Us (akıl) ve insan
Engelli olanlar dışında tüm insanların ve beyni olan diğer canlının insana göre düşük, farklı gelişmişlik düzeylerinde de olsa “aklı” (usu) vardır. Günlük dilde çokça kullanılan “beyinsiz, akılsız” nitelemeleri olsa olsa göreceli olarak az düşünebilen, aklı ermeyen veya yetmeyen kişi anlamında olsa gerektir. Bir yanıyla da söyleyenin kendi aklını beğenmesidir de… Çağımızda bilgisayar belleği ile aklın bilgi toplama, biriktirme, işleme ve saklama kapasitesi; bilgisayar işlemcisi ile zekanın kavrama ve işleme hızı arasında benzerlik kurulabilir gibime geliyor. Öyle veya değil, zihinsel engeli olmayan tüm insanların akıl ve zekâ düzeyleri eşit değild Her ikisi de düşük, ortalama veya ortalamanın üzerinde olabileceği gibi, birinden birinin diğerinden düşük veya yüksek olması da olasıdır. Başka bir deyişle her zeki insan akıllı, her akıllı olan da zeki olmayabilir. “Akıl akıldan üstündür” sözü boş değildir ve kaynağı da gözlem ve deneyimle saptanmış bu durum olabilir. Bu bağlamda belirtmek gerekir ki, canlılar içinde en gelişkini insan beyni/aklı bile sınırsız değildir; sınırsız olabilecek yaratıcılık ve gelişme akılların buluş ve birikimlerinin birbirine eklemlenmesi, sonrakilerin öncekiler üzerinde yükselmesidir. Gelişme, ilerleme bunun sürekliliğine bağlıdır. Doğuştan insan beyni çalışabilir basit bir aygıt, bellek ise “tabula rasa” yani “boş levha” kabul eden bir görüş vardır. Gelişmeye elverişli olan beyin belirli bir yaşa değin yıllar içinde giderek temel işlevlerini daha etkin yapacak yönde ilerler. Bu süreçte, duyularının yardımıyla yaptığı gözlemler, edindiği deneyimler ve öğrendikleri belleğine yüklenmeye başlar, beynin işlevlerinden olan düşünme yetisiyle, elde ettiklerini kavrar, ayrıştırır, değerlendirir, aralarındaki bağlantıları bulur, birleştirir, çıkarımlar yapar ve sonraki kazanımlarıyla bilgilerini yeniden üretmeyi sürdürür. Kanımca beynin temel “yönetsel işlevi” olan akıl bunların tümünden oluşur. Orada duyumsandığı için yürekten (kalpten) yönetildiği varsayılan duygu da beynin yine yönetsel olan bir diğer işlevidir ve sürekli bir iletişim içinde akla eşlik eder. Aralarındaki iletişimin yoğunluğu nedeniyle kimi zaman neyin akıl, neyin duygu ürünü olduğu anlaşılamayabilir bile. Her ikisinin de “çalışma hızı” olarak gördüğüm zekâ da son yıllarda ayrı, “duygusal zekâ” olarak değerlendirilmektedir. Kanımca insanların başarısında bu ikisinin yanında enerji ve dayanıklılığın da önemli payı vardır. Çoğu zaman akıl ve zekâ ile karıştırılan “kurnazlık” ise her ikisi bakımından önemli bir sapmadır. Kurnazlık duygu ve empati eksikliği olduğu ölçüde aklı kötüye kullanmaktır da! İnsanların us (düşünme yetisi, sığası, düzeyi) yönünden eşit olmadıkları gerçeği ilginç olgu, durum ve yorumlara yol açmaktadır. Halk arasında yaygın bir anlatıya göre tüm insanların akılları toplanıp karıştırıldıktan sonra ortaya dökülmüş ve akıl seçmeleri istenmiş; sonuçta herkes kendi aklını seçmiş. Denmek istenen açık: her insan en çok kendi aklını beğenir. Herkes aklıyla övünebilir, “aklımı seveyim” diyebilir. Olağandır; zira her kişinin kavradığı, egemen olduğu, yani “aklının erdiği” kendi aklıdır. Bu nedenle olsa gerek, insanlar çocukluktan başlayarak, “akıl danışırlar” ama akıl verilmesinden pek hoşlanmazlar; hatta bundan alınanlar, “çok aklın varsa kendine sakla” diyenler çokçadır. En güç akıl verilebilenler, en çok gereksinimi olan ancak bunu anlayamayacak ölçüde kıt akıllı olanlardır. Her akıl ancak kendinden küçük olan başka akılları tümüyle kavrayıp “ölçebilir”; kendinden büyüklerine ise sığası yetmez. Bu durum iç içe dairelerle grafik olarak da ifade edilebilir, edilmiştir. Büyük daireler küçükleri tümüyle içerirken, doğal olarak, büyüklerin bir bölümü