-50. Sanat Yılında Şair Ahmet Özer'e-
 
Bazı geceler soluğum kesilmiş gibi irkilerek uyanıyorum. Eskiden de olurdu, yatağımda bir iki döner yeniden uykuya dalardım. Kaçan uykularımın gönlünü edip geri getirmek eskisi gibi kolay olmuyor artık...

Yataktan kalkıyor, çatı katındaki kitaplığımın tavan penceresini açıp derin nefesler çekiyorum içime. Yorgun atlarıyla heybetli bir kayanın duldasına sığınmış bezgin süvariler gibi, bir süre oturup kalıyorum okuma koltuğumda. İçinde kaybolduğum o kekremsi boşluktan kurtulup kendime geldikçe, beni nefessiz bırakan o karmaşık rüyalarımın belleğimde kalan kırıntılarını birleştirip bir anlam çıkarmaya çalışıyorum...

Çare sormak için birkaç kez ev doktorumuza uğradım; baktım ki, doktorun durumu benden de beter!

Usanmışlığı, bekleme salonundaki hastalarını muayene odasına çağırırkenki ses tonundan bile hemen seziliyor. Şimdi bu yorgun doktora, geceleri sık sık uyandığımı, uykuma geri dönemediğimi anlatsam, beni dinlerken belki de, ''Senin uykuların bölünüyormuş, ben hiç uyuyamıyorum kardeşim!'' diyecek içinden. Başından savuşturmak için, ya türlü ot çayları önerecek, ya da işi fazla uzatmadan elime sevk kağıdını tutuşturup bir ruhbilimciye yönlendirecek beni. Haksız da sayılmaz. Adı Almanya; varsıllığı bakanın gözünü kamaştırıyor ama, patronu da, işçisi de ayrı sorunların dolaşık yumakları içinde debelenip duruyorlar. Endüstriyel kapitalizmin hızla dönen keskin çarkları yakaladığı herkesi bir yerinden ısırıyor. Önündeki koca bira bardağında kaybolmadan ağız dolusu gülen yok gibi. Hangi birine yetişsin doktor!..

Ruhbilimcilerden buluşum almak da ayrı bir dert. Telefonda siz daha derdinizi söylemeden, ivedi bir sesle sözünüzü kesip, ''Bu yıl yeni hasta kabul edemiyoruz, üzgünüz!'' diyerek çabucak kapıyorlar telefonu yüzünüze. Hasta kabul edenler de, üç, dört aydan erkene buluşum veremiyorlar.  Zaman zaman gidenlerden işitiyorum; ruhbilimcilerden de pek umar bulan yok. Karşılarındaki şikayetçi göçmen birisi olunca, fazla uğraşmıyormuş doktorlar. Ailesini, çocukluğunu, ilk  gençliğini, sosyal yaşamlarını uzun uzun anlattırıp, uykularını kaçıran suçluyu şıp diye buluyorlarmış: Göçmenlik...

En iyisi deveden düşen birilerini bulup konuşmak, diyerek doktora gitmekten vazgeçtim. Düğün, dernek toplantılarında karşılaştığım görmüş geçirmiş, aklı başında göçmen dostlarıma, bölünen uykularımın, âni irkilişlerimin nedenini soruyorum arada. Normal olduğunu söylüyorlar. Elliye yaklaşan yaşımı ve bu yaşımın yarıdan fazlasının gurbette geçtiğini unutmamalıymışım!.. 

Hatta, durumumu anlattığım yaşlı bir dostum elini omzuma koyup, ''Bunlar daha iyi günlerin aslan hemşehrim!'' dedi gülerek, '' Öğleyin dinlediğim bir bozlağın, gece yarısı ağlattığı oluyor beni! Sen, ara sıra uyanmaktan bahsediyorsun! Hele bizim gibi kırk yılı bir devir gurbette, asıl o zaman görürsün geceni, gündüzünü!..''



