Âşık Veysel hayatı ve sanatı / Metin Turan
Veysel Şatıroğlu, 1894’te bir Orta Anadolu kenti olan, Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi.
Veysel Şatıroğlu, 1894’te bir Orta Anadolu kenti olan, Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Âşık Veysel’in dünyaya geldiği tarih, hemen yirminci yüzyılın başlarına yakın; başka sanayileşememiş ülkeler gibi, batı etkisine girmiş ve evrensel tarih düzeyinde bir ‘Şark Sorunu’ olarak algılanıp, 624 yıllık Osmanlı İmparatorluğunun çözülüp, ‘savaş’ ve ‘sınır’ sözcüklerinin gündelik hayatın en önemli belirleyici kavramları haline geldiği bir dönemdir. Veysel’in dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir. Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasına koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiştir Veysel’i. Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür. Veyseller’e, yörede “Şatıroğulları” derler. Babası, “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Halk kültürü araştırmacısı ve Aşık Veysel’in maskının alınmasında emeği bulunan Kutlu Özen’in vurguladığına göre, Şatıroğulları’nın asıl yerleşim yeri Kars ilimizdir. Uzun süre bu yörede oturan Şatıroğulları, daha sonra Kars’tan ayrılıp Erzurum, Malatya, Trabzon, Konya gibi illerimize, bir kolu da Divriği ilçesinin Kaledibi köyüne gelip yerleşmiştir. Aşık Veysel’in dedesi Ali Ağa, bir süre sonra bu köyden ayrılarak Şarkışla’ya gelir ve Söbelan (Sivrialan)a yerleşir. (Özen 1988: 11) Arapça kökenli olan ‘şatır’ sıfatının anlamı, ‘şen, keyifli, neşeli’dir. ‘Şatırlar’, Osmanlı döneminde, sarayın posta hizmetlerine bakan ve ‘peykler’den farklı olarak; çok iyi at binen ve koşan kimselerden oluşan askerî sınıfa da verilen ünvandır. Yalçın Özkan’ın (2000:29) altını çizdiği gibi, Aşık Veysel’in ailesinin bu lakabı, sarayda verilen bir hizmet karşılığı alıp almadığını bilemiyoruz. Ancak, Veysel ailesinin yakın tarihi ile, sıfatın Türkçe karşılığına denk gelen ‘şen, neşeli, keyifli’ anlamlarına bakarak bir karşılaştırmaya gidecek olursak, tipik bir paradoksla karşılaşacağımız açıktır. Veysel’in dedesi Ali, çiftçidir ve genç yaşta hayata gözlerini yummuştur. Babası, Ahmet küçük yaşta yetim kalmış, ömrünün verimli çağlarını el kapılarında hizmekârlık, çobanlık yaparak geçirmiş; yedi çocuğunun ikisi çiçekten, biri yanarak, biri henüz beşikteyken ölmüş, bu ailenin tarihini bilmemize vesile olan Veysel ise çiçek hastalığına yakalanmıştır. Veysel’in dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresini bütün acımasızlığı ile sarmış, yukarıda da değindiğimiz gibi, Veysel’in de iki kardeşi çiçek yüzünden yaşamlarını yitirmiştir. Yedi yaşına girdiği 1901’de Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da yakalanır bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor: “Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeğe gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım... Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bugündür dünya başıma zindan”. (Aşık Veysel 1944: 86) Bu düşmeden sonra Veysel’in belleğine bir de renk işler: Kırmızı. Düşerken büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor. Bunu eşi Gülizar, şöyle anlatıyor: “Bilmez değilsin, renklerden yalnız kırmızıyı hatırlardı. Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü. Kan görmüştü. Kanın rengini hatırlardı yalnız. Kırmızıyı... Yeşili de elleriyle bulur ve severdi!” (Kutsi 1992: 59) Esasında, Âşık Veysel’in gözlerinin görmezliği, doğuştan olmadığı için, çiçek hastalığı geçirdiği yedi yaşına kadar da olsa, etrafını gözlemlemiş, bütün ayrıntılarıyla olmasa da renkleri tanımıştır. Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle. O sıralar yalnız yakınlardaki Akdağmadeni’nde doktor varmış. Babasına “Çocuğu Akdağmadeni’ne götür, orada bu gözünü açacak bir doktor var” demişler. Sevinmiş babası. Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel’in. “Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece.”* (Aşık Veysel 1970) Ali adında bir ağabeyi ve Elif adında bir kız kardeşi varmış Veysel’in. Tüm aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale. Bundan böyle bacısı Elif elinden tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlar Veysel’i. Gittikçe içine kapanmaktadır Veysel. Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas’ın bu âşığı/ozanı bol diyarında, Veysel’in babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş. “Takdirden gelene tedbir bulunmaz” deyip, dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye Veysel’in eline bir saz vermiş. Halk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmaya çalışırmış oğlunu. Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmet’in evine uğrar, çalıp söylermiş. Merakla dinlermiş bunları Veysel. Komşuları Molla Hüseyin de sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış. Veysel, bu dönemi: “Soyumuzda saz çalan kimseyi duymadım, köyümüzde vardı elbet... Zaten o zaman her köyde bir çok âşık vardı. Dokuz on yaşlarında vardım. Gözlerimi kaybettikten sonra babam, oyalansın diye sazı getirip önüme koydu. Sazın ne olduğunu bilmiyordum ya... Devamlı olarak çalmağa teşvik etti. Ama ben bir türlü beceremiyor, ikide bir akordunu bozuyordum. Başkaları çalarken hoşuma gidiyordu. Adeta sazın içine girmeye çalışıyordum.” diye anlatır.(Aslanğlu, 1967:10) İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa (Âşık Alâ)’dan almış. Kendini de iyice saza vermiş; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış. Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlarla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok Veysel’i. Kul Abdal, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Dertli, Ruhsati’nin dünyalarıyla buluşuyor böylece. İlk ezberi ise, bizzat babası tarafından öğretilen, Kul Abdal mahlaslı bir halk şairinin şu şiiridir: “Takdirden gelene tedbir bulunmaz Ne kılayım çare ben şimden geri Geçti elden gitti muhabbet çağı Sen bir gonca gülsün istife karış Kul Abdal’ım yalan dünya vefasız “Âşık Veysel’in hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır. Kardeşi Ali de cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır. Harp patladıktan sonra Veysel’in bütün arkadaşları, emsali cepheye koşuyorlar. Veysel bundan da mahrum... Böylece münvezi olan ruhunda ikinci bir inziva daha açılmıştır. Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor. Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara bırakmaktadır.” (Gökçe 1944: 87) O günlerini, Âşık Veysel, şöyle anlatır Enver Gökçe’ye: “Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum.” (Gökçe, 1944) Bunda biraz Anadolu’da ‘erkek oğlan’ olgusunun etkisi varsa, daha çok Veysel’in vatanseverliğinin, vatana olan borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardır. Sonradan şöyle dizeleştirir bunu: “Ne yazık ki bana olmadı kısmet Bugünler müyesser olsaydı bana Annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i Esma adında, akrabalarından bir kızla evlendiriyorlar. Esma’dan bir kızı, bir oğlu oluyor Veysel’in. Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor... Veysel’in acıları bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye başlıyor. 