küçüğün dışında kalır. Büyük küçüğü olduğu gibi kavrayıp ölçebilirken, tuhaf hatta ironik olarak küçük kavrayamadığı bölümler nedeniyle kendinden büyük aklın sahibini anlayamaz ve “aptal” diye değerlendirebilir. Daha da ötesi, yetersizlik, eğitimsizlik, bilgisizlik sonucu düşünemez duruma gelenler (aptallaşan/ aptallaştırılanlar) her şeyi en iyi kendilerinin bildiğini sanmaya, aptallığa, cahilliğe övgü düzmeye, bunlarla övünmeye; akıllı, eğitimli bilgili olanları ötekileştirmeye, düşman saymaya başlarlar. Ne yazık ki, bu da oldukça yaygın bir durumdur. Beyinlerin (veya akılların) “kavrama alanları” arasındaki eşitsizlik de benzer sonuçlar yaratabilir; birbirini anlayamamanın veya yanlış anlamanın nedenlerinden biridir bu. “Bütün söylediğin karşındakinin anladığından ibarettir” sözü de bunu ifade eder. Söylenenin alanı anlaşılması gerekenin alanını aşarsa, söylenen, dinleyenin sığasıyla sınırlanır. Başka bir deyişle iletilen, alıcının -eski dille- “istiap haddi”ni aşarsa alıcı iletinin tümünü alamaz; bir bölümünü dışlar. Bu nedenle iletilmek isteneni kavrayamaz, anlayamaz veya eksik, yanlış anlar. Kavrama alanlarının genişliği ne olursa olsun, kişilerin birbirini anlama alanı, kavrama alanlarının çakıştığı bölümle sınırlıdır. Bunun tam, çok, az veya hiç olması olasıdır. Yanlış anlamaya yol açmamak için belirtmem gerekir ki, bu dediklerim insanlar, toplumlar, uluslar arasındaki anlaşmazlık ve çatışmaların nedenlerinden yalnızca biridir ve belki de en önemlisi de değildir. Daha belirleyici hatta başat neden, insanın, odağında ben merkezlilik ve çıkarcılık olan, zıtlıklar barındıran, çelişkili, karmaşık ve değişken yapısıdır. İnsan “doğası gereği” ben merkezlidir; genetik olarak her koşulda yaşamını ve soyunu sürdürmeye ve bu amaçla çıkarlarını kollayıp korumaya programlıdır. Buna karşın her insan “bencildir” demek de doğru olmaz. Yakınlarına, sevdiklerine, bağlılık duyduğu toplum ve ulusa karşı çok da özverili olduğu görülebilir. Bununla birlikte, başkasının yerine koyarken bile kendini kayırır; acırken, yardım ederken, paylaşırken, engin gönüllü davranırken, başkalarının acı ve üzüntülerine duyarlılık gösterirken, ayırdında veya değil, kendini ya teselli veya tatmin eder. Bencil ise bunların hiçbirini yap(a)mayandır. İnsan, olumlu ve olumsuz birçok yapısal özelliği, “zıtların birliği” ilkesi doğrultusunda uyumlulaştırmış ve kendinde birleştirmiş gibidir. Ancak bu özelliklerin dağılımı, etkinliği, belirleyiciliği eşit değildir; baskın olanlar, diğerlerini güdük bırakabilir ve kişiliği belirleyebilir. Belirleyici düzeyde baskın özellikler, zıtlardan değil birbiriyle uyumlu, birbirini besleyenlerden oluşur. Bir örnek olarak, bencil kişilerin aynı zamanda, hırslı, kıskanç, inatçı, cimri, nefret dolu ve/ya kinci oldukları söylenebilir. Bunların yanında yer alabilecek, cesaret, girişkenlik, atılımcılık, yaratıcılık, beceri, çalışkanlık, dayanıklılık gibi olumlu özellikler ne yazık ki olumsuzlara araç edildikleri için onları beslemek ve güçlendirmek, bu nedenle de bütün içinde eriyip onlar gibi olumsuzlaşmak zorunda kalabilirler. Olumlu özellikleri baskın olan kişilerde de durum tersinedir; olumlu özellikler olumsuzları kullanmaz, tersine, baskılar, yok edemese de güçsüzleştirir, işlevsizleştirir. Özelliklerin baskın yanlardan birinde toplanması sonucu ortaya çıkan iki zıt kutbun, kabaca, iyi ve kötü kişiliklerin ortaya çıkmasını ve belirginleşmesini sağlar. İnsanı insan yapan başat özelliklerden biri de vicdandır. Duyguların ve aklın ortak ürünü olan vicdan, inançlarla ilişkili olmasına karşın, tüm inançlardan bağımsız olarak ve onlardan çok önce var olmuştur. Bu bağlamda, “dinsiz vicdan” olabilir ama “vicdansız din” olamaz. Aynı nedenle, din ve vicdan özgürlüğü birlikte