Albert Camus ve salgın günlerinde insanı düşünmek / Nedret Öztokat Kılıçeri
Yirminci yüzyılın önde gelen akımlarından olan “uyumsuzluk” , “varoluşçuluk” ve “angajman” denildiğinde ilk akla düşen yazarlardan Albert Camus 1913’te Cezayir’de Mondovi’de doğdu; ilk gençliği yoksulluk, sağlıksız koşullar ve tüberkülozun gölgesinde geçti. Yirmili yaşlarda başkent Cezayir’de edebiyat eleştirileri ve gazete yazılarıyla geçimini sağladı ve üniversiteyi bitirdi. 1940’da Paris’e yerleşti, 1960’da Fransa’da bir araba kazasında yaşamını yitirdi. Varoluşçuluk ve modern hümanizma bağlamında önemli bir kavram olan “uyumsuzluk deneyimi”ni yapıtının merkezine yerleştiren Albert Camus, “uyumsuzluk”, “ölüm”, “yaşamın sınırlılığı”, “başkaldırı”, “aydınlık bilinç” gibi kavramları daha ilk deneme kitapları olan Tersi ve Yüzü (1937) ve Düğün’de (1939) ele almıştır. FELSEFİ DÜNYA GÖRÜŞÜ VE EDEBİYAT 1942 yılında Camus unutulmayacak iki yapıt yayımlar: Bunlardan birincisi bir roman olan Yabancı, diğeri ise Sisyphos Söyleni’dir. Bu denemede, insanla dünyanın karşılaşmasından doğan iç sıkıntısı ve buna bir son verme girişimi olarak intihar olanağı tartışılır. Tanrılarca cezalandırılan Sisyphos’un mahkûm olduğu koşulun tüm umutsuzluğuna karşın, onu mutlu olarak düşünmek gerekir, diye tamamladığı ünlü denemesinde, Sisyphos cezasının, dolayısıyla başına gelenin bilincinde olduğu için yazgısından güçlüdür. İnsanın büyüklüğü, içinde bulunduğu koşulları sorgulayan ve bunların bilinç üzerindeki hakimiyetini bozan bir başkaldırıdan kaynaklanır: Köleliğe, baskıya, gaddarlığa karşı durmak kadar, kendi ölümlülüğünün de bilincinde olan insan kendi “metafizik başkaldırısı” ile var olur ve değerlerini oluşturabilir. 1951 tarihli Başkaldıran İnsan’da başkaldırının toplumsal değeri vurgulanır: “Başkaldırıyorum, o halde varım”’dan öte, “başkaldırıyorum o halde varız”, diye de özetleyebiliriz. Yabancı romanında okuduğumuz haliyle, Camus’nün düşünce sisteminde “uyumsuzluk” var olmanın ve meydana gelen koşullara boyun eğmenin koşulu olmaktan öte, çok derinlerde bulunan sürgün duygusu, olağanüstü olmakla birlikte insanın beklentilerine cevap veremeyen bir dünya karşısında, derinden hissedilen bir yabancılık duygusudur. 1947’de Veba’yı yayımlar Camus. Veba hastalığının pençesinde kıvranan Oran kenti eleştirmenlere faşizme karşı direnişin bir simgesi olarak görünür. Oysa Camus’nün amacı tezli bir roman yazmak değildir. Anlatıcı Rieux “tüm gaddarlıklara karşı tüm direnişlerin” başkaldırısını anlatmayı amaçlamıştır, yazarın deyişiyle. Kuşkusuz romanın metafizik bir ağırlığı vardır, insanın karşı karşıya kaldığı, dinsel inancın yetersiz kaldığı bir gaddarlığı anlatır. Yabancı’dan Veba’ya Camus, “uyumsuz”un betiminden “başkaldırı”ya geçmiştir. Camus’ye göre başkaldırı ancak insanlar arasında bir dayanışma yaratıyorsa anlamlıdır. Romanda anlatıcının da sık sık dediği gibi “veba herkesin işi olmuştur”. Romanın yapısı ve akışı bir tragedyayı andırır. Kendi bildiğini okuyan ve dönüşsüz gidişat; boyun eğilen kayıp ve acı; varoluşumuzu kuşatan yazgının ağırlığı gibi olay örgüsünü kuşatan “kapalı devre”, modern anlamda bir tragedya dünyasını hissettirir. Bununla birlikte, Veba, tanrıların kaprisi ve acımazlığı, insanı mahkûm etme ya da cezalandırması gibi bir matrise değil, tümüyle insanın ölüm