Son Dakika



Yazar Erendiz Atasü çok farklı bir kitapla çıktı karşımıza.

Baharat Ülkesi'nin Hazin Tarihi üzerine yazarın söyledikleri şöyle:

Romanın başına düştüğünüz notta kişi ve olayların düş ürünü olduğunu belirtiyorsunuz. Yine de Baharat Ülkesi’nin yaşadığı devrim, çektiği modernleşme sancılarını bir noktadan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sancılarıyla paralel okuyor insan. Bu romanı tam da Türkiye’nin bu sancılı döneminde yazmış olmanız, hikâyenin yaratıcısı olarak ne ifade ediyor size?


Herhalde yaşadığımızın bir yıkım süreci olduğuna ilişkin bilincim çok keskin, izlenimim çok güçlü ve çok üzücü. O nedenle düş gücümde böyle bir kurgu belirdi. Türkiye’yi anlatayım diye çıkmadım yola. Zihnimde beliren olaylar ve kişiler kalemimden yol bulup bu romana aktı. Yaşadığımız yıpranma süreci tüm insanlığa, hatta gezegenimize ait. Belki -umarım öyledir- geçici bir dönem bu; ama damgasını vurup öyle geçecek. Yalnızca bizim Kurtuluş Savaşımızdan ve Cumhuriyet devrimimizden yansımalar yok kitapta. Başka ülkelerden de var. Onun için düş ürünü bir ülkede geçiyor roman. Yirminci yüzyılda, Sovyet devriminin başını çektiği büyük devrimler yaşandı. Üçüncü dünya ülkeleri Mustafa Kemal, Gandi, Nelson Mandela ve yakınlarda yitirdiğimiz Castro gibi seçkin evlatlar yetiştirdi. Hindistan’ı gördükten sonra hem ülke, hem Gandi zihnimi kurcaladı. Orada da soluğu kesilmiş bir devrim söz konusu. Şurası gerçek ki devrimler olmasaydı, insanlığın büyük kısmı içinde debelendiği maddi ve manevi sefaletten bir parçacık olsun kurtulamazdı. Ama devrimlerin de çıkmazları var... Atatürk’le Gandi –ki çok farklı karakterde insanlar- arası ama kendi başına ayakta durabilen bir karakter yaratabilme arzusu içimde tutku boyutuna yükseldi. Böyle bir kurgusal kişi, devrimlerin açmazını sorgulamaya yardımcı olabilirdi ve Cavahar Mehta doğdu.

Baharat Ülkesi’deki Büyük Kurtuluş Mücadelesi’nin önderi Mehta’nın yaptıkları okurun gözünün önüne Atatürk’ü getirecektir. Mehta’nın devriminde eksik olan neydi?  

Romandaki devrimci mücadele ile cumhuriyet devrimimiz arasındaki en büyük benzerlik toprak sorununu çözemeyişlerinde yatıyor. Toprak reformu cumhuriyet hükümetlerinin amaçları arasındaydı. Gerçekleştiremediler. Gerçekleştiremezlerdi çünkü toprak ağalarının hatırı sayılır bölümü İstiklal Savaşı’na katılmıştı. Tıpkı Baharat Ülkesi’nde olduğu gibi. Toprağını koruma güdüsü, toprak sahiplerinin yabancı istilacıya karşı mücadelelerinin itici gücüydü. Aynı güdü kurtuluştan sonra devrimle yollarının ayrılmasına yol açtı. Ve feodal yaşam alışkanlıklarının omurgası aşınsa da kırılmadı. Değişen üretim ilişkileri bu omurgayı çarpıttıkça çarpıttı ama kıramadı. Geriye geleneğin ucubeleşmiş yeni bir çeşitlemesi kaldı.

Mehta en büyük mücadelelerinden birini kadınları hapseden, yakan, yok sayan zihniyete karşı veriyor. Kadınların bunu içselleştirmesi, kendilerini dinden, tarikatlardan, aşiretlerden özgürleştirmesi neden mümkün olmuyor?

