1.

1987 Akademi Kitabevi Öykü Birincilik Ödülü, Üçlü Kavşak kitabıyla Ahmet Yıldız’a verilmiş. Üçlü Kavşak’ın ilk yayınından (Cem Yayınevi, 1988) bugüne de yaklaşık yirmi yıl geçmiş.

Kitabın ilk öyküsü "Beşinci Katta Bir Pencere".

Yıldız, bu öyküyü "Zeki Arapoğlu’nun anısına" sunmuş.

"Küçük bir tanıklık” için üniversitedeki sınıfından alınan ve emniyetin (Trabzon Emniyeti olmalı) beşinci katındaki bir pencerede noktalanan gözaltı süreci, bu öykünün omurgasını oluşturuyor.

Biliyoruz: Ne kadar küçükse "tanık"lık, o kadar uzun sürer seanslar! Bilmeyenin "bilmesi" uzun zaman alır da onun için.

Öfkeli bağrışların ve acıyı sızdıran çığlıkların giderek azaldığı, yani tanıklığın sonuna yaklaşıldığı günlerin birinde, tanımadıkları bir ses yaklaşır hücrelerine:

- Ne ulan bu çocukların hali?
- Kapıyı açın!..
- Gözlerindeki bağı çıkar!..
- Elini de çöz!..
- Giysilerini bulup getirin!..
- Bir sigara yakın!..

Bu "sorgu" adı altında narkozsuz organ kesme/koparma seanslarını izleyecek olan "söz kesme" seansının ilkidir. İşte ikincisi:

- Bak oğlum bunların Allahı yok!
- Bak bunlar öldürecek sizi!
- Gerekirse öldürecekler sizi!

İşte üçüncüsü:

- Bir imza, hepsi bu!
- Şunu imzalayın!
- Ben baktım, bir şey yok, imzalayın!
- Mahkemede inkâr edersiniz, imzalayın şunu!..
- İmza!.. İmza!..
- İmzalayın!..

Dördüncü seans:

- Kabul et ulan!..
- Bırakalım mı ayaklarından ulan!..
- Seni parayla mı verdiler ulan!..

Aşağıda ışıklar içinde göz kırpar gibidir kent. Duymayacak geceyi ayağa kaldıran çığlığı ve görmeyecek beşinci katın penceresinden sarkaç gibi sarkıtılan gövdeyi.

2.

Birinci soru:

Tarih-öncesini tarihten ayıran, toplumsal tarihin belleği yazı oldu. Ama toplumsallaştığı ölçüde yaşam yazılmamışsa bilinebilir mi? Negatif bir yaşam da olsa bilinebilir, bilincine varılabilir mi? Bilinmezse geçmiş olan, bilincine varılmazsa yaşanmış olanlar, birey kendini, toplum nerede ve nasıl durduğunu bilebilir mi?

Çünkü, filistin askısından ipe, elektrikli masadan taş hücreye, algılamaya gönlümüzün elvermeyeceği nice çiğnenmiş onurun, yok edilmiş bedenlerin bilgisine tek ya da birkaç olaydan ulaşılabilir mi? Ülkeyi onlarca yıl kuşatan iç savaşın tarihi tek tek olaylar bilinmeden yazılabilir mi? Tek ya da birkaç olay, kocaman ülkeyi kana bulayan ve yetmiş bin arşın uzaktan buyuran iradeyi bulmamıza yetebilir mi?

Yazılmış olanlar belleğimiz oldu, bilgimiz, bilincimiz oldu. Ne var ki koca ülke kana bulandı, hemen her ev bir yanında acıyı, bir yanında ölümü yaşadı, yoksulluğu da. Yaşananlar tek tek yazılmazsa, biri, birkaçı bilinse, on’u, bini bilinmezse, kişi bilmezse sırtına ya da göğsüne saplanan hançerin, ulusun ve ülkenin sırtına ya da göğsüne saplandığını, Nazım’ın dizeleriyle, “nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa”?

İkinci soru:

Türkiye kendini bilse, bilincine varsaydı, 12 Marttan (1971) 12 Eylüle (1980), işkencede, hücrede, darağacında kendi oğullarının canına kendi elleriyle kıyar mıydı, kıyıcılara kıydırır mıydı? Bebesi, gelini, ninesiyle, genci ve yaşlısıyla, köylüsü kentlisiyle, esnafı emekçisiyle, bugün de yaralı yüreğiyle çok yönlü bilinmeyen bir denklemin tuzağına düşer miydi?

