Beleşçi Ayşe / Tacim Çiçek
Beleşçi Ayşe / Tacim Çiçek
Avukat Suat, çocukluğunu, ilk gençliğini geçirdiği şehirle bağını sağlayan Kentpostası Gazetesi’ni açmıştı. Bu yerel gazeteden kimi zaman üzücü, kimi zaman da kendisini geçmişe götüren haberler okurdu. Bazen ikisini birlikte yaşadığı da olurdu. “Beleşçi Ayşe, Sonunda Bir Kapkaççının Kurbanı Oldu” başlıklı haber de bunlardan biriydi. Ayrıntısını okuduktan sonra gazeteyi bıraktı masasına ve koltuğuna gömüldü. Onunla ilgili bir anısını anımsadı. Ve oturdu bilgisayarın başına yazmaya başladı. Daha çocukken tanımıştı onu. Gazete verdiği abonelerinden biriydi o. Öğrendiğine göre bir sokak aşağıda iki odalı bir eve taşınmışlardı Saimbeyli’den. Kocasını bir kazada kaybettikten sonra, kan parasıyla Ceyhan’a taşınmış ve Türlübaş Mahallesi’ne yerleşmişti. Üç kızı vardı. Üçü de birbirinden güzeldi. En büyüğü on altısındaydı o vakit. Lise ikiye gidiyordu. Adı da Nurhayat’tı. Mahallenin delikanlıları, okulun yeniyetmeleri onun peşindeydi. Diğeri Nebahat’tı. On üç yaşındaydı. Güzeldi. Okumuyordu. Bir fabrikada annesiyle birlikte çalışıyordu. Cin gibiydi. Mahallenin çocuklarına erkekmiş gibi posta koyardı. Üçüncüsünün adı da Sebahat’tı. Dördüncü sınıfa gidiyordu. İşi gücü evcilik oyunu oynamaktı yalnız başına. Kısa zamanda mahallinin sevgisini, saygısını kazanmıştı Ayşe kadın. Suat’ın annesinin de can arkadaşı olmuştu. Her bir sırrını ona anlatmıştı da, kocasının geçirdiği kazayı anlatmamıştı nedense. Kimine göre, orada ona rahat vermemişler. Kimine göre kocasının yakınlarından kaçıp gelmiş. Herkesin Ayşe kadınla ilgili bir hikâyesi vardı. Oysa bunların hepsi anlatanın uydurduğu ve gerçekle hiç ilgisi olmayan hikâyelerdi. Fakat kısa bir zamanda adı Beleşçi Ayşe olmuştu. Dilden dile dolaşmıştı. Herkesin ağzında sakız olmuştu bu isim. Yüzüne karşı söyleyen de çıkmıştı, hiç oralı olmamıştı. Çocuklarının geçimini çıkarmaya çalışmıştı. Zamanla Ayşe kadın ismi unutulmuştu. Diğeri kullanılmaya başlanmıştı. Söylentilere göre, sebzecilerden, meyvecilerden, elbisecilerden, yani kısacası her bir şeyi satandan ne yapıp edip bir şey alır ve parasını ödemezmiş. Ağzı öyle laf yaparmış ki bir defa mal veren bile yanılıp birkaç defa daha verirmiş ona. Suat, küçük bir çocukken mahalle aralarında günlük gazete satardı. Ona da kızlarının okuduğu gazeteleri, dergileri verirdi. Hakkında söylenenlere inanmak istememişti. Çünkü bir kere kendisini çok seviyordu. Annesinin can arkadaşıydı. Sık sık görüşüp dertleşirlerdi. Sonunda Suat da gerçekle yüz yüze gelmişti. Verdiği onca gazetenin, derginin parasını alamamıştı bir türlü. Annesini bile ‘sonra ödeyeceğim, şimdi param yok’ diyerek ikna etmişti. Bunları düşününce bir tuhaf olmuş ve hemen annesini aramıştı acılı haberi okuduktan sonra. Annesi kız kardeşini kaybetmiş gibi hıçkıra hıçkıra ağlamıştı bir süre. Sonra da onun bu ölümü hak etmediğini söylemişti. Ve demişti ki, “Yalnız bir kadın. Üstelik saçını süpürge etmiş olması yetmemişti çocuklarına. Suat’ım çocuklara da bir şey diyemiyorum. Genç kız hepsi. İsteklerinin sonu