1921’in 24 Şubat’ında annesi, 17 gün yattıktan sonra, ondan on sekiz ay sonra da babası ölüyor. Bu arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyor. Köye de birçok aşık gelip gitmekte, Karacaoğlan’dan, Emrah’tan, Aşık Sıtkı, Aşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp söylemektedirler. Köy odalarındaki bu âşık fasıllarından Veysel de geri kalmamaktadır. Ağabeyi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için Hüseyin bir azap (hizmetkâr) tutuyorlar. Bu hizmetkâr ileride Veysel’in bağrında açılacak başka bir yaranın da sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel’in eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırıyor bu yanaşma. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böylece. Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı varmış. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamış. Bir şiirinde dile getirdiği gibi: “Talih çile kadar sözü bir etmiş, Bin katmerli acılar silsilesi kısacası. “O artık âlemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir. 1928’de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar veriyorlar. Fakat Sivas’ın Karaçayır köyünde Deli Süleyman isminde birisi âşığı bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor. Veysel’i dinleyelim: “Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim, ‘ah kivra, çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme’ diye elime ayağıma düşer. Nihayet dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu seyahattan vazgeçtim.” Veysel’i köyden dışarıya zorlayan duygu, sadece çocuklarının ölümü, eşinin kendisini terk etmesi değildir; bunlar elbette önemli etkenlerdir ama onu Sivralan’dan dışarıya taşıyan, daha geniş bir dünyaya açılma isteği, köye sığmayan yanıdır. Veysel’in köyünden ilk ayrılışı ise şöyledir: Zara’nın Barzan Beleni köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşıyorlar. Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivaslı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı ediyorlar. Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya meşeden yapılmış güzel bir saz alıyor. Yalıncak Baba tekkesine uğradıklarında, buranın temizliğiyle uğraşan Gülizar’la karşılaşır. O gece orada kalıp, daha sonra köye dönerler. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyüne dünür göndererek Gülizar’ı istetir. Gülizar ilk başta pek istekli olmasa da, dedesi Hamza, ikna ederek evlenmelerini sağlar (1928) Bu evlilikten yedi çocuğu olur.” (Gökçe 1944: 89) 1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kuruyorlar. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramını düzenliyorlar. Böylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyor. Bu bakımdan, Veysel için A. Kutsi Tecer’le tanışması hayatında yeni bir başlangıcın da işaretleyicisidir. Çünkü Aşık Veysel’i o güne değin, köyü dışında kimse bilmemekte, tanımamaktadır. Zaten kendisi de usta malı ürünler dışında şiirler söylememektedir. Bu ‘söylememe’ yeteneği ve çabasının olmadığından değil, Veysel’in içerisinde bulunduğu halet-i ruhiyeden kaynaklanmaktadır. Çünkü söyleme isteği belirmiş olmasına karşın , o aşıklığının yanlış anlaşılması kaygısıyla söylemeyi ertelemiş biridir. İbrahim Aslanoğlu’na bu süreci şöyle anlatır: “Kendiliğimden söylemek hevesi bazen içimden geçerdi. Ama, bu adam kimin kızına, kimin gelinine aşık ki böyle söylüyor düşüncesiyle o perdeyi yırtamazdım.” (Aslanoğlu, 1967:22) 1933’e kadar usta ozanların şiirlerinden çalıp söylüyor. Cumhuriyetin onuncu yıldönümünde A. Kutsi Tecer’in direktifiyle bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşler. Bunlar arasında Veysel de var. Veysel’in gün ışığına