DOKUZ

 

Dediğim gibi, Ötegeçe’ye gittim.

O kıyı kahvehanesine girdim, sandalyeye oturdum. Birlikte oturduğumuz masaya dayadım dirseklerimi. İki elimle başımı tuttum. Denize baktım. Deniz usulca vuruyordu kıyıya, sanki. Bir an için gelecekmişsin duygusuna kapıldım. Gözlerimi camdan gördüğüm denize diktim. Dalıp gittim. Deniz, özlemini duyduğunun saçlarını okşuyormuş gibi geldi bana. Derken gökyüzüne çevirdim başımı. Oturduğum yerden görebildiğim kadarıyla bulutlardan sıyrılan Güneş de neşesizdi benim gibi.

 

Bir çay içimi kadar ancak kalabildim bu sevdiğin mekânda. Anladım ki bir yeri güzel yapan yaşanmışlıklar, arkadaşlıklar, dostluklar ve uğruna candan da serden de geçebileceğin kişilerin olmasıymış. Yoksa doğal ve doğaüstü güzellikler değilmiş sadece… Dışarıda sessizlik var, içimde de sen varsın. Dışarıdaki yalnızlığım, içimdeki senli çokluğumu alıyor benden çoğu zaman. Dışarıda hüzün ve ayrılık, içimde senle başlayan sevinç konfeti...

    

Yaşama her sabah günışığıyla başlarken içimdeki sana günaydın demek ve Güneş başka diyarları aydınlatmaya gittiğinde de iyi akşamlar, iyi geceler ve iyi uykular demek, sensiz olan beni yaşama sımsıkı bağlıyor inan. Artık her sabah fotoğraflarına da bakıyorum. Her fotoğrafın bir hikâyesi olduğunu anladım sesinkilere bakarken… Her fotoğrafın ayrı bir hikâye ve hikâyelerin beni daha da çok bağlıyor sana.

 

Şehriyar, bugünkü Hindistan ile Çin arasındaki denizde bir adada hükümdardır. Halkını mutluluk ve de refah içinde yaşatmaktadır. Onun tahtında gözü olanlar, ona oyun ederler ve kraliçesinin onu aldattığına inandırırlar sonunda. Hükümdar da çok sevdiği karısını öldürtür. Bununla da kalmaz kadınlara düşman olur… Ve vezirlerinden her gece için bir genç kız ister yatağına. Geceyi birlikte geçirdiği kızları da öldürtür gün ışıyınca. Adada neredeyse kız kalmayacaktır. Buna öfkelenen, vezirlerinden birinin kızı Şehrazat, gönüllü olur hükümdarın bir gecelik kadını olmaya, onun yatağına girmeye... Babasının onca engel olmak istemesine, dil dökmesine rağmen kararından dönmez, çünkü onun bir düşündüğü, bir planı vardır:

     

Hükümdara, kadınlara güvenmesi gerektiğini öğretecek ve öylelikle de hemcinslerini ondan kurtaracaktır. Babasına rağmen onun odasına gider. Hükümdarı ikna eder ve ilk geceden başlayarak ona masal anlatmaya başlar. Anlattıkları öyle ilginç ve güzeldir ki gün ışıyınca yarım kaldığından hükümdar onu öldürtmez. Bu böyle gecelerce sürer. Bu arada hükümdarın Şehriyar’dan üç çocuğu olur. Onu çok sever. Kadınlara düşmanlığı bırakır. Onunla mutlu bir hayat yaşar…

 

Yanımda olsan da sana tersi bir Şehriyar olsam… Çünkü kendimi bu kadar yalnız ve mutsuz hissetmemiştim.  Bir inci kolye gibi savruldum yeryüzüne. Her bir parçam bir yanda sanki… Toparlanmam olanaksız sensiz. Orman Büyücüsü, köygöçürenler, ayrıkotları ve sarmaşıklar kuşatmış beni. Bazen de bir serçe kuşu gibi görüyorum kendimi. Sözel yağmurlara tutuluyorum. Sözel bulutlardan üstüme akan sözler oklar vuruyor beni. Sığınacağım bir in, bir ağaç da yok üstelik etrafımda… Bir çöl denizindeymişim gibi açıktayım.

    

Ne kadar hızlı yağarsa yağmur, bir damladan fazla düşme üstüne serçelerin, dedikleri doğru değilmiş. Islandıkça kanatlarım ağırlaşıyor ve beni yarı yolda bırakıyorlar gibi… Düşecekmişim duygusuna kapılıyorum.

    

Uçmakta zorlanıyorum, neden?

