Barut kokusu / Aka Gündüz
Aka Gündüz'ün 'Barut Kokusu' adlı öyküsünü yeni harflerde ilk kaz yayınlıyoruz. Değerli akademisyen Kerem Gün, Aka Gündüz'ün yeni Türk alfabesiyle yayınlanmamış bir öyküsünü 'dedesinin' kütüphanesinde buldu, çevirdi ve bize gönderdi.
7 Kasım 2022’de Selim Esen’in “Unuttuğumuz Romancı: Aka Gündüz” adlı makalesini okurken rahmetli dedemin notları arasında bulduğum Aka Gündüz’e ait Türk’ün Kitabı adlı hikaye kitabı aklıma geldi. Pek değerli hocam Talat Sait Halman’a bu yapıttan söz ettiğimde çok heyecanlanmış, yeni harflere kazandırılmamış söz konusu eseri bir an önce yeni harflerle baskıya hazırlamam gerektiğini salık vermişti. Çeviride epey bir yol almıştım ki Talat Hocamızın ani vefatı ile projemizde de aksamalar yaşandı… Söz konusu eserin elimdeki Osmanlıca nüshasında bazı sayfalar eksik; ancak kimi sahaflarla kurduğum iletişim aracılığıyla yüksek ihtimal bu eksikleri önümüzdeki günlerde tamamlayabileceğim. Sayın Esen’in makalesinin peşi sıra, şimdilik söz konusu kitaptan “Barut Kokusu” adlı açılış öyküsünü siz değerli okurların, araştırmacıların ilgisine sunuyorum. Çevirisi tarafımdan yapılan öykü, yeni harfler eşliğinde ilk defa Türk okurlarla buluşuyor… Keyifli okumalar dilerim. (Kerem Gün) Arka sol ayağının nalı sökülen atımdan indim. Yol arkadaşım yandan baktıktan sonra: — Nalsız ilerisini sökemeyiz, dedi, çok çakıl var. Ben, bu akşam vakti uğradığım aksilikten kızarak sordum: — O halde ne yapacağız? — Şurada.. Sol tarafta bir Türk obası var. Bu akşam orada konaklayalım, yarın çivilerini değiştirir, yola devam ederiz. — Peki.. Tekrar bindim, sola saparak, yumuşak ve kırmızı topraklı kısa bir yokuşu tırmanmaya başladık… Güneş tamamen gurup etmiş, etrafa sincabî bir gölge, akşam perisinin serin kanatlarını sermişti. Hafif bir çam kokusu akşam rüzgârının ruhnevazlarıyla nefesleriyle yayılıyordu. Yokuşun köşesini döner dönmez önümüze vas’i[1] bir vadi çıktı. Mor ve koyu yeşil gölgeleriyle hususi[2] bir bahçe manzarası gösteren vadinin pek yakınında oba görünüyordu. Birer sigara daha içinceye kadar obanın kenarına vardık… Tahminen otuz kadar çadırdan ibaret olan obaya yaklaşır yaklaşmaz atlarımızdan indik. Arkadaşım önde ben arkada yürüyorduk. Zannedersem üçüncü çadırdan, akşamın alacakaranlığından, yalnız gençliği kıvraklığından fark olunabilen bir kadın çıktı: — Uğur ola ağam! — Eyvallah bacı! — Bize misafir misiniz? — Kabul ederseniz… — Baş tacı, gönül ilacısınız, buyurun ağam! — Eyvallah bacı. — Çok kısmet getirdiniz… — İnşallah… — Ben de şimdi niyet etmiştim, çıkar çıkmaz kimden görürsem ondandır inşallah demiştim. — Neyi bacım? — Ağanın yolcusunu… Genç Türk kadını o kadar saf, o kadar samimi, o kadar seviliyordu ki, ben onu ihtiyarsız,[3] belki birçok seneden beri tanıyordum sandım. Fakat refikimle[4] aralarında cereyan eden bu konuşmalar, ilk hamlede bana pek yabancı geliyordu. Kadın önümüze düştü, çadırların arasından yürürken arkadaşıma sordum, meselenin esasını o bana anlattı. — Konduğumuz obanın reisine ağa derler, işte bu ağanın karısı gebe… Galiba doğurmasına pek az kalmış… Bu kadın bunun için niyet tutmuş. Çadırdan