Nüfusun yarısının fiilen bir alt insan türü sayıldığı bir ülkede ne kalkınmadan ne demokrasiden ne özgürlükten bahsetmek mümkün, ne de mutluluktan. Bütün devrimler kadın sorununun üstünde hassasiyetle durmuştur. Psikoloji araştırmalarının gösterdiği bir durum var: İnsanların çok az kısmı içine doğdukları ortama dışardan bakabiliyor, çoğu kişi durumunu sorgulamasız kabul ediyor. Bütün geleneksel kültürlerde kadınlar baskı altındadır, yaşamları ev içleriyle ve cinsel yasaklarla kısıtlanmıştır. Dolayısıyla üzerlerindeki ağır örtüyü silkip atmaları daha da zor.

Mehta’nın manevi kızı Mavi-rüzgar’ın askeri pilot olup isyancı aşiretleri bombalaması Sabiha Gökçen’in katıldığı Dersim harekatını getiriyor akla. Mavi-rüzgar’ın kitabın başındaki intihar uçuşunda, bombalarıyla mağaralarda öldürdüğü kadın ve çocukların pişmanlığı da var mıdır?

Evet, akla getiriyor tabii. Ancak Mavi-rüzgar’ın fikir anası da Sabiha Gökçen’in şahsiyeti değildi. Ankara Film Festivali’nde gördüğüm,  Hindistan’dan gelen bir filmdi. Filmde, küçücük yaşında evlendirilmiş ve dul kalmış kimsesiz bir çocuğu, hayatı kurtulabilsin diye Gandi’ye teslim ediyordu çocuğu bulanlar. Öyle sanıyorum ki haneye tutsak geleneksel kadınlık imgesini kırabilmek üzere somut örnekler yaratmak istiyordu Atatürk, Sabiha Gökçen’in savaş pilotu olarak yetiştirilmesi bundan. Onun da bir dramı var, kimin üzerine ağır bir toplumsal rol binerse o kişinin bir dramı olur. Devrim önderleri de o yüzden dramatik, hatta trajik kişiler.

Kimsenin tek bir sebeple intihar edebileceğini tahayyül edemiyorum. Bana öyle geliyor ki, kişi o duruma geldiği zaman sebepler artık birbirinden çözülmez bir alaşım haline geçmiştir. Pişmanlık ya da pişmanlık duyamamanın sıkıntısı, kuruluğu... Çocukluğunda aldığı yaralar var, onu erkeklerden de kendi soyundan da soğutmuş olan... Devrimin uğradığı ihanetler ve ağır düş kırıklığı da var.

Mehta, Zubin ve Berrak-su sömürgeci imparatorluğa karşı isyanın ateşini yoksulluk yüzünden hayatını kaybeden işçi çocukların ailelerini ‘isyana’ ikna ederek yakıyor. Berrak-su hayatı boyunca mücadele edilmesi gereken asıl meselenin ‘yoksulluk’ olduğunun bilincinde olan bir kadın, yoldaşları Zubin ve Mehta’ya toplumsal eşitliğin öneminden dem vuruyor. Bugün Türkiye için düşünürsek, sömürgeci bir imparatorluk yok belki ama savaşılması gereken ama neoliberal düzenin kitleleri mecbur kıldığı yoksulluk her gün can alıyor. Küçücük çocuklar sadece yoksul oldukları için yanıp yitiyor bu çağda dahi. ‘İsyanı’ ne önlüyor buralarda?

Sömürgecilik bitmiş filan değil, capcanlı ve çok vahşi. Sadece şekli değişmiş. Irak’ta, Libya’da ortalığı kana bulayan, petrolü yutmak hevesindeki sömürgeci iştah değildi de neydi? Oraların iyi ya da kötü kendine göre bir düzeni vardı. Pandoranın açılan kutusundan fırlayan kötülükler gibi, oraların düzenini bozup aşiret güçlerinin, mezhep düşmanlıklarının  ortaya saçılmasına, azmanlaşmasına yol açan kimlerdir? Neoliberal düzen sadece ekonomik bir sistem değil –ekonomik sistem olarak da fevkalade kötü zaten kitle iletişimi aygıtlarıyla, hayatın her alanında yürütülen propaganda ile niteliksizleştirilen eğitim sistemleriyle, kitleleri mal, marka bağımlısı haline getiren, özgürlüğü markalı blucin giymeye, hayat amacını spor araba sahibi olmaya indirgeyen, borç batağına gömdüğü kitleleri aklını kullanamamak üzere adeta felç eden, onlara başka tür bir hayatın asla mümkün olmadığını belleten kitlesel bir çıldırı hali! Devrim için hem kitleler hem kahramanlar gerek. Küçük egoizmlerine gömülmüş atomize insan teklerinden oluşmuş toplumlarda ne biri var ne ötekisi. Fikir derseniz, düşünecek hal mi kalmış, kitap okuyacak hal mi kalmış işini kaybetme korkusuyla kölece çalışmalar hapsolmuş yorgun insanlarda!

Radikal Kitap Ekinde Bahar Çuhadar'ın yaptığı konuşmanın devamını okumak için tıklayınız...


BAHARAT ÜLKESİNİN HAZİN TARİHİ 
Erendiz Atasü
Can Yayınları, 2016
264 sayfa, 21 TL.

 

ERENDİZ ATASÜ

1947’de Ankara’da doğdu. 1968’de Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı fakültede uzun yıllar öğretim üyesi olarak çalıştıktan sonra 1997’de farmakognozi profesörlüğünden emekliye ayrıldı. Öyküleri, 1981’den bu yana, SanatEdebiyat’81, Düşün, Çağdaş Türk Dili, Varlık; deneme, inceleme ve makaleleri Saçak, Çağdaş Türk Dili, Cumhuriyet Kitap, Radikal Kitap, Varlık, Papirüs gibi dergiler ile Cumhuriyet ve Aydınlık gazetelerinde yayımlandı ve yayımlanmaktadır. Dağın Öteki Yüzü adlı romanı İngilizceye (2000), Lanetliler Almancaya (2004), Bir Yaşdönümü Rüyası Yunancaya (2005), İngilizceye (2013) çevrilip yayımlanmıştır. Atasü’nün bazı öyküleri İngiltere, ABD, Fransa, Almanya, Hollanda, İsviçre, İtalya, Çek Cumhuriyeti ve Hırvatistan’da yayımlanan öykü antolojilerinde yer almıştır.

Eserleri: Kadınlar da Vardır (1982, Akademi Kitabevi Öykü Birincilik Ödülü), Lanetliler (1985), Dullara Yas Yakışır (1988), Onunla Güzeldim (1990), Dağın Öteki Yüzü (1996, Orhan Kemal Roman Ödülü), Taş Üstüne Gül Oyması (1997, Yunus Nadi Öykü Ödülü; 1998, Haldun Taner Öykü Ödülü), Uçu (1998), Gençliğin O Yakıcı Mevsimi (1999), BenimYazarlarım (2000), Kadınlığım, Yazarlarım, Yurdum (2001), Bir Yaşdönümü Rüyası (2002), İmgelerin İzi (2003), Kavram ve Slogan (2004), Açık Oturumlar Çağı (2006), İncir Ağacının Ölümü (2008), Düşünce Sefaletinin Kıskacında (2008), Bilinçle Beden Arasındaki Uzaklık (2009), Hayatın En Mutlu An’ı (2011, Yunus Nadi Öykü Ödülü; 2010, Dünya Kitap YılınTelif Kitabı Ödülü), Güneş Saygılı’nın Gerçek Yaşamı (2011), Yıllar Gerçerken Hayat ve Roman (2013), Dün ve Ferda (2013), Kızıl Kale (2015, Türkan Saylan Sanat Ödülü), Saldırganı Hoş Tutmak (2015).

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)