Son Dakika



Edebiyat ile düşünce/düşünme arasındaki ilişkilere birçok açıdan bakılabilir. Bu çok karmaşık ve hiçbir zaman tartışması sona ermeyecek konuyu, burada edebiyatın nitelikli düşüncenin teşviki konusundaki etkilerine kısa bir bakış atarak sınırlamak tek çare gibi görünüyor.

Herhangi bir konuyu biraz genişçe bir çevrede tartışmaya açtığımız zaman ortaya çıkan düşünce fukaralığı bir yana, karşı karşıya kaldığımız kargaşalık akıldan kuşkuya kapılmamıza neden oluyor. Bu kuşku, her zaman üzerinde fazla durulmasa da, edebi mirasın küçümsenmeyecek bir kısmının ana temasıdır. Guliver’in cüceler ve devler ülkelerine seyahatleri pek bilinir de akılsız insanlar adasındaki maceraları nedense pek yaygın okutulmaz. Bu eser, satirik yapıtların en önemlilerindendir ama asıl merak ettiğim, Swift’in bunu niçin yazdığıdır? İnsanlığın akla tapmaya başladığı bir çağda, acaba insan aklındaki hangi zaaflardan endişeye kapıldı? Niçin onları çamur birikintilerinde yuvarlatıp aptalca homurdattı? Acaba her değişim dönemi bu tür endişeleriyle birlikte mi yaşanıyor?

Düşünmek insanların övündüğü, kendilerini diğer türlerden ayırma gerekçesi olarak öne sürdüğü hasletidir. Bununla birlikte düşünce gücünün yeryüzüne eşit dağılmadığını üzülerek görüyoruz. Tabii, bu, örneğin madenlerin eşitsiz dağılımı gibi sabit bir husus değildir ve sürekli değişime tabidir ve her değişim sonsuz acılarla birlikte gelmektedir. İnsanoğlu bu acılara neden olmadan değişikliği kabul etmekten daima kaçınmış gibidir.

Düşünmek her insanın yaptığı, çoğu zaman da yaptığını sandığı şey. Milyonlarca düşünce uçuşmaktadır ama biraz dikkatli bakınca çoğunun ya tekrardan ibaret ya da türetilmiş benzetmeler olduğu görülür. Dişe dokunur düşünce bulmak hiç de sanıldığı kadar kolay değil.

Düşünmek için öncelikle önyargıların farkında olmak gerekir. Aksi halde önyargıları kafada evirip çevirerek düşünür gibi yaparız. İnsanların yüzde 99’u düşünür gibi yapar, sadece yüzde 1’i düşünür. Düşünmek için temel alınan olguların/varsayımların doğruluğunu, bunların arasında anlamlı bağlantılar kurulup kurulmadığını değerlendirmek ve gerekirse çok farklı açılardan bakabilmek gerekir. Yani zor bir iştir. Bu nedenle orijinal düşünce bulmak kolay değildir. Orijinal fikirler öne sürme iddiasında olanların bir kısmı da kaynaklarını gizleyen kişilerdir.

Gene bu nedenle gerçek sanat eserleriyle son derece nadiren karşılaşırız, çünkü gerçek sanatın en temel özelliklerinden birisi içtenlik, diğeri orijinalliktir. Ama burada sadece edebiyat üzerinde durmak niyetindeyiz; her ne kadar değinmeye çalışacağımız konular bir ölçüde tüm sanat dalları için geçerliyse de.

Başka şeylerin yanında daima bir düşünme aracı olarak da kullanılmış olan edebiyat, bazen bizi önyargılardan arındırdığı bazen de tam tersine önyargı sahibi yaptığı için düşünce tarzımızı etkiler. Oryantalist literatüre bir göz atmak bunların nasıl önyargılar yarattığını göstermeye yeter de artar bile. Ama bu kadar uç örneklere gerek yok. Önyargılar son derece yaygındır. Bunların bazılarını yıkan edebiyatın büyük kesimi de bunu yeni önyargılar getirerek yapar. Kısacası, zihinlerin tüm köşelerine sinmiştir ve her önermemizi etkilemeye hazır bekler dururlar. Daima uyanık olamayız. Ama bunun bilincinde olup, kendi düşüncemize karşı daha eleştirel bir tutum izleyebilir, önyargıları farklı biçimlerde tekrarlamak yerine gerçekten düşünmeyi deneyebiliriz.

