Democide, kendi hükümetleri tarafından öldürülen insanları ifade etmek için kullanılan bir terim.

Buna, yakınlarda okuduğum G. Prins’in The Heart of War adlı kitabında rastladım. Profesör Rudi Rummel tarafından ortaya atılmış.

Yirminci yüzyılda 204 milyon insanın başka insanlar tarafından öldürüldüğünü, bunların sadece 34 milyonunun savaş kurbanı olduğunu belirtiyor.

Geriye kalan 170 milyon kendi hükümetleri tarafından öldürülmüş. (İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş devam ederken Hitler ile Stalin’in öldürttüğü insanları savaş kurbanı değil, bu vesileyle yapılan siyasi cinayetler/soykırımlar olarak ele alınmış görünüyor ki, doğrusu da budur.)

Savaş ile siyaset kurbanlarını oranlarsak, her yüz kişiden seksen beş tanesinin kendi hükümetleri tarafından öldürüldüğü ortaya çıkıyor. Muazzam bir rakam ve çok büyük bir oran. Tanımlar değişirse bu rakamlar biraz oynayabilir ama çok da fazla değil.

Yüz yılın ortalamasına bakılırsa, devletler her gün beş bine yakın yurttaşlarını öldürüyor. Savaşlarda öldürülen yüzde 15’i katınca günlük toplam beş binin biraz üzerine çıkıyor. Bu rakamlar elbette kesin değil. Ama mertebe olarak doğru. Yıllardır yapmakta olduğumuz tüm hesaplamalarla tutarlı. Ayrıca, dolaylı olarak öldürülen on milyonlar var ki bu hesabın dışında kalıyor. Açlık, işkence, kötü muamele ve bunların yol açtığı hastalıklardan ölenlerin sayısını da eklerseniz başkaları tarafından öldürülenlerin sayısı çok daha yukarılara çıkar.

Rakamlara biraz daha yakından bakınca, 204 milyonun sadece 6.4 milyonunun nispeten daha demokratik ülkelerde, geri kalanının diktatörlüklerde öldürüldüğü ortaya çıkıyor. Ama savaşlarda 4.4 milyon kurban vermiş olan “demokrasilerin” de 2 milyon yurttaşlarını öldürmeleri yabana atılır bir şey değil. Diğer kesim olmasaydı “demokrasiler 2 milyon yurttaşlarını öldürdü” diye sür manşetten verilecek bir haber olurdu. Ne var ki sağ ve sol diktatörlük rejimlerinde öldürülenlerin sayısı karşısında, önemsiz olmasa da, son derece küçük kalıyor. Totaliter olarak nitelenen tüm hükümetler yaklaşık 30 milyon insanlarını savaşta yitirirken, 165 milyondan fazla insanlarını kendileri öldürmüşler. Bu ölümlerin yaklaşık dörtte üçü başta SSCB olmak üzere (sayı değil ama oran olarak Kızıl Kmer başta gelir) komünist yönetimler altında meydana gelmiş.

Burada rakamlar zaten kendileri konuşuyor. On milyonlarca yurttaşını öldüren SSCB’nin ayakta kalmasının adeta olanaksız olduğu hemen ortaya çıkıyor örneğin. Yıllarca boş yere tartışmışız geri dönüşün mümkünlüğü üzerine saçma sapan teorileri. (Anneannem daha 1970’lerin başında SSCB’nin bu nedenle yıkılacağını söylemişti; hepimizden akıllıymış. Osmanlı yurttaşı olarak geçirdiği çocukluktan sonra 21. yy’a kadar yaşadı. Meğer aklıselim illa teori gerektirmiyor, hatta bazen teoriler tarafından bozuluyormuş.)

İkinci bir sonuç daha ortaya çıkıyor. Burada demokrasi olarak tanımlanan batı (esasen Atlantik) rejimleri, her ne olursa olsun -kendi yurttaşlarına karşı- daha az cinayet işliyor ve savaşta da daha az kayıp vererek zafere ulaşıyor. Ne var ki, bunlar da düşman olarak gördükleri ülkelerin sivil halklarına karşı çok acımasızca bombardıman ve her türlü katliamları yapıyor. Orta Avrupa’nın eski faşist diktatörlüklerine gelince, bunlar özel bir kategori oluşturuyor.

Batı demokrasisinden uzaklaştıkları oranda cinayetleri tavan yapıyor. Batı demokrasilerinin aydınlanma ile ilişkisi, üzerinde çok durulmuş hususlardan birisidir. Aydınlanma ile demokrasinin birleşmesi önemli. Yoksa Goethe ve Beethoven’in ülkesinin Nazi’ler altında en büyük vahşeti sergilemesi izah edilemez.

Aydınlanmadan geçmek nispi de olsa demokrasi için gerekiyor ama yetmiyor. Ayrıca, aydınlanmadan geçilmeyince şiddet giderek ve daha kalıcı bir şekilde öne çıkıyor. Ancak başka faktörler de var. Kültür yapısı, ülkede toprak meselesinin çözüm şekli ve ulusal birliğin nasıl kurulduğu gibi faktörler de önemli oluyor. Bunların hepsinin aydınlanma ile karşılıklı ilişkisi var kuşkusuz. Atlantik demokrasilerinin çok özel durumları Marx gibi düşünürler tarafından da vurgulanmıştır.

Rusya gibi despotik bir ülkede sosyalizmin kurulamayacağını öngörmüş olması çok önemlidir. Sadece rejimle olmuyor, zihinlerin aydınlanması gerekiyor. Zorladıkça şiddet artıyor ve aşırı zorlanan her şey gibi bir aşamada yıkılıyor.

Gelelim bize. Cumhuriyeti kuran kadroların Türkiye’yi aydınlanma yolunu sokma girişimi önce kendi aralarındaki, yani devlet içerisindeki muhafazakar kesimler tarafından engellendi. Daha 1930'a gelindiğinde Cumhuriyet atılımları durmuştu. Kadrocular, reformcu girişimlere yeni bir nefes vermek istediler ama nafile. Her biri bir yana dağıtıldı, gitti.

Bundan sonra devletteki ve toplumdaki gericiliğin hem birbirlerini besleyerek, hem de dışarıdan beslenerek gelişmesi giderek hızlandı. Aydınlanmacılığa yönelik tüm girişimler birer birer yok edilmeye başlandı, gerici eğitim hakim kılındı. Yoksa mahkemelerden böyle hukuk dışı kararlar çıkabilir miydi? Bu kadar cinayet işlenir miydi?

Aydınlanmadan geçmemiş zihinlerin sağcı veya solcu olması da pek fark etmiyor. Ülkemiz solcularının halinden belli. Sayılamayacak kadar çok parçaya bölünüp fraksiyon şeflerine biat ediyorlar. Acınacak bir hal. Sağcılar da aynı durumda elbet. Yoksa bu kadar suç işlediği sabit olan bir yönetimin, herhangi bir demokratik ülkede oy yitirmeden seçimden çıkması mümkün olabilir mi? İşte bu aydınlanma farkıdır ve hiçbir ideoloji bunun yerine geçemez. Sadece mürit yaratır.

Mehmet Tanju Akad

Telgrafhane.org

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)