çıkar çıkmaz ilk defa kimi görürse ağanın çocuğu o olacak… Demin bizi, erkek gördü, çocuk erkek olacak. Ben bu malumata[5] karşı, kadının da suratından cesaret alarak sordum: — Bacı, demek erkek olacak… — İnşallah yiğidim. Niyet öyle çıktı. — Erkek çocuğu sever misiniz? — Sevilmez mi yiğidim? Obanın şenliğidir. Ocağın canlı başıdır. — Ya kız? — Kız da iyidir, ama nazlı başıdır. Çadırların arasından epeyce ilerledikten sonra en büyüğünün yanına geldik. Burada birçok erkek, kadın ve çocuk vardı. Derin bir sükûnet[6] ve umumî[7] bir karanlık hâkimdi, kadın gitti, kalabalığın içinde birisine bir şeyler söyledi. Bir erkek gölgesi bize yaklaştı ve elini uzattı. — Sağlık kısmet getirdiniz ağalar… — Hoşça bulduk… Başlayan gecenin koyu gölgeleri altında simasını seçebildiğim bu yakışıklı, otuzluk babayiğit obanın ağası idi… Bizi bir çadıra aldılar, henüz çıralar yanmamıştı. Arkadaşıma sordum: — Niçin karanlık? — Sus! dedi. Loğusayı bekliyorlar. Ağa bir daha selam verdi ve rehberimiz kadının hikâyesini aynı safvet[8] ve imâ ile tekrar etti. Yumuşak halıdan sedirler üzerine oturmuştuk. Atlarımızı çekmişlerdi. Birer sigara yaktık. Ağa, dalgın fakat misafirperver bir samimiyetle nereden gelip nereye gittiğimizi sordu. Cevap verdik. Bir saniyede on yıllık ahbap kadar saf ve hakiki bir meveddetle[9] muhabbete daldık. O aralık yaşmaklı bir baş çadırın kapısından işaret etti. Ağa kalktı, kapıya kadar gitti, kadın kulağına bir şeyler fısıldadı, bir saniye sonra ağa yanımıza geldi ve tatlı sesiyle sordu: — Ağam bir silahınız var mı? Arkadaşım derhal cevap verdi: — Var… Ve bana dönerek ilave etti: — Boşalt da ver. Ben bir şey anlamayarak, sedirin kenarındaki yastığa dayadığım kısa Manliherimin[10] fişeklerini boşaltarak verdim. Ağa aldı, çıktı gitti… Arkadaşımın yüzüne karanlığın içinde baktım. O, izah etti: — Bir uğurdur… Galiba loğusa biraz sıkıntı çekiyor… Yolcunun silahını alıp şimdi karnının üstüne koyacaklar, bir-iki dakika durduktan sonra silah kadar sağlam bir afiyetle loğusa kurtulacak… Bu bir ananedir; yiğit kavimlerin ananeleri gibi… Geleli on dakika olduğu halde, Türklüğümün manevi servet ve manasını daha çok anlamaya ve daha çok Türklüğümü hissetmeye başlamıştım. Ruhumda derin bir tevekkül[11] ve itminan[12] vardı. Bir misafir değil, belki ev sahibi olduğumu zannediyordum. İnsanlığın hayali gayelerindeki aldatıcı sıfatların, kardeşliğin, millettaşlığın, safvet ve safiyetin nebeân[13] ettiği hakiki ruh ve sefa artık şimdi bütün maneviyatımı doldurmuştu. Ben dalgın bir ihtisas[14] ile düşünürken, o anda gözlerim kamaştı, çadırın kapısı önünde bir alay halk ile belki yirmi tane meşale peyda oldu.[15] Halkın çıkardığı sesler, sevinç ve meserret[16] ahenkleri idi… meşalelerin hepsi yanmış, çadırımızın içini sarı ve kırmızı bir sürur[17] ve meserret ziyası doldurmuştu. İşitebildiğim seslerden pek uğurlu geldiğimizi anlıyordum. Arkadaşım sevinç ile — Oğlan! diye haykırdı, ben sordum: — Evet oğlan doğdu… Çünkü bu kadar sevinç ona olur. Meşaleler arasında ağa içeri girdi: — Uğursunuz yiğitlerim, dedi, obanın bir canbaşı, yiğidi daha oldu… Evvela biz, sonra bütün oba halkı ağayı kutladık; bu bir saat kadar sürdü. Sonra bize haber verdiler: — Hazır.. Ağa ile birlikte çıktık, bizi loğusanın çadırına götürdüler. Meşaleler arasında saz renkli, ahu gözlü, gül tebessümlü bir Türkmen kızı gördüm… Başına örttüğü yaşmağı arasından nurlu gözüyle bize bakıyordu… Ağa sokuldu. Ayakucunda kundaklanmış bir çocuk vardı. Elimden tuttu: — Uğurun, seni bana kardeş yaptı, dedi. Çocuğu ortaya getirdiler, babası kundağı iki kollarının üzerinde ufka tuttu. Obanın en ihtiyarı ilerledi, belindeki boynuzdan bir atım barut çıkardı. Bu barutun pek az tehlikesiz bir kısmını parmakları arasında tutup bir taş parçası üzerine koyarak çocuğun kundağı üzerine serpiştirdi. Sonra bana döndü: — Yiğidim, dedi. Bunu ateşle. Bir adım attım, elimdeki sigarayı uzatarak, kundağın karnındaki beş on tanelik baruta dokundurdum, derhal hafif bir yalaza çıktı.. Herkes sükût[18] ediyordu. Bir iki saniye sonra süslü çadırın içine hafif bir barut kokusu sindi. Barutun kalan diğer kısmını küçük bir çıkın yaparak çocuğun bir tarafına bağladılar. Çocuğun babası sevinç ile bana söylüyordu: — Barut kokusu, Türk’ün misk kokusudur. Nüshası[19] barut olanın gözü ateşli olur… Bu kokuyu şimdiden duysun. Nefeslerim sıklaşmış, avuçlarım terlemeye başlamıştı. Sarı ve kırmızı çıraların arasında gittikçe derinleşen sükût, kulaklarımda çınlıyordu. Obanın bir köşesinde, bir saat evvel verdiğim benim Manliher gözüme ilişti, iki adım attım, Manliher’i avuçlarım arasına aldım. Çakımı çıkartarak ucuyla kundağının üzerine şunu yazdım: (326 – Aka Gündüz)[20] Sonra tüfeği ağaya uzatarak: — Bu tüfek, dedim, benden ona yadigâr olsun ve belimden fişenkliği çıkararak loğusanın ayakucuna bıraktım. Genç kadın gözlerinin nuruyla gülümseyerek teşekkür etti: — Sağol yiğit.. Senin oğlun da ünlü olsun. Herkes ve hepimiz iki saniye sustuk. Genç kadın halsiz kolunu biraz kaldırarak bana işaret etti: — Kardaş, bir şey daha isterim… — Söyle bacım. — Adını da sen koy.. Göğsümün altında pek asabi bir heyecan hâsıl oldu: — Peki bacım. dedim ve çocuğu babasının kucağından aldım. Yüzüne baktım; mini mini gözleriyle sanki bana bakıyordu. Adını koyacaktım. Fakat hiçbir isim aklıma gelmiyordu. Biraz düşündüm, aradım, başımı az kaldırdım, gözlerimi hafif kapadım, çadırın zaviye şeklindeki kapısına baktım. O ne? Yüreğim hop etti. Gözlerim koyu gecenin yaklaşmış gibi duran namütenahi[21] ufuklarına dalarken ihtiyarsız dudaklarım kımıldadı: — Ay doğdu, dedim. Aydoğdu olsun. Ne kadar yaraşmıştı. Koyu gecenin yaklaşmış gibi duran namütenahi ufuklarında da taze ve nur içinde bir ay yavaş yavaş doğuyordu. Aka Gündüz 17 Eylül 1327 [1] geniş [2] özel [3] seçeneksiz [4] arkadaşımla [5] açıklamaya [6] sessizlik [7] genel [8] saflık [9] sevgiyle [10] Rus yapımı bir tür tüfek markası. [11] Her işini Tanrı’nın iradesine bırakan. [12] Emin olma, kendine güvenme anlamındaki bu kelime, çeviride esas alınan nüshada yanlış yazılmıştır. [13] Pınar suyunun yerden kaynaması. [14] uzmanlık [15] Ortaya çıktı. [16] sevinç [17] sevinç [18] sessizlik [19] muskası [20] Hicrî 1326=Miladî 1908/1909. [21] Sonsuz, engin
YORUMLAR