çıkan ilk şiiri böylece ‘Cumhuriyet Destanı’ adını taşıyan şiiri oluyor. “Türkiye’nin ihyası Hazreti Gazi … Âşık Veysel bunu böyle söyledim Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, hem geleneğin temsilcilerinin sanatlarını sergileyecekleri yeni bir mecraya; gazete, dergi ve radyoya kavuşmalarına hem de Veysel’in de köyünden dışarıya çıkmasna dönüm noktası oluşturuyor. O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağcakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza bey, Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyor. Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola düşüyor. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki arı gönül, bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankara’ya geliyorlar. Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde kırk beş gün misafir kalıyor. Destanı Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmuyor. Eşi Gülizar ana: “Ata’ya gidemediğine bir, askere gidemediğine iki; yanardı ki o kadar olur...” (Tecer 1992: 69) diyor. Ancak, Hâkimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye veriliyor. Destan gazetede üç gün boyunca yayınlanıyor. O günleri şöyle anlatıyor: "Köyden çıktık. Yaya olarak Yozgat köylerinden, Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara'ya gelebildik. Otele gistek para yok. "Nere gidek? Nasıl edek?" diye düşünüyoruz. Dediler ki: "Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var. O adam misafir perverdir." O zamanlar Dağardı diyorlardı, (şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya. Adamcağız biri hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankara'da şimdiki gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor. At arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine götürdü. Kırkbeş gün Hasan Efendi'nin evinde kaldık. Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi, yatağımızı, herşeyimizi sağlar. Dedim ki: - Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal'e duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız? Dedi ki: - Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim. Burada bir Milletvekili var. Adı Mustafa Bey, soyadını unuttum. Bu işi ona anlatmak gerek. Belki size o yardımcı olabilir. Gittik Mustafa Bey'e derdimizi anlattık. Böyle böyle bir destanımız var. Gazi Mustafa Kemal'e duyurmak istiyoruz. Bize yardım et! dedik. Dedi ki: - Amaan! Şimdi şairine filan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın çağırın. Geçin gidin! - Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemal'e! Milletvekili Mustafa bey, "okuyun da bir dinleyeyim bakayım" dedi. Okuduk dinledi. O zamanlar Ankara'da çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi'yle konuşacağını söyledi. "Yarın bana gelin!" dedi. Gittik. "Ben karışmam" dedi. Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. "Ne yapsak?" diye düşünüyoruz. Sonunda, "Matbaaya biz gidelim" dedik. Saza, tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti. Ulus meydanındaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısı'na yürüdük. Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal-şalvar, şal ceket. Belimizde kocaman bir kuşak.! Efendim polis geldi: - Girmeyin dedi. Çarşıya girmek yasak! Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadı. Polis: - Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa girmeyin! diye diretti. - Peki girmeyelim dedik. Polisi güya savmış gibi yürümeye devam ettik. Adam geldi, arkadaşım İbrahim'e çıkıştı: - Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorum. Beynini patlatırım senin! diye çıkıştı. - Beyefendi biz dilenmiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız! dedik. O zaman polis İbrahim'e: - Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al! Neyse gitti İbrahim, teli aldı geldi. Tel taktık. Ama sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruz. Sonunda matbaayı bulduk. - Ne istiyorsunuz? dedi müdür. - Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz! dedik. - Çalın bakayım; bir dinleyeyim! dedi. Çaldık dinledi! - Ooo! Çok iyi dedi. Çok güzel. Yazdılar. "yarın gazetede çıkar" dediler. "Gelin de gazete alın!" Orada bize telif hakkı olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık. Çarşıya çıktık. Polisler: - Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun! dediler. Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdik. Fakat yine Mustafa Kemal'den ses yok. Dedik: Bu iş olmayacak. Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesi'nde destanımı üç gün birbiri üstüne yayınladılar. Mustafa Kemal'den yine ses çıkmadı. Köye dönmeye karar verdik. Fakat cebimizde yol paramız da yok. Ankara'da bir avukatla tanışmıştık. Avukat: - Ben belediye başkanına bir mektup yazayım. Belediye sizi köyünüze parasız gönderir!... dedi. Elimize bir mektup verdi. Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki: - Siz sanatkar adamsınız. Nasıl geldinizse öyle gidersiniz! Döndük avukata geldik. "ne yaptınız?" dedi. Anlattık. "Durun bir de valiye yazalım!" dedi. Valiye de dilekçe yazdı. Vali dilekçemizi imzalayıp yine Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize: - Yok! dedi. Paramız yok! Sizi gönderemeyeceğiz! dedi. Avukat içerledi ve kahretti: - Gidin! İşinize gidin! dedi. Ankara Belediyesi'nin sizin için parası yokmuş; tükenmiş! dedi. Acıdım avukata. Nasıl edelim? Ne edelim? derken bir de Halkevine uğrayalım bakalım. Belki oradan birşey çıkar diye düşündük. Mustafa Kemal'e gidemiyok. Halkevine gidek. Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim. Orada dinelip duruyorduk. İçerden bir adam çıktı: - Ne geziyorsunuz burada? Ne arıyorsunuz? diye sordu - Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar! diye cevap verdik. - Bırakın! Bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu! dedi. O içerden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi. Orada: - Ooo! Buyurun! buyurun! dediler. Halkevinde bazı milletvekilleri varmış. Şube müdürü onları çağırdı: - Gelin halk şairleri var, dinleyin dedi. Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey: - Yahu dedi bunlar fakir adamlar. Bunlara bakalım. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar günü de Halkevinde bir konser versinler! Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar. Biz de o pazar günü Ankara Halkevi'nde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular. Ankara'dan köyümüze işte o parayla döndük." (Ekmekçi, 1973) Plağa okuduğu ilk türkü ise, bir zaman Âşık Ali İzzet’in , daha sonra Emlek yöresi ozanlarından Âşık İzzetî'nin, son olarak Hasan Dede’de bulunan bir cönke dayanılarak İğdecikli Âşık Veli’nin olduğu savlanmış (Öz, 2001) olan “Mecnunum, Leylamı gördüm” dizesiyle başlayan şiirdir. Âşık Veysel’in çalıp-söylemesinde tapşırma İzzetî adına yapılmıştır. Şiir şöyledir: Mecnunum, Leyla'mı gördüm Soramadım bir çift sözü Ateşinden duramadım Bilmem hangi burç yıldızı İzzetî, bu ne hikmet iş 1940’ların başında yapımı gerçekleşen bu plak, onun ilk plağı olduğu gibi, saz eşliğinde plak dolduran ilk sanatçı olmak özelliğini de Aşık Veysel’e kazandırır. Cumhuriyet aydınlanması, kuşkusuz, sistemli bir kurumlaşmaya dayanmıştır. Halkevleri ve Köy Enstitüleri, bu