Yıllar önce Antalya'da ziyaret ettiğimiz şair Metin Demirtaş abimle, Akdeniz'e bakan balkonlarında gece yarısı baba oğul gibi dertleşirken, durumumdan epeyce yakınmış olmalıyım ki, bizi ertesi gün havalimanından yolcu ederken üzgün bir ses tonuyla tane tane anlatmıştı:

''Güneşi az, soğuk Avrupa ülkelerinde yıllarca sürgünde yaşamış dostlarımın yolladığı sayısız mektuplardan bilirim. Doğduğu, büyüdüğü coğrafyadan kopup giden birine, oraların yağmurları bile yabancıdır. Ne kadar varsıl, ne kadar güzel olursa olsun, gittiğin memleketin toprağına, taşına, doğasına birden ısınamazsın. Ağaçlarını, çiçeklerini dahi kendi yurdundakiler gibi benimseyerek koklayamaz, okşayamazsın. O gri gökyüzü altında uzağına düştüğün güneşli günlerini, rüyaların dışında hiç bir yerde bulamazsın. Şair Sergey Yesenin, kısa ayrılıklarında bile yoğun bir yurtsama duygusuyla köyüne, ''Özledim seni Ryazan göğü'' diye seslenmiştir şiirlerinde...

Yaban elde, olmadık zamanlarda, olmadık şeyler bir duygu sağanağı altına iter seni. Normaldir. Onun için, yatağının başucunda yüreğini arındıracak güzel şiirler, öyküler bulundur hep. Varsın bazı şiirler, öyküler hüzünlendirsin, ağlatsın seni okurken. Çocukluğunun ahlatlarla bezeli kırlarında dolaşır gibi gezin onların içlerinde. Kaygısız uykulara daldığın yıldızlarla bezeli gecelerine ancak güzel şiirlerin, öykülerin sihirli kanatları götürecektir seni!..''

Göçmenliğin ağır yükleri geceme ansızın hücum edip uykularımı kaçırdığında, hemen bu güzel öğüdü anımsıyorum. Yatağımdan usulca kalkıp bir kitap alıyorum elime. Gecenin sessizliğinde okuduğum şiirlerle arındırıyorum içimi. Sonra komutunu sessizce kulağıma fısıldıyor uyku:  ''Sabahın ilk ışıklarıyla işine gideceksin, haydi şimdi yatağına!''

Geçen gece hiç uyuyamadım yine. Uzun uzun annemi düşündüm. Ölüm yıldönümüydü...

Birazcık dalacak gibi olsam, aldığı ağır ilaçların beyaz yastığına döktüğü kumral saçları, sokak lambasından yatağına düşen cılız ışığın altında sessiz sessiz ağlayışı, onu kapı aralığından gizlice izlediğim gecelerin acı dolu görüntüleri o günkü tazeliğiyle gözlerimin önüne geliyor, geceme karabasan gibi çöküyordu. Kırklı yaşlarında yitip gidişinin üstünden tam otuz yıl geçmişti oysa... 
 
İçimden taşan ağlama isteğini güçlükle bastırarak kalktım yataktan. En iyi çare, her zamanki gibi şiirlere sığınmaktı yine... Kitaplığıma yürüdüm. İçinden ''Anne'' geçen şiirlere ayırdığım rafa uzanıp Şair Ahmet Özer abimin turkuaz renkli kitabını aldım bu kez elime. Bu bungun gecemin tazelenen yaralarını, onun çok sevdiğim bir şiiriyle saracaktım...

Her okuduğumda içimin tellerini titreten bu şiirine, kimbilir hangi yabancı kentte, hangi yalnızlıkların, hangi ayrılıkların hüznü altında geçit verdi sevgili Ahmet abim. Belki, benim duyumsadıklarımdan farklı duygularla fışkırdı bu şiir onun koca yüreğinden. Fakat, şimdi ne önemi olabilirdi ki bu küçük ayrıntıların! Yıllar öncesinden akıp gelen bu duygu yüklü yaşanmışlık, şairin sığındığı sımsıcak ''Anne'' imgesi, ayrılığın uzak gecelerime düşen sesleriyle buluşmama yetiyor ya...
        