gelmiyordu ki. Ne yapsın zavallı arkadaşım. Başka türlü olamazdı diye düşünüyorum. Ya kendisi ya kızları kötü yola düşecekti belki de. Öylece onların isteklerini gerçekleştirmeye çalıştı ve kızlarını yetiştirdi. O deli kız şimdi senin mesleğini yapıyor oğlum. Kardeşlerine de sahip çıktı. Ortancası evlendi. Küçük de doktor çıkacakmış. Ya o öyle yapmasaydı nasıl olurdu acaba sonları düşünen var mı hiç. Bu zamanda tek başına onca kızı elinde tutmak ve kimseye muhtaç etmemek kolay mı oğlum? Ayşe kadın bir fabrika geliriyle, orada burada çalışmayla zor olanı başaramazdı. Sonra o zavallı çocuğun… Kim olacak yavrum… On yedisindeki kapkaççı çocuğu diyorum, söylendiği gibi onu öldürdüğünü, yani bir arabanın altına itip ölümüne neden olduğunu sanmıyorum. Neden mi diyeceksin? Konuşmalarımız arasında duygulandığı zaman, ‘cesaretim olursa kendimi bir arabanın altına atacağım bir gün,’ derdi sık sık. Üstelerdim, neden böyle diyorsun diye. Yaşamının hiç de göründüğü gibi olmadığını, artık daha fazla yaşamak istemediğini, çünkü geçmişinin çocuklarıyla arasında canlı bir yılan gibi dolaştığını, ne vakit kimi sokacağının da belli olmadığını, nasılsa büyük kızın bir ekmek kazandığını, kendisinden sonra kardeşlerini sokakta bırakmayacağını söyledi. Başka bir söz daha demedi, şimdi tam aklıma gelmiyor, fakat sanki ‘daha fazla üsteleme komşu, çünkü geçmişim her an açılabilecek ve bir daha da kapanmayacak bir yaradır,’ gibi bir sözdü sanırım dediği. Demek istiyorum ki, televizyonların boy boy gösterdiği o cılız çocuk belki çantasını almıştır elinden, fakat o dev gibi kadını arabanın altına itememiştir, itmemiştir. Neden diyeceksin, çünkü gücü yetmez. O çocuk, o kaya gibi kadını arabanın altına atamaz bana kalırsa. Allah bilir ya söylediği cesareti buldu da kendinde belki de o anda attı kendini arabanın önüne. Zaten şoför de ‘çocuktan kurtulduktan sonra isteseydi önümden kurtulabilirdi, fakat sanki bile bile önüme gelip durdu, hem benim başımı hem kendi çocuklarının başını yaktı,’ demiş ya okumadın mı sen?” Avukat Suat, daha sonra telefonu kapatmıştı. Koltuğuna tekrar gömülmüştü. Onu düşünmeye başlamıştı. O sırada arkadaşı içeri girdi. Neden bu denli üzgün olduğunu sordu. Üç beş tümceyle olanı biteni anlattı ve gazeteyi ona uzattı. Arkadaşı haberi okuduktan sonra, “Böyle haberlerden o kadar çok var ki…” dedi, “tanıdığın biri mi acaba?! ” “Evet tanıdığım biri,” dedi Suat, “gerçekten de renkli bir simasını kaybetti yalnızlığını büyütmeden var olmaya çalışan ilçem.” “Çok yakının biri değilse…” dedi arkadaşı, “üzüntün neden?!” “Neden olacak,” dedi Suat, “bu tür insanlar, gerçek dostlar, arkadaşlar öldükçe zamanlı, zamansız sen yaşasan da bir yanını kaybediyorsun ve azar azar ölüyorsun yaşarken anlıyor musun? Çünkü seni tanıyanlar, senin tanıdıkların öldükçe sen de ölüyorsun bir biçimde. İşte bunu kabullenemiyorum.” “Filozofça konuştun,” dedi ciddileşerek, “iyisi mi çok okuma, seni de kaybetmeyelim. Okuya okuya bir tuhaf olmuşsun zaten, kanunlar, dosyalar yetmiyor mu ki başka kitaplar, gazeteler okuyorsun ve