Üçüncü sorum:

Cinayetleri yaşadık sol göğsümüzde, biliyoruz. Tabutları sol omzumuzda taşıdık, bugün de kanıyor. Hileyi sezmiştik, bildik de. Küresel bir kuşatmanın içinde kaldığımızı, Türkiye kadar büyük bir tuzağın dişlileri arasına sıkıştırıldığımızı da bildik. Sezdik, bilgisine vardık, bilincine de. Ama üniversite öğrencisinin beşinci katın penceresinden kentin boşluğuna sarkıtılması ile NATO ile korunan sistemin korunması arasındaki, korunan ile koruyan arasındaki ilişkiyi, bilebildi mi onlar? NATO ile korunan sistemi korumak adına, bizi sömüren ve kemiren sistemi korumak için, bizi içimizden dağıtıp yok etmek için, bizim kendimizi hançerlediğimizi biz bildik ama, öteki biz bildi mi bizi hançerlerken kendisini hançerlediğini, kardeşini, oğlunu, kızını da. Biz, bizi ezmiştik. Çünkü bizi bize ezdirmişlerdi. Biz, bizi gerdik filistin askısına. Biz, bizi astık ipe. Biz, bizi koyduk tabuta. Biz bildik, bildiğimiz için sarkıtıldık ayaklarımızdan beşinci kattan. Öteki biz, bizi sarkıtırken bildi mi sarkıttığının tam da kendisi olduğunu, kendini astığını ve geleceğini de.

İşte son soru:

Genç-yaşlı, çocuk kadın, bedenleri tabutlara dolduran öteki bizi taşımadık mı siyasal erkin tepesine, kardeşine kurşun sıkanı "şerefli" saymadı mı siyasal erkin tepesi. Öteki biz, uykumuzda boğduğu zaman bizi, boğduranı ve boğanı taşımadı mı Meclise? Öldürenleri bildik ama, bildik mi öldürten iradeyi. Bildikse, biz mi taşıdık, yoksa bizi boğanları, yakanları, kavuranları güdüleyen irade mi taşıdı siyasal erkin tepesine, Cumhuriyetin Meclisine. Bildik mi, bilebildik mi? Bugün Meclise egemen olan iradenin binlerce kilometre uzağımızdan buyuran iradeyle aynı irade olduğunu da..

 

Ahmet Yıldız, Vedat Türkali'nin elinden Akademi Kitabevi Öykü Birincilik Ödülü alırken (İstanbul Yazarlar Evi, 1987)

3.

Son öykü: "Erzincan".

Şöyle de özetlenebilir:

"Nereye götürülüyoruz komutan?"

Savaş giysilerini giymiş, savaşa gider gibi miğferli askerlerin, ince gövdeli subayların ağızlarını bıçak açmıyor. Kente yukarıdan bakan bu tepede, deniz tarafından esen bıçak gibi sabah rüzgârının içinde otobüsler hareket ediyor. Bizim okulun otobüsleri bunlar. Üniversitenin. Her akşam, bazen haftalarca  alınıp sorguya götürüldüğümüz cezaevimize son kez bakıyoruz. Mavi ışıklar içinde, yapayalnız, şirin bir kır evi gibi arkamızdan bakıyor.

"Nereye götürülüyoruz komutan?"

Tutuklunun birinden geliyor yanıtı: “Kurşuna dizmeye götürüyorlar bizi!”

Otobüslerin ön ve arka koltuklarında askerler, elleri tetikte, mum gibi suratlarla oturuyorlar. Kenti, caddeleri –belki de son kez– görebilmenin melankolisini yaşayarak geçiyoruz.

"Annem!.." diye fırlıyor Sinan yerinden.

Hepimiz yerimizden fırlıyoruz. İkişer ikişer bileklerimizden bağlandığımız zincirlere aldırmadan. Garip bir durumdayız. Askerler ayağa kalkmış, bizi oturmaya zorluyorlar. Yanından büyük bir hışımla geçen otobüslere doğru çaresiz insanların acı yüzüyle haykıran anneyi görüyoruz. Otobüsün yanından koşuyor, yokuş aşağı.

"Anne!.." diyor, Sinan.

"Anne!.." diye bağırıyoruz hepimiz.

Muzaffer İlhan Erdost - Aydın Ilgaz - Ahmet Yıldız

Akşam alacasında, gri bir aydınlığın ortasında kımıldayan kenti görecekler. Bir ülkeden bir başka ülkeye, belki de Guantanamo’ya götürülen tutsaklar gibi.

Bir askeri birliğin içinde, gri bir binanın önünde, iki sıra, zincirlerle birbirlerine bağlı olarak, silahlarını üzerlerine doğrultmuş erlerin arasından, bir kapıdan, bir başka kapıdan, bir başka kapıdan, bir koridordan ve kapıdan, bir kapıdan ve koridordan, dönerek ve her köşede nöbet tutan erlerin kuşatan bakışları arasından, iki yanı demir parmaklıklı hücrelere ulaşana değin.

Kurşuna dizilmemişlerdi ama, kurşuna dökülecekleri Erzincan’da, Erzincan askeri cezaevindeydiler işte. "Evimiz" der gibi "cezaevimiz" dedikleri, Amerikalıların Sovyetleri dinledikleri Boztepe Dinleme Tesisi’nden kalan, Karadenize tepeden bakan prefabrik yapıdan getiriliyor, yerin altına, taşa ve demire gömülüyorlardı işte.