değil ayrı ele alınmalı, yerine doğru oturtulmalı ve her iki özgürlük de temel insan hakkı olarak tanınmalıdır. İnsanların davranış, tutum ve söylemleri genelde aklın yönetimi ve denetimindedir. Bunlar, baskın özellikler olarak, güdüsel (doğaçlama, kendiliğinden) olanlar ve düşünsel (tasarlanmış, denetimli) olanlar biçiminde iki ayrı öbeğe ayrılabilir; her ne kadar ikisi iç içe ve kişiden kişiye değişik oranlarda olsalar da… Önyargılar, inançlar, korkular, zevkler, alışkanlıklar, ezberlenmiş bilgiler güdüsellere daha yakındır. Güdüsel olanların bir bölümü dürtüseldir de. Belirli bir oranı aşan dürtüsellik, kişilik bozukluğu kapsamında olan psikolojik bir sayrılık sayılmakta ve “dürtü kontrolü” tedavisi uygulanmaktadır. Sanılanın tersine, her durumda, kişilik konusunda belirleyici ve kişiliği doğru yansıtanlar güdüsel olanlardır. Düşünsel olanlar, süzgeçten geçirilmiş, biçimlendirilip belirli bir amaca yönlendirilmiş olduklarından büyük oranda yapay olabilirler ve kişinin o anki amacını, hedefini, rolünü ve oyunculuğunu yansıtan, gerçek kişiliğini örten, gizleyen maske işlevi görebilirler. Oysa dürtüsel olanlar, doğaçlama, kişinin “içinden geldiği gibi” ve denetimsizdirler; kişiliği doğrudan ve olduğu gibi yansıtma özelliğini buradan alırlar. Duygular da doğal ve güdüseldir. İnsan yapısında akıl ve duygu durumunu, Çatlak Nar kitabımda şöyle bir denklemle anlatmaya çalışmıştım: DENKLEM: Akıl + Duygu = 100, 100 – Akıl = Duygu, 100 – Duygu = Akıl, Akıl ? Duygu, Akıl + Duygu = İnsan, İnsan – Akıl ~ İnsan – Duygu; İnsan – Akıl – Duygu = Canlı. Biliyorum, insanın oldukça karmaşık ve değişken tinsel yapısını matematiksel bir formüle sığdırmak yetersiz bir açıklamadır ama bir fikir verebilir. Evet “normal” sayılan insanların aklı ve zekâları eşit değildir ama her konuda “üstün olanlar ve diğerleri” olarak ayrım yapmak olanaklı ve doğru değildir. Düzeyi ne olursa olsun eğitimle geliştirme, bilgiyle donatma ve yerinde kullanma olanağı bulanlar öne geçebilir. Herkeste olmayan bir veya daha çok yetenekle doğanlar da öyle. Buna karşılık yeteneklerini kullanma/geliştirme bulamayıp bu yetenekleri körelenler ise hiç de akılsız olmadıkları halde geri düşebilirler. Eşdeğer akıl, zekâ düzeyi ve yetenekte olanlar arasında da olanaklar ve çalışkanlık-tembellik nedeniyle farklılıklar doğabilir, eşitlik bozulabilir. Denebilir ki insanların akıl düzeyi düz bir yatay çizgi değil, kalp grafiği gibi inişli çıkışlıdır; çizgilerin her biri değişik bir alanın göstergesi gibidir. Bazı konularda başkasından üstün biri, başka bir konuda onun çok gerisinde olabilir. Söz gelimi, ortalama düzeydeki bir ressam dahi bir bilim insanının asla beceremeyeceği resimler yapabilir, zekâ düzeyi düşük bir marangoz onu şaşırtacak beceriler sergileyebilir. Tersinden söylersek gerçek bir dâhinin “aklının ermediği” birçok sıradan iş olabilir. Otistik, Asperger gibi psikiyatrik sayrı sayılan kişilerde çok geri kalmış ile çok ileri düzeyde gelişmiş bir veya daha fazla yeti bir aradadır. Hiper aktivite ve dikkat eksikliği de olumlu ve olumsuz özelliklerin bir arada bulunduğu psikolojik bozukluklardan sayılmaktadır. Hiperaktifler yaratıcı, atılımcı ve enerjik; bunun yanında dikkatsiz, dağınık, sabırsız ve dayanıksız, bu nedenle birçok işe kalkışan ama çoğunu yarıda bırakan, sonuçta kısa erimde başarılı, sonrasında başarısız olabilen kişilerdir. Son söz olarak, insanı yükseltip üstün kılan beyin ve akılsa, zaman zaman tökezlemesine, gerilemesine yol açan da bunların sınırlı ve yetersiz kalmalarıdır; bunun sonucu bireysel ve toplumsal “akıl tutulması” çokça rastlanabilen mantık dışı, acı durumlardandır, böylesi tıkanmalar da ancak “aklını başına devşirmek” diye belirtilen us yoluyla aşılabilir. Ali Günay Gerçekedebiyat.com