sonra çocukluğunda tanıdığın birinin başına gelen elim olayla anneni kaybetmiş gibi üzülüyorsun, hatta ölüyorsun. Yaşam sürüyor, ölüm karşısında her canlı secde edebilir ancak, o kadar.” Suat, iki kalın kaşını birleştirdi. Yüzünün rengi değişti. Bunun yalnız kalmak anlamına geldiğini bilen meslektaşı ve arkadaşı sessizce bürodan çıktı. O, kendi yalnızlığı ile baş başa kaldı. Daha da kederlendi ve Beleşçi Ayşe’yi son gördüğü zamanı anımsadı. Buna yeniden yaşadı demek daha doğru olacak sanırım… Okuldan o yıl mezun olmuştu. Çok iyi bir avukatın yanında staja başlamıştı. Üstelik de ilk gençlik aşkı olan eşiyle de nişanlanalı birkaç ay olmuştu. Nişanlısı küçük amcasını çok severdi. Okuma aşkını ondan kazandığını ve öğretmenliği de sırf onun gibi sevilen ve çocuklara yararlı olabilmek için seçmişti. Fakat amcası aniden rahatsızlanmış ve birkaç ay içinde de ölmüştü. Öldüğünde otuz dört yaşındaydı, bekârdı. Kimine göre hastalığını bildiğinden hiçbir kıza eş gözüyle bakmak istememişti. Çünkü düşündüğünden arkasından boynu bükükler bırakmak istememişti. Oysa onun için o kadar üzülen olmuştu ki… Meslektaşları, öğrencileri, annesi, babası ve diğer akrabaları, yakınları… Birlikte Ankara’ya gitmek için otogara gitmişlerdi ve biletlerini alıp arka koltuklardan ikisine oturmuşlardı. Oturdukları yer de arka kapıdan yanaydı. Hava yazın bitişini, güzün başlangıcını belirten bir tondaydı. Otobüsün hareket saatini beklemişlerdi. İkisinin de ağzını bıçak açmamıştı. Gözleriyle eşini teselli etmeye çalışmış, mendiliyle de ağlamaktan kızarmış ve şişmiş gözlerini silmeye çalışmıştı. Kabadayı özentili muavin söylenmeye başlamıştı. Onun çevresinde minyon tipli bir kadın görmüştü, Avukat Suat sonradan iyice bakmış ve kadını tanımıştı. Beleşçi Ayşe’ydi. O, yalvarıyor, yakarıyor, Muavin de onu başından savmaya çalışıyordu. Kadının yanında da küçük kızı vardı. “Gitçeemiz yer şurası be oğlum,” demişti Beleşçi Ayşe, “hayır yapmış olursun, fena mı olur! Annemin cenazesi orta yerde bekliyor. Yokluktan anlamaz mısın?” “Kafa ütüleme be kadın,” demişti Muavin, “olmaz dedikse bir nedeni var her hâlde, anlamak istemiyor musun? Git işim gücüm var, bagaj alıyorum görmüyor musun? Sonra müşterilerimizi rahatsız etme! Yarım saat sonra başka arabamız kalkacak, yerler satıldı satılacak, konuşacağına git bir an önce biletini al…” Küçük kız annesinin kolundan çekiştirmiş, oradan uzaklaştırmak istemişti. “Arada olmaz diyor Muavin,” demişti, “trafik çok ceza yazıyormuş.” Kadın, kızını azarlamıştı, hatta bir daha işine karışırsa dayak yiyeceğini de belirtmişti. “Yaşa bacım,” demişti Muavin de, “sen anladın da şu annen anlamadı ha. Akıl yaşta değil başta dedikleri bu olsa gerek…” Yolcular, bagajlarını Muavin’e teslim ederken, otobüse binerken ister istemez onlara bakıyorlardı. “İçim içimi kemiriyor vahşi bir kedi gibi,” demişti. Beleşçi Ayşe, “ekmeğimizin peşinden uçtuk buraya. Anamız, kardeşlerimiz sılada kaldı. Kazancımız bir karın tokluğumuza yeter. Biri çıksa da bir sihirli değnek olsa şimdi…” “Uzatma teyze,” demişti yolculardan biri, “duygu sömürüsü yapacağına git çalış.” “Allah kazadan beladan esirgesin…” “Senin duanla mı be analık! ” “Kara gün görmeyesin Muavin oğlum…” “Ya analık,” demişti Muavin, “çileden çıkartma beni! Bu saatte hareket edecek o kadar araba otogarda, neden geldin bana bela oldun. Bak, şuramda enayi mi yazıyor yoksa? Emir kuluyum. Senin derdini anlıyorum, bedavaya getirmek istiyorsun yolculuğu. Ananın da umurunda olduğunu sanmıyorum senin. Sağlığında hiç aradın mı acaba? Bir anam öldü, bir analığım öldü diyorsun. Bir dediğin diğerini tutmuyor. Bak son defa söylüyorum buradan uzaklaş, anladın mı?” Küçük kız ağlamaya başlamıştı. Anasına yalvarmıştı gidelim diye. “Perondaki araç sürücülerinin dikkatine, hareket saatinize beş dakika kalmıştır, lütfen yerlerinize geçiniz ve araçlarınızı harekete hazır duruma getiriniz.” Bu anonsu duyan Muavin şoför koltuğuna geçmiş ve otobüsü çalıştırmıştı. Beleşçi Ayşe de bunu fırsat bilip kızın kolundan tuttuğu gibi otobüse binmiş ve ara boşluğa oturmuştu. Kız tedirgin olmuştu. Yolcular öylece bakmışlardı onlara. Kimse bir şey söylememişti. Fakat onlar otobüsten indirildikten sonra da herkesten bir ses çıkmıştı, kadının yüzsüzlüğü üstüne… “Ne ağlıyorsun kız,” demişti anası, “bunlar Müslüman değil mi? Bizi nasıl indirirler otobüsten. Cenaze bekliyor, yalan mı söyleyeceğiz. Hiç mi acıma yok bunlarda, bunca yolcunun içinde iki de parasız yolcu olsa, ne olur? Trafik falan yalan, işlerine gelmiyor biliyorum.” Şoför, koltuğuna oturunca, Muavin kadının yanına gelmişti. “Yahu kadın,” demişti, “arada yolcu götürmek yasak. Sana bunu nasıl anlatayım daha, Türkçe bilmiyor musun? İn yoksa zorla atacağım aşağı.” Ardından da kollarından tutup çekiştirmeye başlamıştı. Yolcular da bakmıştı. Avukat Suat, içten içe kızmıştı yolculara, Muavin’e ve Şoför’e… Kimse ona sahip çıkmamıştı. Kimse gerçekten yalan söylememiş olabileceğini düşünmemişti diye. Bir an için nişanlısıyla göz göze gelmiş ve o da biletlerini onlara vermesi gerektiğini bakışlarından anlamıştı. Fakat gerçekten de onları bekleyen bir acılı aile ve bu andan başka da gidecek zamanları yoktu ikisinin. Suat yine de yerinden kalkmıştı. Kaşla göz arasında bileti ona uzatmış, “Biz bir sonraki otobüsle gideriz. Biletlerimizin ederini verir misiniz; ne kadar paranız varsa razıyım Beleşçi Ayşe Teyze,” demişti. Gülmüştü bunları söylerken de. Kadın gözlerini ondan ayıramamıştı. Belki de onu tanımıştı, belki de tanımamıştı. Fakat adını söyleyen ve üstelik de teyze diyen onu iyi tanıyan biri olmalıydı. Şöyle bir bakmış ve Muavin’den kolunu kurtarmıştı. Hızla arka kapıdan kızını da çekiştirerek inmişti otobüsten. İnerken de, “Gitmiyorum be,” demişti, “ölümüz mü dirilecek biz gidince!” Yolcular şaşırmış mıydı hiç düşünmemişti bile Suat, fakat acı acı gülmüştü. Kapılar kapanmış otobüs yavaş yavaş hareket etmişti. Muavin de arka kapı penceresinden başını dışarı uzatarak, “Ananın,” demişti, “kemikleri sızlasın çekirge!” (*): Lafçı Kerim/Çukurova İnsanları adlı dosyadan Tacim Çiçek
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR