, baştan sona özgünlük, sorgulama, çözümleme. Ve kaleminin çok rahat işlediği izlenimini veren ama denetimden yoksun olmayan roman dili. Yaşlı müzikçiler başkemancılarını, son yıllarını birlikte geçirmiş, baba-oğul yakınlığı kurmuş yazardan dinlemek istiyorlar.

Beethoven Club, Fatih Atila (Satın almak için...)

Beethoven Club “nehir roman”ı da çağrıştıran bir “karnaval” roman. Her ne kadar yazar ve yapıtları belli sınırlara hapsetmekten haz etmesem de M. Bakhtin’in karnaval kuramındaki özellikleri taşıdığını söylemeliyim. Genel geçer roman yaklaşımına ve kurgu biçimine tepki var. Tepki romana özgürlük olarak yansıyor. Romanda tek ya da birkaç kahraman öne çıkmıyor, çıkamıyor. İşlenen her kahraman (kişilik) eşit uzaklıkta, yakınlıkta. Eşit düzlemde önemli, değerli. İnsana tepeden tırnağa aşkı duyuran sevdalı Rus güzel, devrimciler, yaşlı müzikçinin kendini öldürtmek istemesi, intihardan caydırmak için gönderildiği Kızılay-Gökdelen’deki ilginç kişi ve intiharı, dayı Gara Omar, milatla bölünmüş yaşamlarda yeni koşullara savrulsa da içtenliğini, eski eylem kardeşliğini unutmamış insanlar, kimilerinin cami avlularından uğurlanışları, arzuhalcinin ölümü, şehit polisin eşinin öyküsü…

Romanın bir başka ilginç yanı Jack London, Mark Twain, W. Faulkner, M. F. Dostoyevski, M. Gorki… benzeri çok sıradışı bir yaşamı yansıtmasıdır. İnsanın, Bu yaşam öylesine bir yaşam ki gerçek ya da kurgu sınırlarını aramak anlamsız, diyesi geliyor. W. Faulkner adını anmışken, Beethoven Club’ta öne çıkan, akışı sağlayan izleksel odak yok. Yine anlatılan, dillendirilen her kişilik ya da olay eşit önem ve ağırlıkta. Ve eklemeden geçmemeli, zamanın algılanış, işleyiş biçimi ardışık olmaktan hayli uzak. Zamandizin gözetilmemesi özellikle yeğlenen bir unsur. Metafizik olacak ama zaman tamamlanmış gibidir. Geleceğe ilişkin beklenti yoktur, kalmamıştır. 11 Eylül 1980 günü sorsanız gelecek ve beklenti vardır. Bunca acının ardından pek çok yaşamsal çözümleme gerekiyor. Buna zorunluyuz. Yaşananın ağırlığı bunu zorunlu kılıyor.

Roman başkemancının gömütüne ziyaretle başlıyor. Anlatıcı-yazar çiçek bırakıyor, otları temizliyor, selamlıyor. Beethoven Club’a başlarken bu denli ortaklığımız çıkacağını beklememiştim. Hepimizin tarihine girmiş Ankara, ODTÜ, ODTÜ Beşeri, ODTÜ Felsefe, o zeki ve temiz yürekli gençler, ortak dostlar, Teo Hoca, Ulus Baker, Fethi Naci, 1 Mayıs Kıyımı, o gün kaçırılan vapur ve kaptanı, Reşat Aytaç, Kadıköylü Rum, gezgin Türk genci, rebetiko, Ege’nin toprakları, tarihi, Kızılay, Mülkiyeliler Birliği, H. Uysal, Konur Sokak, eski adıyla Gökdelen, sevdalar… Bir bakıyorsunuz, yara derin, kapanmamış, kapanması olası değil. 68’liere ağlıyorsunuz. Roman değil ağıt… 

Rebetiko, Ege’nin kederi… Mikis Theodorakis, Haris Alexiou, Lizeta Kalimeri, Eleni Vitali, Marianna Papamakariu, Loulia Karabataki, Sokratis Malimas… (Karabataki, soyadının Türkçe bir kuş adı olduğunu biliyor mu?..) Kana basılan afyon. Barışın mavi sesi.

Fatih Atila’nın birinci tekil kişi anlatıcısının anlattıkları Türk devrim tarihiyle de örtüşüyor. Düşünürün kaleminden roman böyle sarsıcı, sorgulayıcı, nesnel bir yaratıya dönüşüyor. Köy enstitüleri yazın, kültür tarihimizde de Fatih Atila romanlarında da çok önemli yer tutar. Halkı sevmek, düşünmek bu alanı doğru çözümlemeyi gerektirir. Öncelikle Fatih Atila halkının okumasından, yazar olmasından mutluluk duyan bir insan, yani aydın. Köy enstitüleri bugün aşılamamış bir kültür yanarcasıdır. Eğitim anlayışı eşit, özgür, eleştirel, usçu eğitime dayanır. Bu tansık gibi gözüken gerçek okullardan yüzün üzerinde yazar yetişti ve onlar toplumcu-gerçekçi yazını başlattılar. Türkçeyle yazını birleştirdiler. Ülkenin gelecek kuşaklarının kültürünü beslediler. Okuma alışkanlık durumuna onlarla geldi. Ellili, altmışlı, yetmişli yıllar boyunca kitaplar on bin, yirmi bin basıldı. Sabah kente giden köylü akşam koltuğunun altında dergiyle, kitapla döndü. Büyük varsıllığın kökü köy enstitüleridir. Köy enstitüleri en azından her köyde kitaplık demektir. Ta ki 12 Eylül 1980 faşizminin işkencelerinden geçen devrimciler, televizyonda, önlerinde kitaplarla sergilenen kadar…

Sonradır ki halk tümüyle değiştirildi. Planlarla, uygulamalarla, etnisite ve dincilikle. Küreselleşme, özelleştirme, üretim yasakları… Planlamanın kaldırılması, Kleptokrasi ve etnik çatışmaya giden kaynaklar. Gençliğin önünde hiçbir anlamlı değerin bırakılmayışı. Her gün büyük ivmeyle artan temel gereksinim fiyatları. Deprem, salgın ve kur yıkımı…

Bugüne kadar devrimci siyasa iki tür işlendi yazında: Biri alabildiğine yüceltti, diğer uç ise karalamak, pişmanlık, düş kırıklığı, değmezmiş, yorgun demokrat… yoluna saptı. Atila ikisini de benimsemiyor. Verilen savaşıma saygısını, bağlılığını korurken, yanlışlıkları da örtük, açık eleştiriyor. Hangi romanındaydı, anımsamıyorum ama bir kesimin silaha, şiddete adeta tapınmasını belirgin biçimde ortaya koyuyor. Dargeçit’te beklenenin tersine, yıllar öncesinin polis şefiyle saygılı bir iletişim içindedirler. Yine aynı romanda emekli general, Amerikalı generalle sözleştikleri düello için karşılaşır ve ölürler. Türk general, Amerikalı tarafından, kıyım örgütü bölgesi üzerinde helikopterde sıkıştırılmıştır. Yurtsever General Eşref Bitlis ad verilmeden duyumsatılır. Tunceli bölgesinde yurtdışından tanıdık rastlar, birbirlerini anımsarlar.

Beethoven Club, Binbir Gece Masalları desem değil, Boccaccio’nun Decameron desem değil… Hem hiçbiri hem tümü. Müzik adamlarından birinin, alaysı, Bizi gömer bu yazar, demesi Binbir Gece Masalları’nı çağrıştırmıyor mu?.. Ne ki tersinden.

Müzik Tanrı’nın sesidir. Evet. Beethoven Club bize Bach’ın Tanrı’ya Yakarışı’nı, Shubert’in Ölüm ve Bakire’sini getiriyor. Rüzgâr getirir gibi.

Günay Güner
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)