ve çaresizlik karşısındaki duruşuna dikkat çeker, tıpkı Sisyphos gibi yazgısının farkında olduğu sürece insan, insandır. Yazıldığı dönem açısından Veba, başkaldırı ve dayanışma çevriminde yer alır; yeryüzünde savaş ve kitlesel kötülük gibi öngörülemez ve önlenemez koşullar karşısında başkaldırı ve dayanışmayı anlatır. İnsanı insan yapan değerlerine ve iradesine yazılmış alçakgönüllü ve nesnel bir övgüdür. VEBA: KAÇINILMAZIN ZAFERİ Veba’yı Camus’nün en başarılı romanı olarak niteleyenler haksız sayılmaz. Sağlam bir kurguyla okuru bir salgının sivil tarihini okumaya davet eder Camus. Apartman sahanlıklarında ve kaldırımlarda tek tük rastlanan fare ölülerinin uzun, ayrıntılı ve boğucu bir betimlemesiyle başlayan roman hiç vakit kaybetmeden Doktor Rieux, Tarrou, Cottard, Rambert, Rieux’nün annesi ve eşini ve diğer kişileri geçmeden sahneye çıkarır. Her biri kendi meşguliyetleri içinde, fazlaca ayrıntıya yer vermeden sunulur. Jean Tarrou Doktor Rieux’nün apartman komşusudur; bir başka komşu Cottard başarısız bir intihar girişiminde bulunmuş hassas bir kişiliktir, Raymond Rambert Fransa’dan Cezayir’e bir araştırma gelmiş bir gazetecidir, Dr. Rieux’nün eşi tedavisi için şehir dışına çıkacaktır, vb. Farelerin toplu ölümlerini kentli ölümlerinin izlemeye başlamasıyla salgın “belirti”den “vaka” durumuna geçer. Oranlılar başlarına gelen ve ilkin soyutluk gibi algıladıkları olayı içselleştirmekten kaçınırlar; ilk fırsatta kent merkezine, kafelere inerler, hayatlarının aksamamasına özen gösterirler. Ancak yaygınlaşan ölümler valiliği kenti kapatmaya ve karantinaya alınmasına karar vermesiyle sonuçlanır, Oran’dan ayrılabilenler başka şehre giderler, ancak bu geçici ayrılık duygusu, kalanlar için, çok geçmeden buruk bir sürgün duygusuna dönüşür. Kentten kaçmaya çalışanlar, sahte belge düzenlemeye kalkışanlar, karantina kararına karşın istisna talep edenler eksik olmaz, bu tür tepkilerle insanlar başlangıçta biraz oyalanır gibi dursa da, yaygınlaşan işsizlik, ekonomik sıkıntılar, ölüm tehdidi, kefen, tabut ve mezarlıkların yetmemeye başlamasıyla veba, Oranlıların hayatlarına yeni bir yaşayış biçimi olarak yerleşir. Camus'nün 4 Ocak 1960 yılında öldüğü otomobil yayıncısı Michel Gallimard'a aitti. Arabayı süren Gallimard kontrolü kaybederek bir ağaca çarpmış, Camus olay yerinde Gallimard ise birkaç gün sonra hayatını kaybetmişti. Salgın, valisi ve hükümet görevlileriyle, doktorları hastaları ve sağlıklılarıyla, Oran’da hayatın akışını bozar. Bu noktada roman, bir yandan temerküz kamplarıyla İkinci Dünya Savaşının, bir yandan da en genel anlamıyla insanı esir alan kötülüğün metaforuna dönüşür. Böylece sadece yerel ya da merkezi iktidarların değil, insanları birleştirmesi gereken dinsel inancın ya da dünya görüşünün de bir eleştirisine dönüşür. Rahip Paneloux bu felaketi insan günahlarının bedeli olarak tanımlar, oysa Rieux “Toplumsal bir ceza düşüncesini kabullenemeyecek denli uzun süre hastanelerde yaşadım. Bilirsiniz, Hıristiyanlar bazen böyle konuşurlar, gerçekten hiç öyle düşünmeseler bile” derken, insanlığa ilişkin tüm acı ve sıkıntıların, hatta yıkımların kaynağını bu dünyada arar. Salgın çocuk, genç, hasta, yaşlı, kedi, köpek demeden çok sayıda can alır. SALGIN: ÖLÜMDEN YAŞAMA BAKMAK Veba romanı bir avuç insanın, hastalığa yakalananların hayatta kalma mücadelesinde ve ölüm ıstırabında onlara eşlik eden bir avuç insanın umut veren bir anlatısıdır. İnsanca bir sorumlulukla oluşan kişisel angajmanın, toplumsal anlamda insan değerini nasıl sırtlayabileceğini, angajman dediğimiz şeyin bireyin ve toplumun iradesiyle nasıl ilişkili olduğunu anlatır. Böyle insani bir mücadele sonuçtan başka bir hedefe çevirir bakışını; çünkü salgın, alacağı canların sayısını bilmez, insanın acısından bağımsız, kendi bildiğini okur. Bu nedenle mücadele, sonuca değil, insan olma durumuna yönelik bir çabadır. Hastalığa her yenik düşen, bir yas bırakır evine, sevdiklerine, geride kalanların hayatına. Mekanik bir süreç gibi görünse de, hastalık insanın bedeninden hayatı, değerleriyle birlikte çekip alır. Haysiyetli, onurlu ve deyim yerindeyse huzurlu bir ölüm, insan hayatının sükûnetle tamamlanması olacakken, veba Oran’da hayatları tırpanlamıştır. Tanımadığımız ve bilmediğimiz felaketler, karşı konulamaz olanı, nedensiz bir mahkûmiyeti -ölüsüyle ve hayatta kalanıyla- bize hatırlatır: Veba sonlandığında acılarından başka kimseleri olmayan insanlar için “ortak bir çukura atılmış ya da bir kül yığınında eriyip gitmiş o varlığa ilişkin tüm neşeyi yitiren anneler, eşler, sevgililer için veba hâlâ vardı”. Aydınlık bir bilinçle olanları izleyen, karşılıksız bir çaba ve sabırla insanlık örneği veren Rieux Camus’nün ardında olduğu yeni bir hümanizma arayışını örneklemektedir. Notlarında “kendime en yakın roman kişisi Doktor Rieux’ dür”, diye yazmıştır. Tarafsız, soğukkanlı ve açık görüşlü bir bilim insanıdır: birey olarak ise, insana olan güvenme isteği, insanlar arası dayanışmaya duyduğu inanç onu Camus’nün belki de en çekici kahramanı yapar. Rieux’nün alçakgönüllü, kararlı, ciddi duruşu vebanın karşısında yorgunluğa yenilir gibi dursa da, materyalizmi onun bilime inancını hep canlı tutar. Vebanın engel tanımaz ilerleyişi, içindeki insanca özlemleri ortaya çıkarır; romanla ilgili araştırmalar onun, hayallerini bu anlamsız dünyada kaybetmiş olmakla birlikte, yüreğinin derinlerinde insanca, sevecen ve şeffaf bir dünyanın özlemini koruduğuna işaret eder. Rieux’nün mücadelesi vebayı yenmek değil, insanlara yardım etmekle ilgilidir; bir tıp doktoru olarak, salgınların insanlık var oldukça, her uygun fırsatta yeniden sahneye çıkacağını herkesten iyi bilmektedir. O tanıklık ettiği insanlık tragedyasının farkındadır. Kitabın son sayfalarında vebaya yakalananlardan, yani kaybedenlerden yana tanıklık etmeyi seçecektir: “Onlara yönelik adaletsizliğe ve şiddete ilişkin en azından bir anı bırakmak ve felaketlerin ortasında neler öğrenildiğini, insanların içinde hor görülecek şeylerden çok, hayranlık duyulacak şeylerin bulunduğunu söylemek” ; işte bunu gerçekleştirmek üzere, olanları yazacaktır. Her yitirilmiş hayat, bizleri kuşatan sistemlere ait önemli bir şey anlatır. Camus bize şunu anımsattı: Salgınlar sayıların anlattığından çok daha ötelerde ve derinlerde bir yerlerde insanlık durumunu anlatır, oraya bakmadan, orayı görmeden insan olma yolunda da pek ilerlediğimiz söylenemez. Veba’nın bitişi ilan edildiğinde, kentte kopan sarhoşluk çığlıklarını dinleyen Rieux “bu hafifleme duygusunun her an tehdit altında olduğunu” ve “vebanın bir gün kendi farelerini uyandırıp mutlu bir kente ölmeye yollayabileceği”ni bilir.
YORUMLAR