Tarihin ironisine bakılsın ki, kendi yurdumuzu, komşularımızı dinleme üssü olarak kullananlar, bizi, kendimizi, kendimizin düşmanı olarak, aslında kendilerinin tutsakları olarak, bir cezaevinden ötekine zincirlerle bağlatarak taşıtmış, politikacısını, yazarını, polisini, askerini, yargıcını, ülkemizi komünizmden koruma ve kurtarma adına, aslında yurdumuzu pazarlama, paylaşma ve ulusumuzu kölece bir tutsaklığa yargılama amacıyla kendi hizmetlerinde kullanmışlardı.

 

Muzaffer İlhan Erdost - Vecihi Timuroğlu - Ahmet Yıldız

4.

Üçlü Kavşak, başlarken de değinmiştim, ilk öyküleri Ahmet Yıldız’ın. Ben yalnızca iki öyküsünün omurgasını taşıdım buraya. Bunlarda ve öteki öykülerinde, (“Ölüm Hoş Geldi”, “Kaçıyorsun”, “Denizin Derin Kocaman Karnı”, “Ölümüm Asla Sıradan Olmayacak”, “Cesur ve Korkak”, “Sıradan İşler”, “Tüketilmiş Bir Yaşamın Önemsiz Sonu”) kentten işkenceye, cezaevinden kente, sevinin paylaşıldığı yataktan ayaklarından tutularak sarkıtıldığı pencereye değin, geçmiş ve şimdi, şimdi ve geçmiş, öykülerinin kurgusal yapısını oluşturur.

Bu şöyle de anlatılabilir:

O içerde ama, içerde yaşadıklarıyla dışarıda. O dışarda ama, içerdeki yaşam onu bırakmayacak, istemese de.

İçerdeki ile dışardaki yaşam, öykülerde içiçe geçerek kurgulanıyor. Birbirleriyle sarmaş dolaş, biri (acı) ötekine (sevince) kenetlenmiş, birbirlerini büyütüyor. Ayaklarından ve pencereden acı yelin ortamına sarkıtılan çıplak çığlık, bedenine gömülmüş daha önceki (ve kendisinden olan) bir başka bedeni soluyor!

İçinde köpeklerin havladığı, seslerin, seslerin, seslerin kuşattığı bir karabasandan somut olana, soğuk taştan sıcak bedene taşındığı zaman duyulan haz, yaşama dönüşü duyumsattığı kadar, bir şeyin (ki o amacını belirleyen siyasadır) yeniden devinmeye başladığını da duyumsatıyor. İlk öyküler de olsa, tam bir usta işi kurgulama öykülerin yapısını pekiştiriyor, anlamını derinleştiriyor ve zenginleştiriyor. Yalın birkaç sözcük, kocaman bir sistemi sorgulamakla kalmıyor, geleceğin sorularını da içten içe sızdırıyor. İşkence ve estetik, hücre ve sanat, burada birbirini dengeliyor.

Toplumsal özgürleşmenin namluların gölgesinde ve filistin askısında soluk almaya çalıştığı, düşünsel inancın tek tek bireylerin bedensel varlığında savunulduğu ve korunduğu, yok edilmek isteneni yaşayarak, direnerek ve yaşayarak kurtarmış olmanın utkusu, öykülerin üçüncü kavşağını, denebilirse alt-ırmağını oluşturuyor.

Kimi yazarlar, 12 Martı ve 12 Eylülü bir çeşit çözülmeye tamamladılar. Yaşadılar mı, kaçtılar mı marttan ve eylülden, bilemeyiz. Ahmet Yıldız’ın öyküleri için, açık yüreklilikle şu söylenebilir ki, açıklanmasa da –öyle olsaydı, yani açıklansaydı ölürdü öykü, çünkü siyasal bir metne dönüşürdü–, burada, beden, nasıl ki diri kaldığını kendine kanıtlıyorsa, düşünceler de öyle. Kelepçeye, askıya, elektriğe direnerek korunan beden, kendinde düşünsel inancını korumuş olmakla kalmıyor, bugünkü sorularımızı yanıtlayarak büyüyor.

Dün tekti yanıtı: Komünizm. Daha somut anlatımla sanal bir komünizm "tehlikesi", akan suları durdurmak için yeterdi.

Bugün amaçlar, küresel katmanın içini dışına çeviriyor. Gizlenen açıklanıyor şimdi. Ama sorular aynı:

Yanıtlara her gün yeni bir yanıt ekleniyor:

Sevr için mi?

Ilımlı İslam için mi?

Büyük Ortadoğu için mi?

Kendini yok etmen, yok olman için mi?

Değilse, nedeni neydi elektriğin, filistin askısının, hücrenin ve neydi nedeni darağacının?

CEM YAYINEVİ
1988
İSTANBUL 
69 sayfa

Muzaffer İlhan Erdost 

 Ağustos 2007, Ankara

Gerçek Edebiyat

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)