''İncecik parmakların kuşatığı eldir
Güneşle ayrılığın arasında boy veren''

                                           
Bağ bozumu günleri. Kasabandan yine ayrılma vakti. Eprimiş meşin bavulun yine elinde. Uzak bir kente okumaya gitmenin annenle paylaştığın taze coşkuları küllenmiş artık. Eski vedalaşmaların alışkanlığıyla dönüp bir kez daha bakıyorsun ardına. Evinizin bahçe kapısında, oyalı tülbentinin ucunu gözyaşlarına bastırarak dualarla seni uğurlayan annen yok artık...
 
"Ben çocuktum anne,
Fotoğraflarım siyah beyaz, saçlarım yağmurlu
Zaman giriyor sevincin ve hüznün arasına..."

 
Erciyes yücelerden bakıyor. Otobüsün camına tek tük çarpan güz yağmuru altında akıp giden yollar: Mucur, Akpınar, Keskin... Radyoda acı bir bir bozlak... Tınazlara telaşla örtü yetiştiren zayıf köylü kadınları... Kuru yapraklar gibi bozkırlara savrulmuş kederli abdal köyleri... 

Ve Hüseyin Gazi Dağı'nın çıplak yamaçlarına yaslanmış gecekondularıyla başlıyor Ankara...
Terminalinde hep aynı uğultusu vedalaşmaların, hep aynı telaş, hep aynı gözyaşları...

Afyon, Uşak yolu; başın buğulu cama yaslı, uzak köylerin gece karanlığında tek tek sönen cılız ışıkları gibi kapanıyor gözlerin...

Ve sabahın ilk ışıklarına alaçamlarıyla günaydın diyen Belkahve Geçidi. Işıl ışıl körfeziyle gülümseyen İzmir...

Birazdan yorgun adımlarınla geçeceğin palmiyeli sokakları Bornova'nın. Seni bekleyen kalın ders kitapları, kıt harçlık, artık alıştığın küfsü kokusu yurt odalarının...
     
''Yüzümdeki yalnızlık bulutu şekil değiştiriyor
Bir yabancı daha ekleniyor kentin damarına.''

 
Dolaştığın körfez kıyılarında, solgun umutlarına bir kez daha can suyu veriyor Ege maviliği...
En iyisi şiirlerle esrik olmak, bir balıkçı teknesinden yükselen türkü gibi kaybolmak gökyüzü sonsuzluğunda...
 
''Biliyorum geceyi bitirmek
Büyük ve umutsuz bir düollodan başka nedir
Karanlık yapışkan / Hasret dörtnala / kuşatma geçitsiz
Masalın en güzel sayfasında köprüler paramparça.''

 
Ve yine ayrılık...

Seni başka bir ülkeye, uzak anılara götürecek yalnız yolculuğunun telaşlı hazırlıkları...

Pasaport, vize, çileli bekleyişlerin konsolosluk kapılarında...

İlk kez bindiğin uçağın kümülüslerden kurtulan penceresine vuran göz alıcı yeşilliği Bavyera'nın. Karnı tok, sırtı pek sıra sıra köyler, kasabalar... İmrenilir bir gönenç içinde gülümsüyorlar...

Frankfurt göğünden süreğen göçmenliğine doğru alçalıyor uçağın...

Yeni yaşamına düşen renklerin içinde kaybolacak sandığın üzüntülerin, kaygıların, özlemlerin...
           
''Ben çocuktum anne
 Şimdi sevgini daha da katlayarak mendilime
Teninden esinti götürüyorum düşümdeki kentlere.''

     
En iyisi, insanlığın bin yıllardır yok edemediği büyük acılarını düşünüp, kendi küçük hüzünlerini gecenin siyah şalıyla usulca sarmalamak...

Ve gece boyu sığındığın şiirin son dizelerinde, yaklaşan sabahın kollarına kendini sessizce bırakmak...
     
''Aynalarda başkasının yüzüdür yüzümle çakışan
Yıldızlarla konuşan sesimdir yitirmediğim
Sesimdir gecenin sonsuz derinliğine
Aşkın ve ayrılığın çığlığı olup serilen...''

 
 
Kitap: Bir Şehrin Boynundayız , Ahmet Özer.  (YKY.   1. Baskı 2011)
Şiir:     ''Aşkın ve Ayrılığın Sesiyle''


Selçuk Ülger / Frankfurt
GERCEKEDEBİYAT.COM

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)