Edebiyatı temelde (ya da öncelikle) bir araç olarak görenlerden değiliz. O kendi amaçları, kuralları ve yaklaşımları olan bir alandır. Ne var ki düşünce yapımızı birçok farklı yolla etki altına alır. Önyargıları bir kenara koyalım, düşünmek aynı zamanda kavram zenginliğiyle doğru orantılı bir şeydir ama burası da mayınlı bir alan olabilir. Çünkü kavramlar ne kadar zengin olursa olsun önyargılar düşünceyi zincire vurabilir. Ama gene de kavram zenginliği düşüncenin gelişmesinin önkoşullarından birisidir. Edebiyat bu zenginliğin büyük kaynağıdır. Terry Eagleton, edebiyatın sıradan dili dönüştürdüğünü ve yoğunlaştırdığını söylemiştir. Bu yoğunluğa sahip olmayan kültürleri küçümseyecek değiliz, çünkü her kültür ihtiyacı olan kavramları üretmiştir.

Eskimolar karın değişik kıvamını tanımlayan 60 kavram kullanırmış.

Öte yandan ihtiyacımız olan kavramları üretmek veya ithal etmek yerine eskinin giderek sınırlı kalan kavramlarla düşünmeye devam edenleri kınarız. Burada devamlılık ve kopuş birbirlerini tamamlar. Her dönem, çok uzak geçmişten bile fevkalade dolaylı şekillerde intikal eden bakışlar taşır. Gerçi, bazı topluluklar öyle kopuşlardan geçmiştir ki, eskiden kalan izleri bulmak zorlaşmıştır; ama bunlar gene de tam olarak silinmemiştir. Batı edebiyatının köklerini, Homer bile değil, Gılgamış Destanı’na kadar uzatıyorlarsa, elbette bunun haklı gerekçeleri vardır. Yeri gelmişken vurgulamak isterim.

Pagan kültürünün günümüzdeki izlerinin derinliğini incelemeden birçok insan grubunun tutumlarını çözemeyiz. Aradaki sayısız medeniyet de cabası. Her toplum ve her birey çok farklı etkilerin bileşiminde oluşan özel bir düşünce yapısına sahiptir. Kendi düşünce yapımızın bileşenlerini keşfetmek için edebiyatımız vazgeçilmez bir araçtır. Kendi yazınımızda da bunun iyi ve kötü örnekleriyle daima karşılaşmaktayız. Bu yazıyı, yaşadığımız kavram ve akıl karmaşasına dikkat çekmeye çalışan Tanpınar'dan örneklerle bitirmek istiyorum. Bunlar kaleme alındıkları yarım yüzyıl öncesinde olduğu kadar, günümüzde de aynen, hatta fazlasıyla geçerli görünüyor.

Toplumumuzun yaşanan değişiklikleri izlemekte ve zihinlerde içselleştirmekte ne kadar zorlandığı Tanpınar’ın sürekli temaları arasında önde gelir. Şöyle der: “… çivilerin yerinden oynaması, kararsızlık, tatminsizlik… her an köklere doğru gitmek, her an kendisini evirip çevirmek, sökmek, tekrar takmak...” Hatta artık takamıyoruz da. Dağınık unsurlarımızın karşısında çırpınıp duruyoruz, yahut onları orada bırakıp kaçıyoruz.

Hiciv ustalığı Swift’ten çok daha yüksek olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü bu sarsıntıları anlattığı önemli bir eseridir. Yeni dünya karşısında sürekli bocalayan kahramanı Hayri İrdal’a şunları söyletir:

“…bilmediğimiz bir yerde kopmuş bir fırtınanın getirdiği enkazdan yapılmış bir panayırda imişim gibi yaşamaya başladım. Bu fırtına nerede kopmuştu Hangi tuhaf ve zıtlıklarla dolu alemleri yağma etmiş, yahut nasıl karmakarışık bir armadayı didik didik böyle savuşturmuş ki, bize kadar getirip önümüze yığdığı şeylerin hiçbirisini kendi çehrelerinde tanımamıza olanak yoktu… bir türlü kavrayamadığım fikirler, bilgi kırıntıları ayaklarıma dolaşıyor, her kımıldadıkça köksüz asabiyetler, süreksiz ümitler, yersiz inançlar çürümüş yosunlar gibi kollarıma ve vücuduma sarılıyor, beni daha derinlere doğru çekiyor, gözlerimi her açtığımda ucunu bucağını görmediği heyula davalar yarı karanlıkta üzerime saldırıyordu…”

Tanpınar çevremizdeki yaşam ve düşünce karmaşıklığını bize yarım yüzyıl önce açıklamıştı. Bu kitabın ilk baskısı 1962’de yapılmış, ve ilk on yıl boyunca bin tane bile satmamıştı. Halbuki 1960’larda gözünü toplum sorunlarına çevirenler kendilerini eski nesillerden çok daha akıllı zannediyor, onların yapamadığını, zor da olsa başaracaklarından hiçbir kuşku duymuyor, toptancı çözümlere koşuyordu. Ne var ki toplumun bölünmüşlükleri içerisindeki birçok azınlıktan biriydik nihayet. En büyük eksiğimiz ise şimdi olduğu gibi bakış derinliği idi. Dikkatimiz Tanpınar’ın söylediği gibi “sathi, yahut ilk bakışta kavranan bir realiteye çevrilmişti.” Ve nihayet:

...hayatımıza ciddiyetle bağlı değiliz. Onu bütün hastalıklarıyla benimsemiyoruz. Bir takım muvazaalarla yaşıyoruz. Nihayet, hürriyet terbiyesinden, onun insan içindeki kuvvetinden mahrumuz. Yanlış anlaşılmasın, hürriyeti kastetmiyorum. O gelir, gider, tekrar gelir. Fakat terbiyesi öyle değildir. O insanın hakiki kuvvetidir. Hayata gözlerimizi o açar. İnsan ruhunun en büyük imkanı nesilden nesle gelen bu terbiyedir. Sanatın alelade bir hüner olmaktan çıkması, bir insiyak gibi ruha eklenmiş olması gereken bu terbiye sayesindedir. Bu yüzden hayat karşısında serbest değiliz. Kimbilir, belki de bu işte egzersizimiz yok. Hülasa, hala okuduklarımızın tortusu ile terkip yapmaya çalışıyoruz.”

Yazar bir başka yerde de “felsefeye dışarıdan bakıyoruz” der. Bu son derece doğru bir tespittir, öyle ki, kendimiz hiçbir felsefi sorun ortaya atmadığımız gibi, dışardan baktığımız felsefeyi de bize hakiki bir hürriyet terbiyesi ve kuvvet verecek şekilde kavrayamıyoruz. Kendisi özgür olmayan başkalarını özgürleştiremez sözünün önemi tekrar ortaya çıkıyor. Özgürlük her şeyden önce bir zihin durumudur.

Edebiyat aracılığıyla düşünce katmanlarının daha derinine nüfuz edebiliyor ve eksikliklerimizin mühim kısmını görebiliyoruz. Görüyoruz da ne oluyor, kaç kişi görüyor, ne görüyor? Gene de bu ilk adımdır. Kuşkusuz, Tanpınar iyi bir yazar, çünkü hiçbir yerde bize reçete vermiyor, hatta vermediği gibi, kestirmeden bir geçiş olamayacağını da ima ediyor. Anlatımlarının tümü bizi parçalanmış kişiliklerimizi ve zihinlerimizi tanıyarak daha iyi düşünmeye sevk ediyor. Ne var ki, konuya kapsamlı bir şekilde yaklaşsak bile önümüzü tıkayan bir dizi sorun var. Birincisi, düşünen azınlığın bunu yapmayan çoğunluk karşısındaki biçareliğidir. Nitelik niceliğin önünde süpürülebiliyor. İkincisi ise düşünenlerin dostane olabilecek farklılıkları uzlaşma zemini aramadan çatışmaya dönüştürme alışkanlığıdır. Nihayet düşünceye yönünü veren değerler sistemindeki karışıklıklardır. Ama burada da bitmiyor.

Düşünceler ile değerler sistemleri arasındaki bağlantılar konusunda büyük sorunlarımız var. Bunlar arasında beklediğimiz karşılıklar oluşmuyor. Parçalanmış zihinler toptancı bakışlarla toplanmıyor, hemen tekrar dağılıyor. Söktüğü motorun parçalarını takamadan kaybeden çırak gibi bakıp kalıyoruz.

Mehmet Tanju Akad

(Okurlarımıza önemli not: Sitemizin yaşayabilmesi için lütfen sağ üst köşede Gerçek Edebiyat Facebook'tanın altındaki Beğeni tıklayınız.)

gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)