Ağzını açmış bir kurt gibi bakıyor bana üstünden geçmeye çalıştığın sensizlik çölü. Umudum güneşte oysa. Çünkü bir gülümsese, bir görünse şöyle… Bir görünse bulutlar dağılacak, yağmur duracak ve onun ışıkları beni anında kurutacak ve sensizlik çölünü rahatça aşabileceğim. Bir nedeni olmalıydı yaşadıklarımın, beklediğimin görünmemesinin dedim.

    

Kanatlarıma yüklendim. Zalim yağmura aldırmadım. Sensizlik çölünün çekimine kapılmadım.

Bir düş gördüm sona yaklaşırken…

 

Bir evin önündeyim. Kapısı aralı... Sırtım kapıya dönük. Gördüğüm manzara sapsarı başaklı bir buğday tarlası… Tarla her yandan ufka doğru uzanıyor. Ev de bu tarlanın içinde… Güneş yoktu. Bilmediğim bir şey gündüzmüş gibi aydınlatıyordu etrafı. Elimdeki kuşu son anda fark ettim. Kuşun ürkek gözleri benim üstümdeydi, benimkiler de başaklardaydı… İçimden söylediğim bir ezgi kafesten kurtulan bir kuş gibi dudaklarımdan çıkıp başaklara yayıldı, istemediğim hâlde.

   

 Elimdeki kuşa bakıyorum. Gözlerine dikiyorum gözlerimi. 

  

‘Boşuna çırpınma, benimsin bırakmam seni asla,’ diyorum beni anlıyormuş gibi. Kuş, gözlerini yumuyor, boynunu çekiyor içine. O anda bir şeyler oluyor bana. Bir sarsıntı, titreme, göz kararması gibi bir şeyler yaşıyorum ve karşımda aksakallı bir ihtiyar görüyorum, başakların içinden aniden çıkmış gibi. Geriliyor ve korkuyorum. Kuşu unutuyorum o an. Birkaç adım geriye çekiliyorum, kendimi ne ve kim olduğumu bilmediğim ihtiyardan uzak tutmak için.

‘Siz de kimsiniz,’ diyorum.

 Sesime çok benzeyen, biraz yorgun ama kararlı bir sesle, 

‘Senin sağduyunum,’ diyor bana.

Şaşkınlıktan kekeliyorum adeta, ‘Ne… Ne demek bu?’ diyorum.

‘Farkında olmadan beni başaklara verdin az önce, sende yerim kalmadı. Ama benim asıl yerim sende, senden başka bir yerde olamam, yaşayamam da,’ dedi.  Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemiyorum, etrafıma bakıp duruyorum boş boş. O yine adeta benim sesimle, ‘Elindeki kuşu bırak,’ diyorum dedi birkaç kez. Sadece, ‘Bana ait o,’ dedim. 

    

‘Güzel, sana aitse bırakmaktan niçin korkuyorsun ki sonunda geri döner sana, değil mi?’ dedi içtenlikli biçimde.  Sonra da ekledi, ‘serçeler serçelere, kırlangıçlar kırlangıçlara, güvercinler de güvercinlere aittir. Yani her kuş kendi türüne aittir. Ve her kuş alıştığı yerde yaşar. Alıştıkları yerden su içer, beslenme alanları bile aynıdır. Bu yüzden sana aitse o kuş sonunda gelir, inan.  Anladığım kadarıyla ona değil de kendine güvenmiyorsun sen,’ dedi. Bir şey bulamıyorum ona cevap vermek için. Bir kuşa bir ihtiyara bakıyorum bir an için.

   

Sonra bırakıyorum kuşu. İkimizden de uzaklaşıyor ve yükseliyor biraz, sonra bir arı kuşu gibi olduğu yerde kanat çırpıyor. Bekliyorum ne gidiyor ne de bana dönüyor, öylece kanat çırpıyor olduğu yerde. Nedenini sormak için aklıma ihtiyar geliyor, gözlerimi onun olduğu yere çeviriyorum ama yok olmuş çoktan. Hiç de farkında olmamışım.  Nedenini, nasılını düşünmeden kuşa bakıyorum ki o da gitmiş…

 

Güneş var. Gökyüzü masmavi… Beni düşürmeye çalışan yağmur kesilmiş. Çölün ağzına düşeceğim anda yükleniyorum kanatlarıma. Yükseliyorum mavilikte kaybolmak için. Güneşe yakın olup ısınmak için… İçimin buzları eriyor bir anda. Gözlerime, tenime sevincin ve neşen geri dönüyor…

 

ON                     

dağ kadar yürek bunca acıyı bunca aşkı

nasıl da sığdırmışsın yüreğine

istersen al / koy kendi ellerinle /fırtınaları da sen                     

yüreğin kadar büyüksün / unutma                                                                                                

a.telli

Yılan sözcüklerin peşimi bırakmıyor. Yılan sözcüklerinden ne yapsam kurtulamıyorum. Ne yana gidersem gideyim, hangi kuytuluğa sığınırsam sığınayım yılan sözcüklerin buluyor beni. Yakınımda olduklarını bildiğim bir yerde kaçmaktan ve de saklanmaktan yorulduğum için durup soluklandım. Kendimi dinlemeye çalıştım. Hep aynı yönlere çıktığımı düşündüm. Adım atmadığım bir yerinin kalmadığı buranın aklımdaki görüntülerini bir bir birleştirdim. Bir yapbozun parçaları gibi…

 

Aklımdaki görüntünün bütününü gördüm ve irkildim. Bulunduğum yer küçücük bir adaydı. Korktum. Adayı kuşatan su gibi sıvının sonsuzmuş gibi görünmesi ve hiçbir kurtuluş aracının olmaması beni terletti. Üstelik bana yardım edecek kimse de yoktu kendimden başka. Bir ben vardım bu tuhaf adada, bir de senin yılan sözcüklerin. Olanaksızı başarmak sevdamdı, ama bu sevdam burada işime yaramıyordu. Duyularım bana isyankârdı. İçinde bulunduğum durumun dayanılmazlığını sana iletemiyorlardı. Bir balık, bir kuş olmayı ne çok istedim bilebilsen.

 

Bir çözüm buldum sonunda. Kaçmayacaktım; senin zehirli yılan sözcüklerinle ne olursa olsun yüzleşecektim. Onlardan başka türlü kurtulmam olanaksızdı. Bunu çok iyi anlamıştım sonunda. Bekledim… Yılan sözcüklerin beni kuşattılar. Hepsi de müthiş alevler saçan masal yılanları gibiydi. Az ötede durdular. Birbirine sokuldular. Bir anda iç içe girdiler ve karşımda kocaman bir yılan sözcük oldular. Ne yapacağımı bilemedim. Bekledim yine.

 

 ‘Ne istiyorsun?!’ dedim.

‘Yalnızca kulak ver yeter,’ dedi yüzlerce yılan sözcüğün oluşturduğu yılan sözcük. Korka korka sokuldum o yılan sözcüğe. Gözlerimi yumdum. İnanılmaz olanları gözlerim açıkmış gibi gördüm: Kulağımın biri elimmiş gibi yılan sözcüğe uzandı. Onun başını okşamaya başladı. Benden istediği buydu. İstediğini yapmaktan başka da çarem yoktu.  Bir süre sonra yılan sözcük değişti ‘sen’ oldu. Ne ada, ne yılan sözcükler ne de su gibi sıvı kaldı aklımda. Açtım gözlerimi, gördüm seni, öyle sevindim, öyle sevindim ki anlatamam. Durmadan konuştun, hiç bana bakmadan ama.

 

 ‘Anlamıyorum seni, yeni yazdığın şiirler nasıl prangalaşır ayaklarına?’ dedin. ‘Yüreğindeki aşkı ve yaşama isteğini nasıl köreltirsin. Bak, ben; nasıl da bıraktım şiirlerimi. Uçurdum birlikte olmak istemediğim dizeleri ve büyülü sözcükleri. Gölgem sandığım yanılsamadan da kurtuldum. Bunun, bu kadar kolay olmadığını biliyorsun. Alışkanlıklardan kurtulmak kolay olmuyor. Sen, benim yeni alışkanlığımdın, bu yüzden bıraktım diğer alışkanlıklarımı. Uçmayı öğrettiğim her sözcük duygusallığımı kullandı bana karşı. Onlara inandım çoğu zaman ve hayatımı onlar için hep erteledim. Peki, şimdi ne kaldı onlardan bana? Hiçbir şey! Ya sen ne yapıyorsun?’ Kahroldum. Sana baktım. Gözlerini, gözlerimle buluşturan içtenliğine bir daha hayran oldum. Gözlerinin mavisinde ikimizi gördüm. İkimiz de çıplaktık. Sen, sırtüstü uzanmışsın. Gözlerini yummuşsun. Bense çekmişim ayaklarımı göğsüme, dizlerime dayamışım başımı.  Ağzından çıkan her sözcük yılan oldu. Bizi kuşattı. Korktuk. Birbirimize sarıldık.