aydınlanma hareketinin geniş halk kesimlerine ulaştırılması bakımından önemli atılımlardır. Sadece bir aydınlanma hareketi olarak da kalmaz, bu kurumlar aracılığıyla, aydın halk arasındaki uçurumun, Osmanlı döneminde olduğu gibi iki ayrı dil, iki ayrı sanat anlayışı, iki ayrı edebiyat olarak sürüp gelen sakat anlayışın da önüne geçilmiş olunmaktadır. Bunun en somut örneklerinden biri, Âşık Veysel gibi halk sanatçıları ile aydın, entelektüellerin bir araya getirilmesi, aynı çatılar altında buluşturulması olmuştur. Bu bakımdan Köy Enstitüleri önemli bir buluşma yeridir. Çünkü burada hem örgün eğitim disiplininden geçmiş bilim insanları, eğitimciler görev alırken, bir yandan da alanlarına uygun olarak halk sanatçılarından yararlanma yoluna gidilmiş; hem bu aydın halk buluşmasının başka bir boyutta kaynaşması sağlanmış hem de tamamı köy çocuğu olan öğrencilerin kendi kültürel değerlerini öğrenme kaynakları doğrudan kendilerinden seçilmiştir. Köy Enstitülerinin kurulmasıyla birlikte, Âşık Veysel de, başka birçok halk ozanı gibi, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla, Arifiye (Adapazarı), Hasanoğlan(Ankara), Çifteler (Eskişehir), Gölköy (Kastamonu), Pamukpınar (Sivas) ve Akpınar (Samsun) Köy Enstitülerinde saz öğretmenliği yapıyor. Bu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın ve sanatçıyla tanışma olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor. Hiç kuşku yok ki, Âşık Veysel’i Sivrialan’dan çıkarıp duygu, tema, üslup bakımından ulusal bir ozan yapan en önemli etken Köy Enstitüleri ve Halkevleri olmuştur. 20.07.1965 yılında, Tahsin Banguoğlu ve Aydın Bolak’ın girişimleriyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi, o güne değin hiç bir sanatçıya nasip olmayan, özel bir kanunla Âşık Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü”, 500 lira aylık bağlamıştır. 21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu. Âşık Veysel’in yaşamını özetlemek gerekirse Erdoğan Alkan’ın şu betimlemesi en güzel cümleleri oluşturur: “Kızılırmak soru işaretine benzer. Zara’dan doğar, Hafik ve Şarkışla’dan sonra Sivas topraklarını terk eder. Bir yay çizip Kayseri’yi, Nevşehir’i, Kırşehir’i, Ankara’yı ve Çorum’u sular, Samsun’un Bafra ilçesinde denize dökülür. Aşık Veysel’in yaşam öyküsü Kızılırmak gibidir. Bir ucu Bafra’dadır, bir ucu da Zara’da. Bafra’ya dek uzanan acılı bir yaşam Zara’nın doğusundaki Kızıldağın gür sularıyla beslenip sona erer.” (Alkan 1991: 9) Bütün halklarda olduğu gibi, Türk kültür tarihinin eski sanat ürünlerinin kaynağında da büyüsel törenlerin varlığı yatmaktadır. Türk edebiyatının ilk evrelerine ilişkin tarihsel kaynaklar istenilen yetkinlikte olmasa da, ulaşılabilinen kaynaklardan elde edilen sonuçlar gösteriyor ki, geleneğin barındırmış olduğu mitik birçok unsurun bugün de yaşıyor olmasının temel gereklerinden birini, geleneğin çok dinamik bir çoksesliliğe yaslanmış olması oluşturmaktadır. Yazılı kaynakların istenilen yetkinlikte olmayışının çeşitli nedenleri sayılabilir. Ama bunların en başında, Türklerin geniş bir alana yayılmış olmaları ve sürekli hareket halinde bulunmaları gelmektedir. Ayrıca, biraz da bu gerçekliğe bağlı olarak yazılı edebiyatın çok geç tarihlerde oluşmaya başlaması anılabilir. Türk edebiyatı ve tarihine ilişkin en eski belgeleri de Çin kaynaklarından öğreniyor olmamız da bunu açıkça gösteriyor. “En eski Türk şairleri-Tonguzlar’ın Şaman, Mogol ve Boryatlar’ın bo veya Bugué, Yakutlar’ın Oyun (Ouioun), Altay Türkleri’nin Kam, Samoitler’in Tadibei, Finovalar’ın Tietoejoe, yani bakıcı, Kırgızlar’ın Baksı-Bakşı, Oğuzlar’ın Ozan dedikleri- sahir-şair’lerdir. Sihirbazlık, rakkaslık, mûsikişinâsilik, hekimlik gibi birçok vasıfları kendilerinde toplayan bu adamların, halk arasında büyük bir yer ve ehemmiyetleri vardı. Muhtelif zaman ve mekanlarda bunlara verilen ehemmiyet derecesi, kıyafetleri, kullandıkları mûsiki aletleri, yaptıkları işlerin şekli tabiî değişiyor; fakat semadaki ma‘butlara kurban sunmak, ölünün ruhunu yerin dibine göndermek, fenalıklar, hastalıklar ve ölümler gibi fena cinler tarafından gelen işleri önlemek, hastaları tedavi eylemek, bazı ölülerin ruhlarını semaya yollamak, hatıralarını yaşatmak gibi muhtelif vazifeler hep ona aitti. Bütün bu muhtelif işler için tabî muhtelif ayınlar vardı: Bunların bir kısmı unutulmakla, yahut şekil değiştirmekle beraber, bir kısmı hâlâ Kırgızlar’da, Altaylar’da, Kazaklar’da yaşamaktadır. Şaman, yahut baksı, bu ayinlerde istiğrak hâline gelerek birtakım şiirler okur ve onları kendi mûsikî aletiyle çalar; beste ile beraber olan ve sihirli bir mâhiyeti haiz sayılan bu güfteler, Türk şiirinin en eski şeklini teşkil etmektedir.” (Köprülü 1989: 57) Bu ayinlerde kullanılan müzik aletlerinden biri davulsa, kuşkusuz diğeri de kopuzdur. Abdülkadir İnan XI. yüzyıl tarihçilerinden Gardizi’ye dayanarak, Eski Yenisey Kırgızları’nın şaman ayinlerinde saz çaldıklarını belirtir. Abdülkadir İnan “Bugünkü Kırgız kazak baksıları kopuz kullanırlar. Eski Oğuzlarda, İslâmdan sonra, şamanizm geleneklerini devam ettiren ozan’lar kopuzu mübarek saymışlardır. Dede Korkut her hikayede kopuzu ile meydana çıkıyor, ad verirken, dua (alkış) ederken hep kopuz çalıyor; Oğuz kahramanı kopuzun sesinden kuvvet alarak mücadelede galip oluyor.” der. (İnan 1986: 93) Bizim ozanlarımızın çaldıkları çalgının da bu ayinlerde kullanıldığını gösteren kanıtlar fazlasıyla vardır. XIV-XV. yüzyıllarda yazıya geçirildiği sanılan, Dede Korkut hikayelerinde de kopuza ilişkin kutsal davranışların varlığını görüyoruz. “Uşun Koca Oğlu Segrek Boyu” adlı hikayede: “-Bre kâfir, Dedem Korkut’un kopuzunun hürmetine (adına), çalmadım! dedi, eğer elinde kopuz olmasaydı, ağamın başı için, seni iki parça kılardım! Çekti kopuzu elinden aldı.” diye geçmektedir. ** (Binyazar 1991: 243) Eski Türk topluluklarında ozan ya da kam, baksı gibi adlarla anılan bu kişilikler, söz söyleme, saz/ kopuz/ davul çalma gibi yeteneklerin yanı sıra, büyücülük, hekimlik vb. çeşitli görevleri de üzerlerinde toplamışlardır. Bu bakımdan da toplum üzerinde oldukça etkindirler. İşbölümünün yaygınlaşması ozan, kam, baksı gibi adlarla anılan, toplumun ileri gelen ve birçok işi bir arada yürüten bu kişilikleri de değiştirmiş, dinsel törenler için din adamları, sağaltım için hekim, vb. meslekler gelişmiştir. “İslamiyetin kabulü ile terkedildiği düşünülen Ozan-Baksı geleneğinin, beş asır sonra birdenbire İslami biçimde ortaya çıkması kanaatimizce mümkün değildir.” diyen Günay, bunu şöyle açıklıyor: “Bu edebiyatın geçiş devri ile ilgili örneklerin şimdiye kadar tespit edilememiş olması şansızlıktır. İslamiyetin kabulünden sonra yeni bir yurt edinme gayreti ve mücadelesi içinde olan Türklerin bu dönemde yeni dini benimseme ve yayma çabası ile bugün Tekke Edebiyatı adı ile anılan tarzda eser vermeleri ve bunlara daha çok itibar etmeleri makul bir düşüncedir. Ancak unutulmamalıdır ki bu konudaki ilk eserler de Arap-Fars edebiyatından daha sonraki yüzyıllarda alınan nazım şekilleri ve nazım unsurları ile değil milli nazım şekillerimiz ve unsurlarımız dahilinde meydana getirilmiştir. Ozan-baksı geleneği ise bu arada bir ölçüde tekke tarzında tesirli olurken diğer taraftan yok olmama çabası göstermiş ve kendi