 

Ne yaptığımızın farkındaydık ne de yılan sözcüklere ortam olduğumuzun. O an yer yarıldı, içine düştük. Yarık bizi aç bir canavar gibi yutacakken iki güçlü el bize uzandı ve olanca gücüyle oradan çekip çıkardı. Kendimizi soğuk mu soğuk suyu olan bir derede bulduk. Derenin akıntısı öyle güçlü ki ve kıyıya çıkmamızın olanağı da yoktu. Çünkü yamaçlar dik mi dikti. Birbirimize tutunduk. Sabırla bekledik. Nice sonra derenin sığlaştığı, durgunlaştığı bir yerde kendimizi kıyıya sevinçle attık.

 

Yorgunduk. Birbirimize tutunarak ayakta kaldık ve yürüdük. Ne kadar yürüdük bilmiyorum, sonunda yemyeşil bir yere vardık. Yemyeşil ağaçların arasından hem bize benzeyen hem de bize oldukça uzak insanlar çıktılar ve şaşkın şaşkın çevremizi sardılar. Ama kısa bir sürede değiştiler. Bu insanların kimisi yılanbaşlı, kimi de insan başlı yılan gövdeli oldu. Yalnız bizi görmüyorlarmış gibi, yanımızdan geçip gittiler. Soluğum kesildi. Senin ne hissedip hissetmediğini bilemedim.

 

Yolumuza koyulduk. Yeşilliği geçtik ve sonsuzmuş gibi görünen bir papatya tarlasına ulaştık. Çocuklar gibi sevindik. Uzandık papatyaların içine. Birimize aldırmadan ve yan yana değilmişiz gibi oyunlar oynadık. Sen sırtüstü uzandın. Ben az ötende, papatyalardan sana bileklik ve kolye yaptım. Yanına uzandım. Onları sana armağan ettim. Hiç konuşmadın. Kolyeyi boyuna taktın. Bilekliği uzandığın yerden uzağa fırlattın. Bir şey söylemedim. Doğruldum ve bir kuş gibi kanatlanan bilekliğe düştüğü yere kadar baktım. Onun düştüğü yerden, nereden, ne zaman gelmişti hiç bilmiyorum, yavru bir ceylan ayaklandı. Ceylanla göz göze geldim. Bu çok kısa sürdü ve ceylan olanca gücüyle koştu papatyaların içinde. Kaybettim sonra onu.

 

Döndüm gördüğümü sana anlatmak için, ama yoktun. Seslendim sana. Oraya buraya koştum. Yoktun işte. Baktım ki yoksun yürüdüm. Gitmiş olabileceğini veya beni bir yerden izleyebileceğini düşündüm. Nasılsa çıkar şimdi dedim kendi kendime, bu saklanma oyununa son verir, kurtarır beni bu yersiz meraktan... Bir ağacın altında buldum seni. Çok sevindim. Sarılmak istedim. Ama yine yılan sözcüklerinle burun buruna geldim. Uzaklaştım senden. Baktım ki yılan sözcüklerinin arasında çıplaksın ve güneşleniyorsun. Yalvardım. Bunlara bir son vermeni istedim. Orada değilmişim gibi, seninle konuşmuyormuşum gibi aldırmadın bana. Çaresizce ayrıldım yanından. Tekrar papatya tarlasına döndüm. Niçin döndüğümü bilmeden... Önüme bakıyordum, bilekliği buldum. Onu aldım. Koşa koşa güneşlendiğin ağacın bulunduğu yere geldim. Belki kararından caydırır diye seni bu bileklik… Ama yoktun. Gitmiştin yine. Yılan sözcüklerin oradaydı. Son anda fark edebildim onları. Onların arasındaki seni de…

 

Ağızlarını açıp üstüme yürüdüler. Döndüm ve kaçmaya başladım.

‘Sana ne oldu böyle?’ dedin.

‘Ne olursa olsun yılan sözcüklerinle yaşayamam ben!’ dedim.

‘Neden ama?!’ dedin.

‘Yılan sözcüklerinle olmam olanaksız. Ya onları seçeceksin ya da beni!’ dedim.

 

Gözlerin gözlerimi bırakmadı. Gözlerinde o yavru ceylanı gördüm. Onu ürküten, korkutan şeyin senin yılan sözcüklerin olduğunu… Papatyaların arasına yatmış yüzlerce yılan sözcükten kaçmış o ceylan. Ceylanın başını da gördüm, bir de sen görebilseydin beni daha iyi anlardın,’ dedim. Tekrar sen değiştin, yılan sözcük oldun. Köpürdün, alev alev korku saldın. Peşime düştün. Artık hoşça kal ey kendi yılan sözcüklerinin kurbanı olacak ceylan/ım. Nasıl olsa bir yolunu bulacağım bu adadan kurtulmanın, merak ettiğim şu, peki sen kendi yılan sözcüklerinden kurtulabilecek misin?’

Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)