kural ve kalıplarını daima sahip olduğu bir esnekliği kullanarak yeni şartlara uydurmuştur. XV. yüzyılda yazıya geçirildiği, XI-XII. yüzyıllarda teşekkül ettiği kabul edilen Dede Korkut hikayelerindeki ozan tipi ve şiir icra geleneği ayrıca hikaye kahramanlarının zaman zaman karşılaştıkları olayları ve duygularını anlatmak için sazlarını ellerine alarak deyişler söylemeleri XVI. asırdan günümüze kadar izlediğimiz Âşık Edebiyatından farklı değildir. Ozan-Baksı geleneğinin hususiyetlerinden olan büyücülük, hekimlik, din adamlığı gibi hususiyetler İslamiyetten sonra terkedilmiştir. Âşıklar eğitimciliği ve sanat temsilciliğini üstlenmişlerdir.” (Günay 1992: 18) Âşık olarak adlandırılan sanatçı tipi, şiir, nazım ve düzyazı karışımı bir öykü çeşitinin yaratıcısı olarak tanımlanmakta. Boratav: “... Bir yönüyle eski destan (épopé) geleneğini sürdüren, ama başka bir yönüyle, adının da belirttiği gibi “sevda şiirleri” (lirik türden şiirler) söylemekle görevlenmiş bir sanatçıdır. Onun yaratıcılığı irtical iledir: şiiri yazmaz, söyler. Onda şiir müzikten ayrılmaz; demek ki sadece söylemez, çalar ve çağırır. Âşıklar düz konuşma biçiminde söylemekle şiir söylemeyi dilden söylemek ve telden söylemek deyimleriyle ayırırlar; bununla âşıkın şiirini söylerken sözlere eşlik eden müzik aracının, sazın, aşıkın şiirinden ayrılmaz bir öge olduğu anlatılmak istenir.” diyor ve ekliyor: “Demek ki âşık şiiri sözlü gelenekte oluşan ve gelişen bir sanattır; müzikten ayrı düşünülemeyeceği, bir kerteye kadar ‘seyirlik-dramatik’ ögeleri olan ‘katışık’ bir anlatı sanatını kapsar.” (Boratav 1982: 20) Âşık Veysel’i bu gelenek içerisinde düşündüğümüzde, âşık edebiyatında gördüğümüz ve giderek bir âşık edebiyatı esası olan bade içme/buta alma kavramının Âşık Veysel’de görülmediğini, usta-çırak ilişkisinin de, yaşam öyküsü bölümünde de ayrıntılı olarak görüldüğü gibi, Âşık Veysel’de bir yol gösterme biçiminde ortaya çıktığını; gelenekle olduğunca öyle iç içe bir durum sergilemediğini görürüz. Gelenekte görülen usta-çırak ilişkisi, bir ustanın yanında hem sazı ve geleneği öğrenmek hem de bir süre birlikte dolaşmakla belirir. Âşık Veysel’de durum pek böyle değildir. Metin TuranAŞIK VEYSEL ve DOĞDUĞU TARİHSEL ORTAM
Aşık Veysel Çiçek Hastalığı ve Sazla Tanışma...
Yarem türlü türlü merhem olunmaz
İstersen merhemi çal şimden güri
İrakıp bahçeye kurmuş otağı
Yıkılsın çevresi bostanı bağı
El girsin bağına var şimden geri
İstersen gül oyna istersen sarış
Gönlün kim isterse ülfet et konuş
Yarim sana destur var şimden geri
Alemde bir derde düştüm devasız
Sen bana yar olman be hey vefasız
Var kimin olursan ol şimden geri (Aslanoğlu, 1973:11)
Düşmanı denize dökerken millet
Felek kırdı kolum, vermedi nöbet
Kılıç vurmak için düşman başına.
Minnet etmez idim bir kaşık kana
Mukadder harici gelmez meydana
Neler geldi bu Veysel’in başına.”
Her nereye gitsem gezer peşimde.”Ahmet Kutsi Tecer ve Halk Şairleri Bayramı
Kurtardı vatanı düşmanımızdan
Canını bu yolda eyledi fedâ
Biz dahi geçelim öz canımızdan.
Benden de yadigar bu kalsın dedim
Sözlerim yalan mı dinle efendim
Kürre-i arz oldu hep şanımızdan
Ankara’ya Yolculuk
Bir kerrece baktı geçti.
Ne söyledi ne de sordum
Kaşlarını yıktı geçti
Ay mıydı gün müydü, yüzü
Sandım ki zühre yıldızı
Şavkı beni yaktı geçti
Ben bu sırra eremedim
Seher vakti göremedim
Yıldız gibi aktı geçti
Bu dertler yareler bizi
Gamzen oku bazı bazı
Yar sineme çaktı geçti
Uyur iken gördüm bir düş
Zülüflerin kement etmiş,
Yar boynuma taktı geçtiKöy Enstitülerinde Saz Öğretmenliği
Gelenek ve Âşık Veysel
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR